Medine'ye hicretin üzerinden birkaç yıl geçmişti. Başta bedevîler olmak üzere bazı insanların lüzumlu lüzumsuz sorular sormaları sıkıntı oluşturmaya başlamıştı. Bunun üzerine hicrî altıncı senede inen Mâide sûresindeki,
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَسْـَٔلُوا عَنْ اَشْيَٓاءَ اِنْ تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْۚ
“Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın!”1 âyetiyle Hz. Peygamber'e gereksiz sorular sorulması yasaklanmıştı.
Bu âyetin inmesinden sonra soru soramayan ama yeni şeyler öğrenme arzusuyla tutuşan sahâbîler, bu yasaktan haberi olmayan birinin gelip soru sormasını beklemek durumunda kalmıştı. İşte böyle bir ortamda şahit olduğu bir diyaloğu Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor:
“Çölden bir bedevînin gelip Allah Resûlü'ne soru sorması hoşumuza giderdi. Resûlullah (sav) bir gün kalktı ve halka vaaz ve nasihat etmekteydi. O esnada bir bedevî çıkageldi. Hiç beklemeden gür sesiyle zihnini günlerdir meşgul eden sorusunu sordu:
يَا رَسُولَ اللَّهِ مَتَى قِيَامُ السَّاعَةِ
“Ey Allah'ın Resûlü! Kıyamet ne zaman kopacak?”
Bu soruyu işiten Allah Resûlü'nün yüzü asıldı. Biz ona: “Otur! Bak Allah Resûlü'ne hoşlanmadığı bir şeyi sordun!” dedik. Adam aynı soruyu tekrar sordu. Peygamberimizin yüz ifadesi daha da değişti. Bunun üzerine biz adamı oturttuk. Adam üçüncü defa kalktı ve soruyu bir kez daha tekrarladı.2
Tam o sırada namaz vakti geldi ve namaz için kâmet getirildi. Allah Resûlü namazı kıldırdıktan sonra döndü ve
أَيْنَ السَّائِلُ عَنْ قِيَامِ السَّاعَةِ
“Kıyametin ne zaman kopacağını soran kişi nerede?” dedi. Adam,
أَنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ
“Benim ey Allah'ın Resûlü (buradayım)!” dedi. Allah Resûlü,
مَا أَعْدَدْتَ لَهَا
“Peki, sen onun için ne hazırladın?” diyerek soruya soruyla karşılık verdi. Adam,
يَا رَسُولَ اللَّهِ مَا أَعْدَدْتُ لَهَا كَبِيرَ صَلاَةٍ وَلاَ صَوْمٍ إِلاَّ أَنِّى أُحِبُّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ
“Ben, onun için pek fazla (nafile) namaz, oruç ve zekât hazırlayamadım. Fakat ben, Allah ve Resûlü'nü (çok) seviyorum!” dedi. Bu cevap üzerine Rahmet Peygamberi,
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ وَأَنْتَ مَعَ مَنْ أَحْبَبْتَ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir ve sen de sevdiklerinle beraber olacaksın!” buyurdu.2
Yukarıda anlatılanlar Nebî (sav) ile ashâbı arasındaki iletişimin güzel bir örneğidir. Soruyu soran bir bedevî, sorunun muhatabı Allah Resûlü, soru ise bir beşer olan Hz. Peygamber'i aşan bir mesele idi. Muhataplarının seviyesini, ilgi alanlarını, merak ettikleri hususları, öncelikli ihtiyaçlarını daima dikkate alan o büyük rehber, karşısındaki şahsın çölden geldiğinin farkındaydı. Israrla sorulan bu sorunun cevabını zaten Allah'tan başka kimse bilemezdi.4
Muhtemelen Allah Resûlü'nün yüzünün rengi de bundan dolayı değişmişti. Adama derhâl cevap vermek yerine, namaz kılıncaya kadar zaman kullanmayı tercih etti. Belki de o, böyle yapmakla hem kendisinin hem de ashâbın bu konuyu biraz düşünmelerine, cevaba hazır hâle gelmelerine imkân verdi. Kim bilir belki de bu kadar önemli bir konuda inebilecek vahyi bekledi.
