يَا أَيُّهَاالَّذِينَ آمَنُوا مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ
"Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisine sevdiği bir topluluk getirir
أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan. Bu, Allah'ın bir fazlıdır; onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir."[1]
Peygamber Efendimizin şu müjdesine nail olmak da Osmanlı’ya nasip olmuştur:
" لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ، فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا، وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ "
İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir.[2]
Orta Asya'dan, güneye ve batıya doğru göç eden Türk boylarından bir kısmı İran'a yakın bölgelere, bir kısmı da Hindistan'a doğru yönelmişlerdir.
Sasani İmparatorluğu, Türkler ve Müslümanlar arasında bir engeldi. Bu engel Arap ordularının Yermuk (634), Kadisiye (635) ve Nihavend (641) savaşlarının ardından İran'ı ele geçirmeleriyle ortadan kalkmıştır.
Zaten bu civarda yerleşik bulunan Türkler, Araplar ile önceleri savaş halinde bulunmuş olsalar bile, Talas savaşında (751) Araplar ile birlikte Çinlilere karşı savaşmışlardır. Savaş sonrasında Çin'in Orta Asya'dan çekilmesiyle bölgeye Araplar hâkim olmuşlardır. Bu tarihten itibaren de Türkler Müslümanlığı tanımaya başlamışlardır.
Bu yakınlaşmaların sonucunda gelişen siyasal, ekonomik ve kültürel ilişkiler Türkler arasında Müslümanlığın yayılmasını iyice hızlandırmıştır.
Maveraünnehir'in Buhara, Semerkant, Fergana ve Curcan gibi büyük Türk şehirleri, İslâm kültür ve uygarlığının önemli merkezleri haline gelmeye başlamıştır. O zamana kadar sadece askeri alandaki üstünlükleriyle nam salmış olan Türkler, artık Müslümanlığa katkı sağlayacak duruma gelmişlerdir.
Türklerin Araplar ile yakınlaşması sonucunda Maveraünnehir bölgesindeki Türkler hızla Müslümanlığı kabul ediyorlardı. İtil Bulgarlarının hükümdarı Almış, Bağdat Abbasi Halifesin'den din adamı ve askerlik teknolojisi bilen insanlar (kale yapımı için) istemişti. Onuncu asrın başlarında onlara bir Müslüman heyeti geldi. O sırada Hazar Hanları Museviliği, Uygurlar mani dinini, Doğu Avrupa'ya giden Türkler ise Hırıstiyanlığı kabul etmişlerdi. İtil (Volga) Bulgar Milleti ilk Müslüman Türk Milleti oldu.
IX. Yüzyılın ortalarında artık Abbasi ordularında çok sayıda Türk vardı. Abbasiler birçok Türk'ü İslâm-Bizans sınırına yerleştirerek, onları Hıristiyanlara karşı İslâm dünyasının sınır bekçileri yaptılar. Böylece Türkler, Selçuklu akınından çok önceleri Anadolu'ya gelmiş ve oralarda yerleşmiş oluyorlardı. Battal Gazi Destanı işte bu sınır gazisi akıncı Türkler devrinden kalma bir destandır.
Türklerin Müslümanlığı kabul etmeleri hem İslâm âlemi hem de dünya tarihi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Türkler, karışıklık içinde bulunan İslâm dünyasının koruyuculuğunu üstlendiler. Selçuklular, Abbasi halifelerini himaye ettiler. Batıda Haçlı Seferleri'ne, doğuda Moğol akınlarına karşı Türkler tarafından set oluşturulmuş, böylece İslâm dünyası dağılmaktan kurtulmuştur. Bin yıla yakın bir süre Türkler, Müslümanlığın bayraktarlığını yapmıştır. Gazneli Mahmud'un Hindistan'a kadar yaptığı seferler sonucunda Müslümanlık Hindistan'a kadar ulaşmıştır. Böylece yakın dönemlerde kurulan Pakistan ve Bangladeş'in temelleri atılmıştır. Osmanlı döneminde ise Türkler Balkanlar'a yerleştiler. Arnavutlar, Bosna-Hersekliler (Boşnaklar) bu dönemde Müslüman oldular.