Namazı kıldırdıktan sonra hemen adama döndü. Sorduğu soruyu doğrudan cevaplamak yerine, ona karşı bir soru yöneltti. Adamdan aldığı cevaplardan hareketle, aslında onun neyi öğrenmek istediğini anlamaya çalıştı. Zira adam, kıyametin hangi gün, hangi ayda kopacağını değil kıyamet sonrasında kendi durumunun nasıl olacağını merak etmekteydi.
O bilge Peygamber adama öyle bir cevap vermişti ki sadece o bedevînin değil bütün dostlarının merakını gidermişti. Hatta “الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ” “Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” mesajı, yalnızca ashâbı değil onu seven herkesi, sevinç ve ümide gark etmeye yetmişti. Nitekim hadisi nakleden Enes b. Mâlik, Efendimizin sözlerini duyduklarında hissettikleri sevinci şöyle ifade etmektedir:
فَمَا فَرِحْنَا بَعْدَ الإِسْلاَمِ فَرَحًا أَشَدَّ مِنْ قَوْلِ النَّبِىِّ صلى الله عليه وسلم
“Biz İslâm'a girişimizden sonra Hz. Peygamber'in (sav) bu sözünden daha fazla hiçbir şeye sevinmemiştik!” Enes, sözlerine şöyle devam etmektedir:
فَأَنَا أُحِبُّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَأَبَا بَكْرٍ وَعُمَرَ فَأَرْجُو أَنْ أَكُونَ مَعَهُمْ وَإِنْ لَمْ أَعْمَلْ بِأَعْمَالِهِ
“Ben de Allah'ı, Resûlü'nü, Ebû Bekir'i ve Ömer'i seviyorum! Onların amelleri gibi amel edemediysem de onlarla beraber olmayı ümid ediyorum.”3
Peygamber Efendimizin kendisine,
يَا رَسُولَ اللَّهِ كَيْفَ تَقُولُ فِى رَجُلٍ أَحَبَّ قَوْمًا وَلَمْ يَلْحَقْ بِهِمْ
“Yâ Resûlallah, bir topluluğu sevdiği hâlde onlara kavuşamayan bir adam hakkında ne buyurursunuz?” diye sorulduğunda,
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.”4 cevabını vermesi de bu müjdenin tüm Müslümanları kapsadığını göstermekteydi.
Yine Ebû Zerr'in Efendimize, kendisini kastederek,
يَا رَسُولَ اللَّهِ الرَّجُلُ يُحِبُّ الْقَوْمَ وَلاَ يَسْتَطِيعُ أَنْ يَعْمَلَ كَعَمَلِهِمْ .
“Yâ Resûlallah, bir topluluğu sevip onlar gibi amel edemeyen kimse hakkında ne buyurursunuz?” demesi üzerine Efendimiz,
أَنْتَ يَا أَبَا ذَرٍّ مَعَ مَنْ أَحْبَبْتَ
“Ey Ebû Zer! Sen sevdiğin kimse ile berabersin.” buyurmuştu. Bunun üzerine Ebû Zer,
فَإِنِّى أُحِبُّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ
“Ben Allah ve Resûlü'nü (çok) seviyorum.” demiş, Efendimiz de,
فَإِنَّكَ مَعَ مَنْ أَحْبَبْتَ
“Sen sevdiğin ile berabersin.” sözleri ile onu taltif etmişti.5
Efendimiz, bu kısacık ifadesi ile 'Dünyada kim kimi severse, âhirette onunla beraber olacaktır!' uyarısını yapmış olmaktaydı. Yani, Allah için birbirlerini sevenler nasıl cennette beraber olacaklarsa, Allah düşmanlarını sevenler de âhirette onlar ile beraber olacaklardı. İşte bu kısa anlatı Hz. Peygamber'in insanlarla iletişimindeki samimiyetin bariz bir göstergesiydi.
Allah Resûlü, her şeyden evvel vahyin ilk muhatabıydı, diğer bir tabir ile Kur'an'ın ilk talebesiydi. Dolayısıyla, kullandığı dil, üslûp, kelimeler ve kavramlar her şeyden evvel Kur'an vahyinin ürünüydü. Sözü uzatmaz, az, öz ve hikmetli sözler söylerdi. Genel olarak insanların kolayca anlayabilecekleri bir dil kullanırdı. İfade tarzı oldukça güçlü ama yorucu değildi. Cümleleri çoğu defa kısa ama anlaşılır bir tarzdaydı. Oldukça fasih, beliğ ve gayet akıcı bir üslûbu vardı.