Türklerin Müslüman olmaları hem İslâm tarihi, hem Türk tarihi bakımından, dolayısıyla bütün dünya için çok önemli bir olaydır. Bu sayede Türkler birliğe kavuşmuş ve eriyip yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk topluluğu yoktur. Sonradan Müslüman olup da ardından asimile olan hiçbir Türk topluluğu yoktur. Ama Türk soyundan gelmiş birçok topluluklar vardır ki, bunlar İslâm'dan başka dinlere girmekle hem dillerini hem köklerini unutmuşlar, tamamen karakter değiştirerek kaybolup gitmişlerdir. Tuna Bulgarları bunun tipik örneğidir. Bu Türk topluluğu Hıristiyan olarak İslavlaşmış, bambaşka bir millet olmuştur. Şimdiki Bulgarların Türklükle en ufak bir ilişkisi kalmamıştır.
Müslüman olmaları sayesinde Türkler tarih sahnesinde üstün millet sıfatıyla yaşamlarını devam ettirdiler. Bir defa, Müslüman olunca, o sırada teşekkül halinde bulunan İslâm medeniyetine katıldılar ve bu medeniyeti oluşturan üç milletten (Araplar ve İranlılarla birlikte) biri oldular. İslâm cephesine girmiş olmaları onları Asya bozkırlarından Yakın Doğu'ya getirdi ve orada yerleşip kalmalarına neden oldu. Bu suretle Türkler tutunabilecekleri, büyük ve istikrârlı devlet kurabilecekleri bir bölgeye yerleşmiş oldular.
Arap edebiyatçıları ve tarihçileri de Türkler hakkında övgü dolu şeyler yazmışlardır. Bunlardan biri olan Cahiz, 'Türklerin Faziletleri' adlı kitabında şöyle diyor:
"Savaş sanatı Türk'e bilgi, tecrübe, siyaset ve sâir yüksek vasıflar kazandırmıştır. Türk daima sözünde durur ve hile bilmez. Türk Hakanı hileyi sadece savaşta da olsa yapmak zorunda kaldığını üzülerek belirtir ve iki yüzlü olanları daima en kötü insan sayar... Arap ordularını Türkler kadar titreten başka bir Millet yoktur. Türkler daima soylarıyla iftihar ederler, vatanlarına ve dillerine çok bağlıdırlar. Düşmanları esir alınca onlara iyilik ve ikram eder, alicenablık gösterirler."
Türk devletlerinin kuruluş ve gelişmelerinde askeri teşkilatlanmanın önemi inkar edilemez. Tarih boyunca Türk orduları diğer tüm milletlerin hem imrendikleri hem de korktukları, çekindikleri bir güç olmuştur.
Arap düşünür Cahiz, "Türk'e karşı hiçbir şey duramaz. Hiçbir kimse onu, yutulacak bir lokma olarak kabul edemez" diyerek Türk ordularının üstünlüğüne işaret etmiştir.
Türk askeri, düşmanlarına korku dostlarına ise büyük güven vermiştir. Bu güven İmam-ı Azam tarafından "Kılıç, Türkler'in elinde bulunduğu sürece senin dinine zeval yoktur" şeklinde dile getirilmiştir. Bu sözle İmam-ı Azam, Türk askeri yeryüzünde bulunduğu sürece İslam dinine kimsenin zarar veremeyeceğine işaret etmiştir.
Devlet-i ebed müddet, yani Osmanlı Devleti'nin İ'lây-ı Kelimetullah için kurulup, gelişerek dünyanın üç kıtasına hakim olacağının müjdecisi olan üç rüyadan da söz etmeliyiz.
Ertuğurul Bey, birgün Söğüt civarına dolaşırken, geceyi bir köy imamının evine geçirmesi icab etmiş. Ertuğrul Bey'in oturduğu yerin arkasındaki dolapta imam efendinin Kur'an-ı Kerimi bulunuyormuş İmam Efendi telaşla Kur'an-ı Kerimi alıp yüksek bir rafa kaldırmış. Okuma-yazma bilmediği rivayet edilen Ertuğrul Bey ise:
— O ne kitabıdır? diye sormuş İmam Efendi de:
— Allah (c.c)'ın, peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'ne bildirdiği Kur'an-ı Kerim'dir; bütün din ahkâmı onun içinde yazılıdır, diye cevap vermiş.
Bir süre daha sohbet ettikten sonra, İmam Efendi müsaade isteyip misafirini yalnız bırakmış.
Ertuğrul Bey, namazını kıldıktan sonra, Mushaf-ı şerife dönerek ellerini bağlamış ve sabaha kadar öylece ayakta durmuştur. Sabaha karşı yorulup ta yastığına dayanıp kendinden geçtiği bir sırada Allah (c.c) tarafından rüyada kendisine «Sen benim kitabıma bu kadar hürmet ettin, ben de senin evladımda ta kıyamete kadar devam edecek bir saltanatla kutladım.» diye bir ses gelmiş Ertuğurul bey uyandığında bu rüyayı imama söylemiş ve bir süre sonra da oğlu Osman Bey'e anlattığı rivayet edilir.
İkinci rüya ise; Ertuğrul Bey'in, Osman Gazi doğmadan evvel Konya'ya gidişlerinden bir keresinde, gece rüyasında; evinin ocağından tatlı bir su çıkarak, oba bir büyük deniz olup her tarafı kaplamış. Ertuğrul Bey, Sultan Alâaddin'in Başkâtibi, zamanın büyük alimlerinden Abdülaziz Efendi'ye rüyasını anlatmış. O da: «Yakında senin bir oğlun doğacak ve O'nun saltanatı alemi kaplayacak» diye tabir etmiş. Az bir müddet sonra da Osman Gazi'nin doğduğunu bazı tarih kitapları yazar.
Osman Bey, aslen Karaman'lı olan, tahsil için Şam'a gidip sufiyye mesleğine intisab ederek dönen ve Söğüt'te halkı irşada başlayan büyük alim Şeyh Edeb Ali Hazretleriyle görüşür ve O'nun teveccühünü kazanmaya çalışırdı. Birgün Şeyh'in kızı Mal Hatun'u başka kızlarla beraber gezerken görür ve aşk ateşi kalbine düşer. Fakat Şeyh Edeb Ali'ye ayıp olmasın diye bu aşkını üç sene sakladı. Şeyh Edeb Ali'nin tekkesinde misafir kaldığı akşamların birinde bir rüya gördü. Şeyh'in koynundan bir ay çıkıp kendi koynuna girmişti. Göbeğinden bir ağaç peydah olup, dalları bütün dünyayı kaplamıştı. Edeb Ali'ye bu rüyayı anlatan Osman Bey, şu cevabı almıştı;
«— Sen bana damat olacaksın ve büyük, uzun ömürlü bir devlete kavuşacaksın.» Daha sonra kızı Mal Hatun'u Osman Bey'le evlendirdi. Alâaddin ve Orhan adındaki oğulları Mal Hatun'dan doğmuşlardır.
İşte bu üç rüya, Osmanlı Devleti'nin İslâm fetihleri (zaferleri) için kurulacağını müjdeleyen ilâhi işaretlerdir.
Yine meşhur bir alim ve tarihçi olan Bitlis'li İdris der ki: Kumral Abdal adında bir gönül ehli vardı. Yenişehir taraflarında otururdu. Dervişleriyle Rum köylerine akın eder, gaza yapardı. Bir gün Allah yolunda ehl-i halden büyük bir zatla görüştü.
Bu zat, Kumral Abdal'a: «—Allah-u Teâlâ, Osman Gazi'ye kıyamete kadar devam edecek bir büyük devlet ihsan etti, git müjdele!)» diye emretmiş, Kumral Abdal, Osman Gazi'yi tanımıyordu. O mübarek zat Kumral'a, Osman Gazi'nin çehresini tarif etmiş... Kumral Abdal da bu alâmetlerle Osman Gazi'yi bulup müjdeyi vermiş.
Müjdeyi alan Osman Gazi, «—Şimdiki halde bir kılıçla, bir maşrabamdan başka şeyim yoktur.» deyip, onları Kumral Abdal'a vermiş. Kumral, maşrabayı alıp, kılıcı geri vermiş ve böylece kılıç fetihlerini müjdelemiş.