Hz. Âişe'nin ifade ettiği gibi, “Resûlullah'ın (sav) konuşması, işiten herkesin anlayabileceği kadar açık seçikti.”8 Enes b. Mâlik'in ifadesine göre de Resûlullah (sav) konuştuğu bir kelimeyi, dinleyen daha kolay anlasın diye bazen üç sefer tekrar ederdi.9 O, bir söz söylediği zaman kelimelerini saymak isteyen bir kimse sayabilirdi.10
Yine Allah Resûlü, çevresindekileri eğitmek öğretmek amacıyla da olsa sürekli konuşmaz, ashâbına uzun uzadıya nutuk çekmezdi. Ancak ihtiyaç duyduğunda ya da kendisine sorulduğunda belli açıklamalarda bulunurdu. Abdullah b. Mes'ûd'un ifadesine göre Allah Resûlü, ashâbını usandırmamak için vaaz ve nasihati belli günlerde yapardı.11
Allah Resûlü, vereceği bildirinin en doğru bir şekilde yerine ulaşması için gerektiğinde mecaz, kinâye, istiâre, teşbih, mesel, kıssa gibi edebî sanatları kullanmayı ihmal etmezdi. Bazen dikkat çekici hitap ifadeleri, bazen muhataplara soru sorma, bazen önemli gördüğü cümleleri tekrarlama gibi hususları devreye sokarak meramını daha kolay anlatırdı.
Sözleri sade ama akıcı idi, konuşmasına göre bazen ağır olsa da sıkıcı değildi. Nitekim bir rivayette Peygamberimiz, “أُعْطِيتُ جَوَامِعَ الْكَلِمِ ” “Bana sözün özü verildi.”6 buyurmaktadır.
İmam Buhârî bunu, “Yüce Allah'ın önceki kitaplarda bir ya da birkaç başlıkta yazılmış olan pek çok durumu tek bir başlıkta bir araya getirmesi” şeklinde Peygamberimize Kur'an'ın verilmesiyle açıklarken13 birçok âlim ise “cevâmiu'l-kelim” ifadesini, Hz. Peygamber'e özlü sözler söyleme kabiliyeti verilmesi şeklinde anlamışlardır.14
Buna göre Hz. Peygamber, kendisine verilen fesahat ve belâgat kabiliyetleri sayesinde mânâların derinliğine kolaylıkla nüfuz edebilmekte, daha önce gelen ilâhî kitaplardaki uzun bahisleri ve kendisine ilham edilen konuları hikmetli sözlerle kısaca ortaya koyabilmekteydi. Ayrıca, hem Kureyşli olması hem de Benî Sa'd yurdunda yetişmesi hasebiyle Allah Resûlü Arap'ın en fasih konuşanı olmakla iftihar etmekteydi.15
Büyük dil âlimlerinden Câhız, Hz. Peygamber'in dilini edebî açıdan şöyle tasvir etmiştir: “Hz. Peygamber'in sözleri, az harflerle çok anlamlar ifade eden, yapmacıklıktan uzak, zorlamalardan berî idi. Dili kullanırken uzatılması gereken yerde uzatmış, kısa ve öz olması gereken yerde de çok veciz ifadelere başvurmuştu. Konuşmaları hikmet mirasına dayanan, ismetle donatılmış sözlerden ibaretti. Söyledikleri bizzat Allah tarafından teyit edilmiş ve beyan konusunda başarılı kılınmıştı. Allah, O'nun sözlerine muhabbet katmış ve onları kabule şayan kılmıştı. O, heybetle tatlılığı, özlü ifade ile güzel anlatıyı birlikte sunmuştu...”16
Resûl-i Ekrem, neyi, nerede, ne zaman, nasıl anlatacağını iyi ölçtüğü gibi, hangi konuyu kimlere ne şekilde anlatacağını da iyi bilmekteydi.