İslam birliğinin bir dönemde yine sahnede Türkleri görmekteyiz. Anadolu Selçuklu Devletinin parçalanması üzerine Bizans hududunda ortaya çıkan Osmanlı beyliği süratle geçmeye başladı. Hristiyanlara karşı yapılan gazaların tertip ve idare edildiği Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Bey'e de Gazi ünvanının verilmesi bundan ileri gelmektedir. Osman Gazinin Bizans'a karşı yaptığı gazalar Anadolu'daki Türkmen gönüllülerinin bu bölgeye gelerek bu gazalara katılmasını sağlamıştır.
Devamlı gaza yapmak, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun dinamik faktörüdür. Osmanlılar, bu uç gazi ananesinden hareketle XV. Yüzyılda bütün İslam dünyasını koruyucuları rolünü benimseyeceklerdir. Anadolu'da kurulan ve sayıları on beşi geçen Türk beylikleri içinde, üstelik bunların en küçüklerinden biri olmasına rağmen, Osmanlı beyliğinin bir imparatorluk haline gelmesinde gaza fikrinin tesirleri çok büyüktür. Yine bu beyliğin gelişmesinde içte sosyal teşkilatlanmayı sağlayan, dışta ise uca gelen gazileri akınlara teşvik eden ve bizzat kendileri de katılan Ahileri de dikkate almak gerekmektedir.
Osmanlı beyliğinin süratle gelişerek Çanakkale boğazı yoluyla Avrupa'ya geçmeleri ve burada başarılı fetihlerde bulunmaları Haçlı zihniyetinin yeniden hortlamasına sebep olmuştur.
Balkanlardaki hristiyan devletleri Papa'nın teşvikleriyle Osmanlılara karşı müttefik bir cephe oluşturdular. Osmanlılara karşı harekete geçen ilk haçlı ordusu 1389'da Kosova'da Sultan I. Murat tarafından hezimete uğratıldı. Onun oğlu Yıldırım Bayezid bir taraftan Anadolu'da Türk birliğini kumaya çalışırken diğer taraftan yeniden harekete geçen Hristiyan orduları 1401 yılında Niğbolu'da mağlup etmeyi başardı. Yıldırım Bayezid’den sonraki Osmanlı padişahları fetihlere büyük bir hızla devam ediyorlardı.
Nihayet yedinci Osmanlı padişahı II. Mehmet, kendisinden önce defalarca teşebbüs edildiği halde bir türlü fethedilmeyen fakat Hz. Muhammet(s.a.v.)'in bir hadis'i ile fethedileceği müjdelene Istanbul'un fethini gerçekleştirmiş ve dokuz asırdan beri Islam aleminin en büyük düşmanı olan Bizans imparatorluğuna son vermiştir. Bu önemli tarihi hadise aynı zamanda Ortaçağ'ın sonu ve Yeniçağ'ın başlangıcı olmuştur. Fatih Sultan Mehmed 1481 yılında da Italya'ya karşı harekete geçerek Istanbul Partililiği'nden sonra Roma Papalığı'nı da hakimiyeti altına almak istemiş, ancak buna ömrü yetmemiştir. Istanbul'un fethinden sonra Osmanlılar Islam dünyasının en sağlam ve kuvvetli devleti haline geldiler ve Hristiyanlar karşısında Islamiyet' in en büyük savunucusu oldular.
II. Beyazid devrinde Osmanlılar açık denizlerde de Venedik'e karşı koyabilecek bir deniz gücü oluşturarak Batı Akdeniz'de kudretini hissettirmeye başladılar. Onun oğlu Yavuz Sultan Selim önce Anadolu'daki Şii Safevi Iran'ı ezdikten sonra Suriye ve Mısır'ı zaptederek devletin hudutlarını oldukça genişletti. Mısır'ın zaptı ile halifelik tarihinde yeni bir devir başlıyordu. Son Abbasi halifesi el-Mütevekkil Alaallah, halifeliği ve halifelik emanetlerini Sultan Selim'e devretti.aygunhoca.com Böylece Emevi ve Abbasi hanedanlarından sonra Osmanlı hanedanı halifelik makamına geçmiş oluyordu. Mısır'ın fethinden hemen sonra Osmanlı donanması Kızıl Deniz'de, Hindistan Müslümanlarını tehdit etmeye başlayan Portekiz ile mücadeleye başladı.
Kanuni Sultan Süleyman'ın tahta geçişinde Mekke şerifi'nin gönderdiği mektupta Sizler Efrenc'den ve emsalinden memleketler fethetmekle bize ve İslam sultanlarına üstün bulunuyorsunuz demekle Osmanlı üstünlüğünü kabul ediyordu. Osmanlı padişahları halifeliğe sahip olmakla, kendilerini Islam dünyasının Hıristiyan dünyasına karşı koruyucusu, İslam’ın, Şeriat'ın, Mekke ve Medine'nin, hac yolarının hizmetkarı olarak görüyorlardı. Onlar bu kuvvetin kendilerine Allah tarafından verildiğini düşünüyorlardı.
Osmanlı devletinin en parlak devri bilinen ve Avrupalıların Muhteşem Süleyman dedikleri Kanuni Sultan Süleyman devrinde Osmanlı orduları karada ve denizde Hıristiyan Avrupa karşısında büyük başarılar kazanmıştır. Karada bütün Macaristan fethedilip Viyana kapılarına varılıyordu. Denizde ise Ege adalarının zaptından ve müttefik Hıristiyan donanması 1537'de Preveze'de hezimete uğratıldıktan sonra Akdeniz de bir Türk gölü haline getiriliyordu. Akdeniz deki Türk hakimiyeti Ispanya ve Portekiz'in devamlı tehdidi altında olan Kuzey Afrika Müslümanlarına yeni bir güç vermişti. Akdeniz in Osmanlı kontrolüne geçmesinden sonra Ümit Burnu'nu dolaşarak Hindistan'a ulaşana Avrupalılar karşısında Hint Müslümanlarını koruma görevini de Osmanlılar üstlenmişti
Kanuni Sultan Süleyman; Hindistan'daki Portekiz tehlikesini bertaraf edebilmek için dört sefer tertip etmiş ve Kızıl deniz'i emniyete almak maksadı ile Yemen ile Güney Arabistan'ı Osmanlı hakimiyetine almış ve Yemen eyaletini kurmuştur. Afrikada daha güneyde ele geçirilen topraklar da Habeş eyaleti tesis edilmiştir. Islam hükümdar ve halifeleri arasında 12 büyük sefere katılmış ve son nefesini bir sefer esnasında vermiş Kanuni'den sonra ikinci bir şahsa rastlanmamaktadır. Kanuni'den sonra fetihler az da olsa yine devam etmiştir. Bu devrede Osmanlı sadrazamı sokulu Mehmed paşa'nın don ve Volga nehirleri arasında bir kanal açtırarak Orta Asya Türk ve Müslümanlarına yardımcı olabilme teşebbüsü de oldukça önemlidir. Yine aynı şahsın Süveyş kanalı teşebbüsü de Hint Müslümanlarına yardım emeline hizmet edecekti.
Osmanlı Devleti için İslam'ın bayraktarlığını yapmaktan, İslam'ın adaletini ve ahlakını dünyaya yaymaktan daha büyük bir hedef yoktu. Bu nedenle de Osmanlı, fethettiği topraklarda yine Kuran'da emredildiği gibi hiçbir zora ve baskıya başvurmadan İslam ahlakını yaşattı ve hakim kıldı.
Osmanlı için sadece Müslüman ve Türk halkın rahatı ve mutluluğu değil, kendisine tabi olan her dilden ve her dinden insanın rahatı ve mutluluğu önemliydi. İslam ahlakının bir gereği olarak Osmanlı padişahları, kendilerinden yardım isteyen kişi -inançsız da olsa- ihtiyaç içinde olana yardım etmiş ve bunun Allah'a karşı olan sorumluluklarından biri olduğunu bilmişlerdir.
Osmanlı için ele geçirdiği toprakların tümü "vatan toprağı" idi ve Dar'ül İslam (İslam yurdu) olarak kabul edilen bu topraklarda yaşayan insanların hepsi de İslam'ın halifesi olan padişaha emanet idiler. Osmanlı padişahlarının Allah ve peygamber sevgileri giriştikleri her işte itidalli, adaletli, merhametli ve dolayısıyla da başarılı olmalarını sağlamıştır. Osmanlı yöneticileri kendilerini halkın işlerini yapmak için Allah'ın görevlendirdiği kişiler olarak görürlerdi ve halka hizmet götürmeyi ana görevleri sayarlardı.