Zaman zaman Medine'ye geldiği anlaşılan Süleymoğulları'ndan Muâviye b. Hakem es-Sülemî (ra) yaşadığı bir hatırasını şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah (sav) ile namaz kılarken cemaatten biri aksırdı, ben de 'Yerhamükâllâh!' (Allah sana merhamet eylesin!) dedim. İnsanlar bundan rahatsız oldu ve bana ters ters baktılar. Bunu görünce ben, 'Vay başıma gelenler! Ne oldu, neden öyle bakıyorsunuz?' dedim. Bunun üzerine onlar, elleriyle dizlerini dövmeye başladılar. Beni susturmaya çalıştıkları için sustum. Nihayet Resûlullah namazını bitirdi. Annem babam uğruna feda olsun, ne ondan önce ne de sonra daha güzel öğreten birini gördüm. Vallahi Resûlullah beni ne azarladı ne bana vurdu ne de hakaret etti. Sadece,
إِنَّ هَذِهِ الصَّلاَةَ لاَ يَصْلُحُ فِيهَا شَىْءٌ مِنْ كَلاَمِ النَّاسِ إِنَّمَا هُوَ التَّسْبِيحُ وَالتَّكْبِيرُ وَقِرَاءَةُ الْقُرْآنِ
'Bu namazdır; namaz kılarken konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumaktır.'7 dedi.”
Hz. Peygamber, muhataplarıyla ilişkilerinde karşısındaki şahsın hâlet-i ruhiyesini dikkate almakta, farklı sahâbîlerden gelen aynı sorulara, soranın durumunu dikkate alarak farklı cevaplar vermekteydi. En üstün amelin ne olduğunu soran Abdullah b. Mes'ûd'a,
“ اَلصَّلاَةُ لِوَقْتِهَا ” “Vaktinde kılınan namaz.”8 derken Ebû Zerr'e ise
“اَلْإِيمَانُ بِاللَّهِ وَالْجِهَادُ فِى سَبِيلِهِ ” “Allah'a iman ve O'nun yolunda cihad etmek.” şeklinde cevap veriyordu.19 Aynı şekilde Efendimizden tavsiye isteyen bir kişiye,
“قُلْ آمَنْتُ بِاللَّهِ فَاسْتَقِمْ” “Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol!”9 derken asabiliğini dikkate alarak başka bir sahâbîye de kısaca, “لاَ تَغْضَبْ ” “Öfkelenme!”10 demekle yetiniyordu.
Bazen anlattığı konunun ciddiyeti, vermek istediği bildirinin ehemmiyeti sebebiyle Hz. Peygamber heyecanlanmakta ve bu durum onun beden hareketlerine de yansımaktaydı. Nitekim böyle bir durumu genç sahâbîlerden Câbir b. Abdullah şöyle anlatmaktadır:
وَكَانَ إِذَا ذَكَرَ السَّاعَةَ احْمَرَّتْ وَجْنَتَاهُ وَعَلاَ صَوْتُهُ وَاشْتَدَّ غَضَبُهُ كَأَنَّهُ نَذِيرُ جَيْشٍ
“Hz. Peygamber, kıyametten bahsettiği zaman yüzü kızarır, sesi yükselir, sanki bir orduyu uyarıyormuşçasına celallenirdi... Bir defasında işaret parmağıyla orta parmağını bitiştirerek:
بُعِثْتُ أَنَا وَالسَّاعَةُ كَهَاتَيْنِ
“Kıyamet ile ben, şu şekilde (yakın) gönderildim.”11 buyurdu.
Bir başka konuşmasında cehennemden bahsederken cehennem ateşinden iki defa Allah'a sığınmış ve (âdeta onun ateşinden kaçarcasına) yüzünü çevirmiş, sonra da
اِتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ ، فَإِنْ لَمْ تَجِدْ فَبِكَلِمَةٍ طَيِّبَةٍ
“Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun! Bunu bulamayan ise en azından güzel sözle kendini korusun!”12 buyurmuştur.
Hz. Peygamber risâlet hayatı boyunca insanlarla iletişiminde hikmetli sözlerinin yanı sıra beden dilini de başarılı bir şekilde kullanmıştır. Muhatapları olan sahâbîler, ona olan bağlılıkları gereği, sadece onun sözlerini değil gerek günlük hayatında gerekse konuşmaları esnasında kullandığı beden diline de dikkat etmişlerdir. Hatta onun çevresiyle ilişkilerinde kimi zaman, sözsüz ve sessiz bir iletişim kurduğu da anlaşılmaktadır.
Onun bazen sükût etmesi, bazen tebessüm etmesi, bazen de yüz renginin değişmesi, her hareketini ilgiyle izleyen ashâbına bazı imaları vermede yeterli olabilmekteydi. Bu imalardan bir kısmı ikrar/onay anlamını, bir kısmı ise hoşlanmama, rahatsız olma ve karşı çıkma anlamını taşımaktaydı. Allah Resûlü'nün beden diliyle verdiği bu tepkileri dikkate alan sahâbîler, derhâl gereğini yerine getirmekteydiler.