Din ve vicdan hürriyeti, bütün Türk devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti'nde de titizlikle uygulandı. Osmanlı topraklarında kilise, havra ve camiler yan yanaydı. Bu nedenle başta Katolik Avrupa'nın katı baskılarına maruz kalan Ortodoks Balkan halkları olmak üzere pek çok halk, birçok kez, Hıristiyan yöneticiler yerine Müslüman Türk idarecilerin yönetimi altında yaşamayı tercih ettiler. Sadece Hıristiyanlar değil, XV. yüzyılın sonlarında İspanya'daki Yahudiler de kitleler halinde, adaletinden ve kendilerine sağlayacağı din hürriyetinden emin oldukları Osmanlı yönetimine sığındılar.
Önemli tarihçilerimizden Prof. Dr. İsmet Miroğlu, Tarih ve Medeniyet Dergisi'nde yayınlanan bir makalesinde Osmanlı'daki din ve vicdan hürriyetine detaylı bir şekilde yer vermektedir. Miroğlu'nun belirttiği gibi Rus kilisesinin zulmüne dayanamayan Kazaklar da din hürriyetini Osmanlı idaresinde bulan halklardandır. Prof. Miroğlu söz konusu makalesinde Antalya Patriği Makarios'un, Ortodokslara zulmeden Katolik Polonyalıları Osmanlı idaresiyle kıyaslayan şu sözlerine de değinmektedir:
O imansızlar tarafından öldürülen binlerce insana, kadın, kız ve erkeklere ağladık. Lehliler Ortodoks adını dünyadan kaldırmak istiyorlar. Allah Türklerin devletini ebedi eylesin. Zira Türkler vergi aldıktan sonra Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerine dokunmazlar.
(Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 193)
Prof. Bernard Lewis şöylece belirtmektedir :
“Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan yıkılışına kadar İslâm kuvvet ve imanının ilerlemesine veya savunmasına adanmış bir devlet idi. Osmanlılar altı asır, başlangıçta esas itibariyle başarılı olarak Avrupa'nın geniş bir kısmında İslâm hâkimiyetini kurma gayretiyle, daha sonra da Batının amansız karşı saldırısını durdurmak ya da geciktirmek için uzun müddet ve devamlı bir şekilde Hıristiyan Batı ile savaş halinde idiler. Yüzyıllarca devam eden bu mücadele Türklerin müslümanlığın ta köklerindeki kaynaklarıyla, Türk toplumunun ve kurumlarının bütün yapısına tesir etmiştir
Osmanlı Türkü için bütün ilk Müslüman memleketlerini içine alan imparatorluk İslâmiyetin ta kendisi idi. Osmanlı kaynaklarında İmparatorluğun toprakları “Memâlik-i İslâm”, hükümdarı “İslâm Padişahı” ve din işlerini yürüten kişi de “Şeyhülislam” olarak isimlendirildi. İmparatorluk halkı kendini her şeyden önce Müslüman sayardı. Daha önce gördüğümüz gibi Osmanlı ve Türk, nisbeten yeni kullanılan tabirlerdir; Osmanlı Türkleri kendilerini müslumanlık ile bir görmüşler, diğer her hangi bir müslüman milletinden çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslâmiyet içinde eritmişlerdi. Türk kelimesi Türkiye'de hemen hemen hiç kullanılmaz iken, Batı'da müslümanın eş anlamı haline gelmesi ve müslüman olmuş bir batılıya, hâdise İsfehan yahut Fas'ta olsa bile “Türk olmuş” denmesi dikkat çekmektedir.
Mekke-i mükerreme şehrinin büyük alimlerinden Seyyid Ahmed Zeyni Dahlan (Ed-devletül Osmâniyye) adlı kitabında Osmanlı devleti hakkında şöyle demektedir:
Alimler şu hususta ittifak etmiştir: "İslam tarihine vakıf olan bir kimse kesin olarak bilir ki, Osmanlı devleti Hulâfa-i Râşidin devrinden sonra İslam devletlerinin en iyisidir. Çünkü onlar doğru itikatlı idiler. Ehl-i sünnet mezhebindeydiler. Ehl-i sünnetin yardımcısıydılar. Eshâb-i kirâma ve Ehl-i beyte, alimlere ve salihlere hürmetkar ve saygılı idiler. Onlarda bid'at ve bozuk inanışlardan hiçbirisi yoktu. Büyük fetihler ve gazalar yaptılar. Her yerde İslamın emirlerine göre hareket ettiler. Çok hayır ve hasenet yaptılar. Hac işlerini düzenleyip hacılar ve mukaddes yerleri ziyaret edenler için yol emniyetini sağladılar. Bu sebeple her müslimânın onların bekâsı ve devamı için duâ etmesi, onların muvaffak ve muzaffer olması için dua etmesi lazımdır."
Fatih Sultan Mehmet fetihlerdeki amacını şöyle açıklamaktadır
İmtisâl-i câhidû fillâh olubdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’un mücerred gayretidür gayretüm
Allah için küfürle cihadın misalini vermektir niyetim;
Mücerret gayretim, (sadece) İslâm dini içindir.
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile
Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm
Hakk üstünlüğü ve Allah’ın yücelttiği veliler himmetiyle
Kâfirleri baştan sona kahreylemektir niyetim.
Enbiyâ vü evliyâya istinâdum var benüm
Lutf-ı Hak’dandur hemân ümmîd-i feth ü nusretüm
Peygamberlerle velilerdir istinadım benim;
Hakk’ın lütfundandır, fetih ve başarı ümidim.
Nefs ü mâl ile n’ola kılsam cihânda ictihâd
Hamdülillah var gazâya sad hezârân ragbetüm
Nefis ve malla cihadıma şaşılmasın;
Hamdolsun, gazaya binlerce rağbetim var.
Ey Mehemmed mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umaram gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm
Ey Mehmet, Seçilmiş Ahmed’in mucizeleriyle
Umarım, galip gelir din düşmanlarına devletim.
Bayan Carly Fiorina, dünyanın en büyük bilişim şirketlerinden HP'nin yönetim kurulu başkanı. Bayan Fiorina Temmuz 1999'dan beri bu şirkette. Bundan önce 20 yıl ABD'nin telefon şirketi AT&T 'de üst düzey görevlerde bulunmuş ve AT&T ile ilgili bir firmada başkan olarak çalışmış. Stanford Üniversitesi'nin "Ortaçağ tarihi ve felsefesi" bölümünü bitirmiş ve çeşitli dallarda master yapmış bir uzman.
26 Eylül 2001 de Minneapolis, Minnesota'da "Teknoloji, piyasalar ve hayat tarzımız: Gelecekte neler olacak?" konulu bir konferansa, Carly Fiorina, ana konuşmacı olarak davet edilmişti. Konuşmasının son dakikalarında tarihten örnekler vererek değerlendirmeler yapıp şöyle dedi:
"Konuşmamı tarihten bir örnek ile bitirmek istiyorum:
Bir zamanlar tarihte öyle bir medeniyet vardı ki, o dönemin en büyük medeniyeti idi. Bu medeniyet birçok kıtalara yayılmış, sınırları okyanustan okyanusa, kuzey iklimlerinden tropik iklimlere ve çöllere kadar uzanmıştı. O medeniyetin tebaası olarak, farklı ırklardan, farklı dillerden, farklı kültürlerden yüz milyonlarca insan yaşamıştı.
Bu medeniyette konuşulan dillerden bir dil, dünyada çok konuşulan bir dil haline gelmiş ve farklı kıtalardan insanlar arasında köprü olmuştu. Bu medeniyetin ordusundaki farklı milletlerden olan askerler, dünyanın belki de hiçbir zaman görmediği bir barış sundu, tebaasına ve dünyaya. Bu medeniyetin tacirleri, Latin Amerika'dan Çin'e ve arada kalan bütün ülkelere ulaşmışlardı.
Yeni buluşlar bu medeniyetin temel taşlarından biri olmuştu. Bu medeniyetin mimarları, yerçekimi hesaplarına dayanan binalar yapmışlar, matematik bilginleri, bilgisayarın temel algoritması olan algebrayı (cebiri) bulmuşlar ve kodlamayı keşfetmişlerdi.