Bir gün Hz. Ömer'in, “Ey Allah'ın Resûlü! Kurayza'dan bir kardeşime uğradım. Bana Tevrat'tan bazı özlü sözler yazdı. Onları sana arz edeyim mi?” deyince Hz. Peygamber'in yüzünün rengi değişmiş, bunu fark eden sahâbî Abdullah b. Sâbit, “Resûlullah'ın yüzünü görmüyor musun?” diyerek Hz. Ömer'i uyarmış, bunun üzerine Hz. Ömer,
رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَسُولً
“Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Resûl olarak da Hz. Muhammed'den razı olduk.”13 deyince Hz. Peygamber'in yüzü gülmüştü...
Gerek günlük konuşmalarında gerekse hitabelerinde Hz. Peygamber'in beden dilinin en bariz göstergelerinden olan parmakları sıkça kullandığı görülmektedir. Meselâ,
إِنَّ الْمُؤْمِنَ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ ، يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا
“Mümin, mümin için âdeta bir bina gibi birbirini destekler.”14 derken parmaklarını birbirine kenetlemişti.
Müslümanların kardeş olduklarından ve birbirleri üzerindeki hak ve ödevlerinden bahsederken sözü takvaya getiren Allah Resûlü, takvanın kalbî bir tavır olduğunu belirtmek üzere üç defa, “التَّقْوَى هَا هُنَا ” “Takva buradadır.”15 buyurmuş ve o esnada eliyle göğsüne işaret etmişti.
Yine işaret parmağıyla orta parmağını bitiştirerek yetimi himaye eden kişinin cennette kendisine ne denli yakın olacağını göstermişti.27
Veda Haccı'nda irad ettiği meşhur hutbesinde tebliğ ettiği hususları ashâbın ikrar etmesi üzerine Hz. Peygamber, “اللَّهُمَّ اشْهَدِ” (Allah'ım sen şahid ol!)16 derken şehâdet parmağını üç defa havaya kaldırmış ve insanlara işaret etmişti.
Rahmet Elçisi, insanlarla iletişimde ellerini ve kollarını etkin bir şekilde kullanmaktaydı. Hz. Peygamber, İbn Ömer'in omzundan tutarak,
كُنْ فِى الدُّنْيَا كَأَنَّكَ غَرِيبٌ ، أَوْ عَابِرُ سَبِيلٍ
“Dünyada bir garip veya yolcu gibi ol!”17 buyurmuştu.
Buradaki omuzdan tutuş, samimiyet ve yakınlığı ifade ettiği gibi hem muhataba hem de bildiriye verilen önemi göstermekte, ayrıca, dinleyicinin ilgisini ve dikkatini toplamakta, daha iyi anlamasına katkı sağlamaktaydı.
Sevinçli hâli de sıkıntılı hâli de rahatlıkla Allah Resûlü'nün mübarek yüzünden okunurdu. Hz. Âişe'ye atılan çirkin iftira günlerindeki sıkıntısı nasıl yüzüne vurmuşsa Allah tarafından temiz olduğuna dair inen âyetleri müjdelerkenki sürûr hâli de yüzüne yansımıştı.30
Aynı durum Tebük Savaşı'na çıkmaktan geri kalan ve günlerce kendisiyle konuşulmayan Kâ'b b. Mâlik'in bağışlandığına dair âyetleri müjdelerken de görülmüştü. Kâ'b, uzunca anlattığı kendi kıssasında, Hz. Peygamber dâhil herkesin kendisine küstüğü bu günlerinde, verdiği selâmı alıp almadığını anlayabilmek için Hz. Peygamber'in dudaklarını hareket ettirip ettirmediğini nasıl gözlediğini, onun yakınında namaz kıldığını ve Hz. Peygamber'in kaçamak bakışlarla kendisine baktığını, kendisi baktığında ise onun derhâl nasıl yüz çevirdiğini; Allah'tan gelen bağış müjdesini verirken ise “Yüzü sevinçten parlamaktaydı. Resûlullah (sav) neşelenince yüzü ay parçası gibi aydınlanırdı ve biz sevindiğini bundan anlardık.” diyerek detaylı bir şekilde anlatır.31
Hz. Peygamber'in örtüsüne bürünmüş genç kızdan daha hayâlı olduğunu belirten Ebû Saîd el-Hudrî, “Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde biz bunu onun yüzünden anlardık.” demektedir.32
Genç sahâbîlerden Abdullah b. Amr, ezberlemek kastıyla Resûlullah'tan (sav) işittiği her sözü yazıyordu. Onun bu durumunu gören Kureyşliler, Resûlullah'ın da bir beşer olduğunu, onun rıza hâlinde konuştuğu gibi gazap hâlinde de konuştuğunu hatırlatarak onu uyardılar. Bu uyarı üzerine yazma işini bırakan Abdullah, durumu Hz. Peygamber'e aktarınca Resûlullah (sav) ona,
اُكْتُبْ فَوَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ مَا يَخْرُجُ مِنْهُ إِلَّا حَقٌّ
“Yaz! Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki bu dudaklardan haktan başka bir şey sadır olmaz!”18 buyurdu.