Doktorları, hastalıklara yeni ilaçlar bulmuşlar, uzay bilginleri gökyüzündeki yıldızları incelemişler ve onları isimlendirerek, bugünkü uzay çalışmalarının temellerini atmışlardı. Edipleri, binlerce romantik ve sihirli hikâyeler yazmışlar ve şairleri kendilerinden öncekilerin yazmadığı şekilde sevgi üstüne şiirler yazmışlardı.
Öteki medeniyetler yeni fikirlerden korkarken ve sansür uygularken, bu medeniyet devamlı yeni fikirlere açık olmuş ve bilgiyi, kültürü devamlı canlı tutmuştu.
Günümüz Batı medeniyeti de bu özelliklerin bir çoğuna sahip, fakat benim sözünü ettiğim medeniyet, Osmanlı İmparatorluğu'nu da içine alan, Kanuni Sultan Süleyman'lar gibi hükümdarlar yetiştiren İslam medeniyetidir.
Bu medeniyetin bize sunduğu miras, bugünkü Batı medeniyetinin temelini oluşturmaktadır. Bugünkü teknoloji İslam matematikçilerinin sayesinde vardır. Sufî yazar Mevlana gibi yazarlardan çok şeyler aldık. Kanuni Sultan Süleyman gibi hükümdarlardan tolerans göstermeyi ve liderliği öğrendik.” …
Alman Profesör Neumark'ın şu sözlerine dikkat etmeliyiz:
"-Çok samimî itiraf edeyim ki, Avrupalılar, Türkleri sevmez. Kilisenin Türk ve İslâm düşmanlığı Hristiyanların hücrelerine sinmiştir. Çünkü sizler en az 400 sene sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz. Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslâmiyet bugün belki sadece Hicaz'da varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki, Vahhabiliği kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığının adamlarıdır. Batı her yerde İslâmiyet'i, sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadet'i devam ettirdi. Onun için faraza lâiklik şöyle dursun, Hristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam ederler. Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir. Ve sizler gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa'nın refahı ve medeniyeti yıkılır. Bu bakımdan sizi silâh ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağlamaya çalışıyorlar..."
Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman diyor ki:
Osmanlı orduları Avrupa’da ilerliyor, Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, bütün Avrupa’nın müslümanların eline geçmesi çok kolay olacaktı. Osmanlılar, Avrupa’ya İslam medeniyetini getiriyor, ilim, fen, ahlak, nurları, Hıristiyanlığın kararttığı, uyuşturduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzur, saadet saçıyordu.
Asırlarca, diktatörlerin, kapitalistlerin, papazların zulümleri altında inleyenler, İslam ilimleri ile, İslam ahlakı ile, insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle Hıristiyan kiliseleri, Osmanlı ordularına karşı son gayretlerini harcıyorlardı.
Bir gece, İstanbul’daki, İngiliz sefiri, Londra’ya tarihi mektubunu yolladım. Buldum... Buldum!.. Osmanlı ordularının ilerleme sebebini buldum. Onları durdurmanın yolunu buldum diyor. Şöyle yazıyordu:
(Osmanlılar ele geçirdikleri her yerde din, ırk farkı gözetmeksizin, seçtikleri çocukların zekâlarını ölçüyor, ileri zekâlıları ayırarak, medreselerde okutup, İslam terbiyesi ile yetiştiriyorlar. Bunlar arasından da seçtiklerine, saraydaki Enderun denilen yüksek okulda, o zamanın en ileri bilgilerini veriyorlar. İşte, Osmanlı siyaset adamları, başkumandanları, böyle seçilen, yetiştirilen keskin zekâlı şahsiyetlerdir. Sokullular, Köprülüler, böyle yetişmiştir. Osmanlı akınlarını durdurmak, Hıristiyanlığı kurtarmak için biricik çare, Enderun mekteplerini ve medreseleri dağıtmak, onları içerden yıkmaktır.)
Bu mektuptan sonra, İngiltere’de, Müstemlekeler nezareti [Sömürgeler Başkanlığı] kuruldu. Burada yetiştirilen casuslar ve Hıristiyan misyonerleri ve masonlar, yalan propaganda ve yaldızlı vaatlerle avladıkları cahilleri Osmanlı devletinin kilit noktalarına yerleştirmeye ve bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlak derslerini, hatta, yüksek din bilgilerini kaldırmaya, müslümanları cahil bırakmaya uğraştılar.