Hz. Peygamber'in, iletişimde mübarek başını da sıkça kullandığı anlaşılmaktadır. Bazen olumsuz cevap anlamına gelecek şekilde başını salladığı34 ya da başını semaya diktiği35 rivayet edilmektedir.36
Son derece güzel olan yüzünü aydınlatan37 ve görenleri hayran bırakan gülüşü, tebessüm şeklindeydi. Çok hoşlandığı bir durum karşısında bazen azı dişleri görünecek kadar güldüğü olurdu.38
Rahmet Elçisi, toplum içindeki yerine bakmaksızın hemen herkese karşı son derece ince ruhlu, edep ve tevazu sahibi idi. Şefkatli, merhametli bir baba samimiyeti içerisinde Medine cariyelerinden (hizmetçi kız çocuklarından) biri Hz. Peygamber'in elinden tutar, kendisini götürmek istediği yere götürünceye dek elini bırakmaz,39 o da elini cariyenin elinden çekmezdi.40
Nitekim onun bu mütevazı hâli Adî b. Hâtim'i derinden etkilemişti. İlk defa huzuruna çıktığında Hz. Peygamber'in hanımlar ve çocuklarla birlikte oturmasından hareketle, onun bir kral olmadığı sonucuna varmış ve bu durumdan etkilenerek derhâl Müslüman olmuştu.41
Ashâbına çok düşkün olan Rahmet Elçisi42 onlara karşı oldukça samimi davranmaktaydı. Hz. Peygamber'in kumandanlarından Cerîr b. Abdullah (ra) şöyle demiştir: “Müslüman olduğum günden beri Resûlullah (sav), beni kapıdan çevirmedi. Beni her gördüğünde mutlaka gülümserdi.”43 Hz. Peygamber'in yakın dostlarından Huzeyfe b. Yemân'ın ifadesine göre ise Resûlullah (sav), ashâbından biriyle karşılaştığında onunla musâfaha yapar ve onun için hayır dua ederdi.44
İnsanlarla iletişimde selâmlaşma çok önem arz etmekteydi. Bu konuda çok titiz olan Peygamberimiz, oynamakta olan çocuklara dahi mutlaka selâm verirdi.45 Peygamberimiz zaman zaman çocuklarla oynar,46 onların oyun ve oyuncaklarıyla yakından ilgilenir, özellikle kız çocuklarına özel bir ilgi, sevgi ve şefkat gösterirdi. Peygamberimizin çocukları okşayıp sırtına alması,47 bağrına basması,48 onlarla şakalaşması,49 onun çocuklara karşı nasıl bir tutum sergilediği hakkında fikir vermektedir.
O, çocukların dili ile konuşmakta, onların dünyalarına girerek sevgi dolu bir yaklaşım benimsemekteydi. Enes b. Mâlik'in kardeşi Ebû Umeyr'in bir serçe yavrusu vardı. Allah Resûlü, onunla konuşur ve ona, “Ey Ebû Umeyr! Ne yaptı Nuğayr?” diyerek kuşu sorardı.50 Yine küçük yaşta Hz. Peygamber'e yetişen şanslı çocuklardan Mahmûd b. Rebî'in hatırladığı tatlı bir hatırasına göre evlerindeki bir kovadan Resûlullah ağzına su almış ve onun yüzüne püskürtmüştü.51
Evinde ve elinde yetişen sevgili Enes'in anlattığına göre Allah Resûlü ona, “Oğulcuğum!” diye hitap ederdi.52 Aynı Enes, Peygamberimizin kendisine olan sıcak ilgisini şöyle anlatır: “Ben Hz. Peygamber'e on sene hizmet ettim. Bana bir kere bile “Öf!” demedi, “Niçin böyle yaptın?” ve “Neden şöyle yapmadın?” da demedi.53
Sevgili Peygamberimiz gençlere seslenirken, “Ey gençler topluluğu!” 54 hanımlara seslenirken ise, “Ey hanımlar topluluğu!” 55 gibi çeşitli hitap tarzlarını kullanırdı.
Ashâbından bazılarını uyarmak istediğinde, onları halkın içerisinde mahcup etmez, “Bazı kimselere ne oluyor ki...!” şeklinde hitap etmeyi tercih ederdi.56 Hz. Âişe'nin anlattığına göre, herhangi bir kimse hakkında olumsuz bir şeyler anlatıldığında, “Falan kimseye ne oluyor ki!” demez, “Bazılarına ne oluyor ki şöyle şöyle diyorlar!” şeklinde ifade ederdi.57
Allah'tan aldıkları bildirileri, muhataplarına iletmekle yükümlü elçiler olmaları hasebiyle peygamberlerin aslî görevidir iletişim. Zira her biri Allah'tan aldıkları vahyi, iletilmesi gereken kimselere, en etkin iletişim yollarını kullanarak ulaştırmakla mükelleftirler. Risâlet görevi sadece alınan vahiyleri tebliğ etmekten ibaret değildi. Bu görev, vahiylerin izahını, talimini ve tatbikini de içermekteydi. Bunun için de Hz. Peygamber'in, çevresindeki insanlarla çok iyi bir iletişim içerisine girmesi gerekmekteydi.
Hanımlara karşı son derece nazik ve kibar olan Sevgili Peygamberimiz, hem kendi eşleriyle hem de diğer Müslüman hanımlarla iletişimde de iyi bir örnekti. Çocukları çok seven ve önemseyen Rahmet Elçisi, onlarla âdeta çocuklaşmış; şakalaşarak, onlara selâm vererek, hâl hatırlarını sorarak onlarla iletişim kurmayı başarmıştır.
Tevazu timsali olarak cariyelerle, kölelerle, hizmetçilerle de aynı sıcak ilgi ve ilişki içerisinde olmuş ve her birinin gönlünü kazanmıştır. Bedevîlerin karakterlerini çok iyi bildiği için onlarla da iletişimde zorluk çekmemiş, onlara da anlayabilecekleri bir dil ve üslûpla konuşmayı yeğlemiştir.
İnsanlara rehber olarak gönderilmiş olan Allah Resûlü'nün bütün hayatı, Kur'an'ın tabiriyle “üsve-i hasene” yani “güzel bir örnek” oluşturmaktaydı.58 O, sadece abdest, dua, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin uygulamasında değil, insanlarla ilişkilerde ve iletişimde de ashâbına, Müslümanlara ve bütün insanlığa hep örnek olmuştu.
1 Mâide, 5/101.
2 2385 Tirmizî, Zühd, 50
3 Müslim, Birr, 163, hadis no: 6713.
4 Buhârî, Edeb, 96, hadis no: 6168.
5 Ebû Dâvûd, Edeb, 112-113, hadis no: 5126.
6 Müslim, Mesâcid, 5, hadis no: 1167.
7 Müslim, Mesâcid, 33, hadis no: 1199.
8 Müslim, Îmân, 137, hadis no: 252.
9 Müslim, Îmân, 62, hadis no: 159.
10 Tirmizî, Birr, 73, hadis no: 2020.
11 Nesâî, Salâtu’l-Îdeyn, 22, hadis no: 1579.
12 Buhârî, Edeb, 34, hadis no: 6023.
13 İbn Hanbel, III, 471, hadis no: 15958.
14 Buhârî, Salât, 88, hadis no: 481.
15 Müslim, Birr, 32, hadis no: 6541.
16 Müslim, Hac, 147, hadis no: 2950.
17 Buhârî, Rikâk, 3, hadis no: 6416.
18 Ebû Dâvûd, İlim, 3, hadis no: 3646.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam