Muâviye b. Hakem, Sülem kabilesindendi. İslâm'a girdikten sonra Medine'ye gelmişti. Medine'de geçirdiği günlerde yaşadığı bir hatırasını şöyle anlatmıştı:
“Bir defasında Resûlullah (sav) ile birlikte namaz kılarken cemaatten biri aksırdı. Ben de namaz içinde, 'Yerhamükâllâh' (Allah sana merhamet etsin!) dedim. İnsanlar bundan rahatsız olup bana ters ters baktılar. Ben, 'Ne oldu yahu! Neden bana öyle bakıyorsunuz?' dedim. Bunun üzerine onlar, elleriyle dizlerine vurmaya başladılar. Beni susturmak istediklerini anlayınca ben de sustum. Resûlullah (sav) namazı bitirdi. Anam babam uğruna feda olsun! Ne ondan evvel ne de sonra daha güzel öğreten birini gördüm! Vallahi bana ne surat astı, ne vurdu ne de azarladı. Sadece
إِنَّ هَذِهِ الصَّلاَةَ لاَ يَصْلُحُ فِيهَا شَىْءٌ مِنْ كَلاَمِ النَّاسِ إِنَّمَا هُوَ التَّسْبِيحُ وَالتَّكْبِيرُ وَقِرَاءَةُ الْقُرْآنِ
'Bu, namazdır. Namaz kılarken konuşulmaz. Namaz, tesbihtir, tekbirdir ve Kur'an okumaktır.' buyurdu.
Ben, 'Ey Allah'ın Resûlü! Ben câhiliyeden yeni kurtulmuş biriyim. Allah Teâlâ bize İslâm'ı getirdi. Bizden bazı kimseler kâhinlere gidiyor (ne dersiniz?)' dedim.
Resûlullah (sav), “فَلاَ تَأْتِهِ” 'Onlara gitme!' buyurdu. 'Bazılarımız da uğursuzluğa inanıyorlar (buna ne dersiniz?)' dedim. Resûlullah (sav),
ذَاكَ شَىْءٌ يَجِدُونَهُ فِى صُدُورِهِمْ فَلاَ يَصُدَّنَّهُمْ
'Bu, onların içlerinden geçen bir düşüncedir. Bu düşünce onları sakın işlerinden alıkoymasın!' buyurdu.”1
Muâviye b. Hakem'in dile getirdiği kâhinlere gitme ve kehanetlerine itibar etme, câhiliye döneminde oldukça yaygındı. O dönemin Araplarınca kâhin, önemli bir bilgi kaynağıydı ve sorunlarının çözüm kaynağı olarak kabul edilmekteydi. Gaybı bildiklerine inandıkları için, gerçeği anlamak ve aralarındaki davaları hallettirmek üzere kâhinlere giderlerdi.
Onlara göre kâhin, olağanüstü güçlerle ilişkisi olan biriydi ve o bu ilişki sayesinde geçmişteki ve gelecekteki olayları bilirdi. İnanışa göre onlar ihtilâfları çözer, rüyaları tabir eder, kayıpları bulur, zina olaylarını belirler, hırsızlık ve adam öldürme gibi cürümleri aydınlatır, hastalıklara şifa bulurlardı. Ayrıca bir kabileye savaş ilân edecekleri zaman kâhinlere danışılır, toplumsal ihtilâflarda ve aile anlaşmazlıklarında hakemliklerine başvurulur, gelebilecek her türlü felâketi önceden haber vermeleri istenirdi.2
Câhiliye düşüncesine göre her kâhinin kendisini gizemli bilgiler getiren cinleri vardı ve insanların bilmeyecekleri bilgileri cinleri sayesinde elde etmekteydiler. Câhiliye Arapları, göremedikleri hâlde var olduğuna inandıkları cinlerin bu insanları etkilediklerini düşünmekteydiler. Arrâf ya da kâhin, ciniyle görüştükten sonra “secî'” denen kafiyeli bir konuşma tarzıyla cevap verirdi. Onun bu şekilde etkileyici ve edebî bir üslûp kullanması dinleyenleri karşısında konumunu güçlendirirdi. Dolayısıyla secî' ile konuşmak olağanüstü bir varlıktan ilham veya vahiy alıyor olmanın işareti olarak addedilirdi. Bundan dolayı müşrikler, inen Kur'an vahiylerini “şair sözü” ya da “kâhin sözü” olarak nitelemişlerdi.3
Câhiliye düşüncesinde önemli yeri olan kâhinlerdeki bilgilerin değeri ve bunlara inanmanın doğru olup olmadığı, İslâm'ı yeni seçen kimselerce de merak konusuydu. Nitekim bu konuda Hz. Âişe şu bilgileri aktarır: “Birtakım insanlar Resûlullah'a (sav) kâhinleri sordular, Allah Resûlü, “ لَيْسُوا بِشَىْءٍ” 'Onları dikkate almaya değmez!' buyurdu. Bunun üzerine, 'Ey Allah'ın Resûlü! Ama onların anlattıkları şeyler bazen doğru çıkıyor.' dediler. Hz. Peygamber şu cevabı verdi:
تِلْكَ الْكَلِمَةُ مِنَ الْجِنِّ يَخْطَفُهَا الْجِنِّىُّ فَيَقُرُّهَا فِى أُذُنِ وَلِيِّهِ قَرَّ الدَّجَاجَةِ فَيَخْلِطُونَ فِيهَا أَكْثَرَ مِنْ مِائَةِ كَذْبَةٍ
'Bu söz cinlerdendir. Cin onu kapar ve (kâhin) dostunun kulağına tavuğun gagalaması gibi defalarca fısıldar. (Kâhin) ona yüz yalan karıştırır (ve halka sunar).' ”2
Burada Efendimiz, kâhinlerin yalancılığına vurgu yapmakla birlikte, onların cinler vasıtasıyla birtakım doğru bilgilere ulaşabildiklerini ve bazen de doğru şeyler söyleyebileceklerini ifade etmektedir. Şeytan ve cinlerin bilgi sızdırma olayından Kur'ân-ı Kerîm'de de söz edilmektedir:
اِنَّا زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ ﴿6﴾ وَحِفْظًا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ مَارِدٍ ﴿7﴾ لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَاِ الْاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ ﴿8﴾ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ ﴿9﴾ اِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ﴿10﴾
“Biz, en yakın göğü yıldızlarla süsledik ve onu her azgın şeytandan koruduk. Artık onlar mele-i a'lâyı (yüce melekler topluluğunu) dinleyemezler, her taraftan kovularak (alevli yıldızlarla) taşlanırlar ve onlar için devamlı bir azap vardır. Şayet (meleklerin konuşmalarından) bir haber kapıp kaçıran olursa onu da (önüne geleni) delip geçen alevli bir yıldız takip eder.”3
Bu âyetleri tefsir eden âlimlerimiz, şeytan ve cinlerin gökyüzünden bilgi sızdırma işinin Resûlullah'ın peygamber olarak gönderilmesinden sonra bittiğini belirterek kâhinlerin geleceğe dair verdikleri mâlûmatın gerçeklerden uzak olduğuna dikkat çekerler.6
Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde insanın kaderini değiştirme iddiası taşıyan, Allah'tan başka varlıklardan yardım alma gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarından ve sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü hurafe, bâtıl inanç ve uygulamalar açık ve kesin bir şekilde reddedilmiş ve yasaklanmıştır. Hz. Peygamber'in hemen tüm faaliyetlerinde hurafelerle mücadele ettiği görülmektedir. Söz gelimi kehaneti ve kâhinlerin eylemlerini kesinlikle hoş görmemiş, onların kehanet karşılığı aldığı ücreti asla tasvip etmemiş,7 çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı olan ve hemen bütün milletlerde bâtıl inanç ya da folklor olarak varlığı görülen falcılığı yasaklamıştır.8
Hz. Peygamber çocukların vücut yapılarına bakarak gelecekleriyle ilgili tahmin yürütmek gibi daha başka usullerle gâipten haber verdiğini iddia eden arrâflara ve kâhinlere müracaatı yasaklayarak şöyle buyurmuştur:
مَنْ أَتَى عَرَّافًا فَسَأَلَهُ عَنْ شَىْءٍ لَمْ تُقْبَلْ لَهُ صَلاَةٌ أَرْبَعِينَ لَيْلَةً
“Kim bir kâhine (medyuma) gelir de ona bir şey sorarsa kırk gece namazı kabul olunmaz.”4
Çeşitli rivayetlerde onları tasdik edenin Hz. Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olacağı,10 kâhinlerle, sihire inananların cennete giremeyeceği11 ifade edilmektedir. Bu ve benzer hadisleri “terhîb” yani kötülüklerden sakındıran rivayetler olarak anlamak uygun olacaktır.
İslâm'ın doğduğu sırada cincilik, düğüm atmak, üflemek, fal okları ve yıldıza bakmak gibi usuller yaygın bir şekilde putperestlikle birlikte uygulanmaktaydı. Bu nedenledir ki İslâm bunlara şiddetle karşı çıkmıştır. Sihir/büyü yapılmasını, Hz. Peygamber helâk edici büyük günahlar arasında saymış, hatta onu Allah'a şirk koşmanın hemen ardından zikretmiştir:
اِجْتَنِبُوا الْمُوبِقَاتِ الشِّرْكُ بِاللَّهِ ، وَالسِّحْرُ
“Helâk eden şeylerden kaçının: Allah'a şirk koşmak ve sihir yapmak.”5
Esrarengiz olan hususlara karşı merak duyan insanoğlu, tarih boyunca çevresindeki bilinmeyenleri keşfetmeye, anlamaya ve geleceği hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmıştı. Bu nedenle de insanlar ilk dönemlerden itibaren gizli yönleriyle ve gelecekleriyle ilgili olarak ileri sürülen iddialara ilgisiz kalmamış, onun bu özelliği sihir, büyü, fal, kehanet gibi uğraşıların toplumda yer edinmesine ve revaç bulmasına zemin hazırlamıştı.
Ve zaman içinde insanların gayba, bilinmeze ve gizemliye olan ihtiyacını ve eğilimini karşılamak üzere kâhin, sihirbaz, büyücü, falcı, medyum gibi isimlerle anılan çeşitli kimseler ortaya çıktı. Bu kimseler, mistik sezgi güçlerinin bulunduğunu, görünmez varlıklarla temasa geçtiklerini ve sıradan insanların bilemediği bazı bilgilere sahip olduklarını ileri sürmüşlerdi.
Bu dönemin önemli bilgi kaynaklarından biri olan sihre, Kur'an'da, değişik vesilelerle sıkça temas edilmiştir. Bu âyetlerde Allah'ın diğer peygamberlere ve Hz. Muhammed'e indirdiği vahyin ve bu peygamberlerin hak olduğu, sihir ve sihirbaz olmadığı bildirilmiş, geçmiş peygamberlere karşı sihirbazların yürüttüğü muhalefet ve iftira kampanyasına değinilmiş, sihirbazların felâh bulmaz yalancı ve düzenbazlar olduğu ifade edilmiştir.13
Câhiliye dönemi Araplarında görülen bir başka bilgi türü de, hava durumu ve iklimlerdeki değişikliklerin yıldızların hareketleriyle oluştuğuna inandıkları “envâ” denilen halk astronomisi ve meteorolojisi bilgisidir. Onlar, yıldızları, yağmurun yağması, sıcakların veya soğukların başlaması, suların çekilip kabarması, bitki örtüsünde değişiklik olması, bereket ve kıtlık meydana gelmesi ve çeşitli rüzgâr yahut fırtınaların çıkması gibi tabiî hadiselerin amili olarak görmüşler ve onlara bir tür ulûhiyet nispet ederek beklentileri doğrultusunda kendilerinden niyazda bulunmuşlardır.
Onlar, yıldızları bazı tabiat hadiselerinin yaratıcıları olarak görmekle küfre düşmüşlerdi. Hz. Peygamber, bu tür bâtıl inançları kınayarak yağmuru yağdıranın Allah olduğunu belirtmiş, yağmurun yağışını bir yıldızın doğup batmasına bağlayanların, o yıldıza tapmış Allah'ı inkâr etmiş olacaklarını bildirmiştir.14
Bu cümleden olarak Araplar arasında “yıldız kayması” da farklı şekillerde yorumlanabilmiştir. Abdullah b. Abbâs şöyle anlatır: “Bana Peygamber'in (sav) ashâbından ensardan bir zât haber verdi. Bir gece Resûlullah (sav) ile birlikte otururlarken bir yıldız kaymış ve ortalık aydınlanmıştı. Bunun üzerine Resûlullah onlara,
مَاذَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ فِى الْجَاهِلِيَّةِ إِذَا رُمِىَ بِمِثْلِ هَذَا
“Böyle bir şey olduğunda câhiliye devrinde ne derdiniz?” diye sormuş, onlar da,
اَللَّهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ كُنَّا نَقُولُ وُلِدَ اللَّيْلَةَ رَجُلٌ عَظِيمٌ وَمَاتَ رَجُلٌ عَظِيمٌ
“Allah ve Resûlü daha iyi bilir. Biz bu gece büyük bir adam doğdu ve bu gece büyük bir adam öldü derdik.” cevabını vermişler. Resûlullah,
فَإِنَّهَا لاَ يُرْمَى بِهَا لِمَوْتِ أَحَدٍ وَلاَ لِحَيَاتِهِ وَلَكِنْ رَبُّنَا تَبَارَكَ وَتَعَالَى اسْمُهُ إِذَا قَضَى أَمْرًا سَبَّحَ حَمَلَةُ الْعَرْشِ ثُمَّ سَبَّحَ أَهْلُ السَّمَاءِ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ حَتَّى يَبْلُغَ التَّسْبِيحُ أَهْلَ هَذِهِ السَّمَاءِ الدُّنْيَا ثُمَّ قَالَ الَّذِينَ يَلُونَ حَمَلَةَ الْعَرْشِ لِحَمَلَةِ الْعَرْشِ مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ فَيُخْبِرُونَهُمْ مَاذَا قَالَ - قَالَ - فَيَسْتَخْبِرُ بَعْضُ أَهْلِ السَّمَوَاتِ بَعْضًا حَتَّى يَبْلُغَ الْخَبَرُ هَذِهِ السَّمَاءَ الدُّنْيَا فَتَخْطَفُ الْجِنُّ السَّمْعَ فَيَقْذِفُونَ إِلَى أَوْلِيَائِهِمْ وَيُرْمَوْنَ بِهِ فَمَا جَاءُوا بِهِ عَلَى وَجْهِهِ فَهُوَ حَقٌّ وَلَكِنَّهُمْ يَقْرِفُونَ فِيهِ وَيَزِيدُونَ
“Bu yıldız, ne bir kimsenin ölümü için kayar ne de doğumu için! Lâkin Yüce Rabbimiz bir şey takdir buyurduğunda arşı taşıyan melekler tesbih eder. Arkasından onlardan sonra gelen gök ehli tesbih eder. Ta ki tesbih dünya semasının sakinlerine ulaşır. Sonra arşı taşıyanların arkasından gelenler arşı taşıyanlara, 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar. Onlar da ne buyurduğunu kendilerine haber verirler. Böylece semâvât sakinleri birbirleriyle haberleşir. Nihayet haber dünya semasına ulaşır. Ve cinler işitileni kaparak onu (kâhin) dostlarına aktarır ve bu kayan yıldızla taşlanırlar. Olduğu gibi getirdikleri (haber) haktır. Fakat bu habere yalan karıştırırlar.”6 buyurmuştur.
Câhiliye döneminde halkın bilgi edindiği bazı yöntemler daha vardır ve Hz. Peygamber de zaman zaman onları bizzat kullanmış yahut tasvip etmiştir. Bunlardan bir tanesi, “kıyâfe” denilen ilginç bir bilgi edinme yöntemiydi. Bir kimsenin fizikî yapısına ve organlarına bakarak onun soyu, ahlâk ve karekteri hakkında tahminde bulunmak demek olan “kıyâfe”, İslâm öncesi Hicaz-Arap toplumunun kültüründe önemli yer tutan bir ilim dalıydı. Tecrübe ve tahminin yanı sıra, feraset ve basirete dayalı olan kıyâfe ilmi sayesinde elbette bugün tıp ilminin sağladığı kesin sonuçlar elde edilemiyordu.
Ancak o günün imkânlarıyla nesebe dair bilgi sağlayan bu ilim dalında bazı kabileler şöhret kazanmıştı. Benî Müdlic, Benî Leheb ve Nizaroğulları'nın kıyâfe ve firâse konusunda uzmanlaştıkları kabul ediliyordu.16
Hz. Âişe kıyâfe hakkında şu anekdotu anlatır: “Bir gün Zeyd b. Hârise ile (oğlu) Üsâme başları bir kadife ile örtülü, ayakları açık vaziyette yatmaktaydı. Müdlic kabilesinden Mücezziz adlı bir kâif (kıyâfeci) içeri girmişti. Resûlullah (sav) da oradaydı. Mücezziz, “Şüphesiz bu ayaklar birbirinden olmalıdır.” deyince bundan hoşnut kalan Resûlullah (sav), yüzü parlayarak sevinçle yanıma girdi ve şöyle buyurdu: 'Görmedin mi az önce Mücezziz, Zeyd b. Hârise ile Üsâme b. Zeyd'e baktı da şüphesiz bu ayaklar birbirindendir, dedi.' ”17
Peygamberimizin İslâm öncesinde evlâtlığı iken daha sonra azat ettiği Zeyd ile çok sevdiği Üsâme arasındaki benzerliğin Mücezziz tarafından ifade edilmesi Resûl-i Ekrem'i memnun etmişti. Zira Zeyd'in beyaz, Üsâme'nin ise siyah tenli olması, baba-oğul arasındaki bağ hakkında çeşitli dedikodulara yol açmıştı. Onun bu hoşnutluğu, hem Üsâme'nin nesebi konusunda rahatladığını, hem de kıyâfe konusunu önemsediğini göstermektedir.
Aynı şekilde birisiyle zina ettiğini iddia ederek eşiyle dört defa lânetleşen Uveymir'in eşinden doğacak çocuğun vasfıyla ilgili olarak Hz. Peygamber'in söylediği sözler, onun da basireti, ferâseti ve fetâneti sayesinde kıyâfe konusunda tecrübeli olduğunu ortaya koymaktadır.18
Hz. Peygamber dönemindeki farklı bilgi kaynaklarını göstermesi bakımından şu rivayet oldukça önemli bilgiler vermektedir. Genç talebelerinden Urve, bir gün hocası ve teyzesi olan Hz. Âişe'ye şöyle diyor: “Ey anneciğim! Senin anlayışına şaşırmıyorum, 'Allah Resûlü'nün hanımı ve Ebû Bekir'in kızı!' diyorum. Senin şiir ve câhiliye halkının geçmişi ile ilgili bilgine de şaşırmıyorum ve yine 'Ebû Bekir'in kızı!' diyorum. Zira o (bu konularda) halkın en bilgililerindendi. Fakat senin tıp bilgini nereden edindiğine şaşırıyorum!” Hz. Âişe, Urve'nin omzuna vurarak şöyle cevap verir: “Urveciğim! Resûlullah (sav) ömrünün sonlarında hastalanmıştı. O sıralarda her bölgeden Arap heyetler gelmekte ve farklı tedaviler önermekteydiler. Ben de onu bunlarla tedavi ediyordum. İşte böyle!”19
Urve'nin burada sözünü ettiği şiir ve nesep bilgisi, gerek câhiliye döneminde gerekse İslâmî dönemde önem arz eden bilgi kaynaklarındandı. Özellikle şiir, o dönemin iletişim vasıtalarının en güçlülerinden biriydi. Şiir ve Arap toplumu özdeşleşmişti âdeta. Günlük hayatta meydana gelen olaylar, ilişkiler ve toplumu ilgilendiren siyasî, içtimaî ve kültürel haberler şiirle Arap toplumuna aksederdi.
Bu nedenle İbn Abbâs, Kur'an'da geçen “garib” kelimelerin anlamlarının câhiliye şiirinde aranması gerektiğini, zira şiirin “Arapların divanı” olduğunu ifade etmişti.20 Câhiliye şiiri bu dönem insanının yaşantısını ve kültürel düzeyini yansıttığı için “Dîvânü'l-Arab” olarak nitelendirilmişti.21
Şiir, kimi zaman safsata ve cehaletin ürünüydü. Şairlerin mısraları Arap soylularının bâtıl iddialarını şahlandırırdı bazen. Yeri geldiğinde ise şiir, hakikatin ta kendisi olurdu. Arap'ın dilinde hakikati dillendiren bir araç oluverirdi. Resûlullah'ın ifadesiyle hakkı ızhar ettiğinde, kâfirin bile dilinde şiir neredeyse Müslüman olurdu.22
Şiirin ilhamî yönü, onun gaybî bilgi ile ilişkilendirilmesini sağlardı. Şair, Arapların gözünde gaybî varlıklarla ilişkisi olan, gaybî varlıktan aldığı bilgileri topluma nakleden kişiydi. Hz. Peygamber'in (sav) getirdiği vahyi, şiire benzeterek karalamaya çalışmaları Kur'an'ın da gaybî bilgiye dayanmasındandı.
وَيَقُولُونَ اَئِنَّا لَتَارِكُٓوا اٰلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَجْنُونٍ
“Mecnun bir şair için biz tanrılarımızı bırakacak mıyız?...”7 diyen câhiliye Arapları, bu tutumlarıyla Kur'an'ın ilâhî menşeli olmadığını söylemeye çalışırlardı. Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de onlara şöyle cevap veriyordu:
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِي لَهُ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبِينٌ
“Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır.”8
“Ensab” yani soy bilgisi ise, tıpkı şiir ve hitabet gibi, câhiliye devri Araplarının kültürlerinin önemli bir parçasıydı ve onlar başkalarına karşı bu ilimleriyle övünmekteydiler. Ensab bilgisi, bir taraftan aynı soydan gelenleri birleştirirken, diğer taraftan başkalarına karşı şan ve şöhretleriyle övünme, hasımlarını yerme gibi Arap Edebiyatı'ndaki şiirlerin başlıca temasını oluşturmaktaydı. Bu konuda her kabilenin soyunu sopunu bilen “nessâb” denilen “soybilimci” râviler vardı. Allah Resûlü'nün zaman zaman çeşitli kabileler hakkında Hassân b. Sâbit ile Ebû Bekir'den bu konuda bilgi aldığı bilinmektedir. “Akrabalık ilişkilerinizi kurmanızı sağlayacak düzeyde neseplerinizi öğrenin!” 25 şeklindeki rivayet ve benzerleri, nesep bilgisinin sahâbe ve sonrasında da sürdürülmesini sağlamış ve neticede bu sahada birçok kitabın telif edildiği bir nesep ilmi ve edebiyatı gelişmiştir.26
Öte taraftan Rahmet Elçisi, neseplerle övünmeyi ve başkalarının neseplerini karalamayı yasaklamaktadır:
أَرْبَعٌ فِى أُمَّتِى مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ لاَ يَتْرُكُونَهُنَّ الْفَخْرُ فِى الْأَحْسَابِ وَالطَّعْنُ فِى الأَنْسَابِ وَالْاِسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ وَالنِّيَاحَةُ
“Ümmetimde câhiliye âdetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları (kolaylıkla) terk edemezler. Bunlar; asaleti ile öğünme, nesepleri kötüleme, yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutmadır.”9
Şüphesiz asil bir soydan gelmiş olmak, Hz. Peygamber'in de işaret ettiği üzere insana ait bir değerdir.28 Dolayısıyla burada yasaklanan asalet, hasep ve nesep değil sırf asalet ile övünme ve başkalarının neseplerini karalamadır.
Câhiliye döneminde kâhin ve arrâfların yanı sıra Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehl-i kitap da önemli bir bilgi kaynağıydı. Bu iki dinin mensupları, ümmî Arap toplumunca daha bilgili addedilmekteydi. Gerek din, gerekse dünya ve âhiret ile ilgili çeşitli konularda çevredeki kitap ehline danışılmaktaydı.
Peygamberimizin Mekke'de ilk vahyi almasının ardından eşi Hz. Hatice tarafından Hıristiyan bir bilge olan Varaka b. Nevfel'e götürülmesi ve yaşanan tecrübenin ona sorulması bunun tipik bir örneğiydi.29 Kureyş'in, Hz. Muhammed'in gerçek peygamber olup olmadığını dahi Yahudilere sorması da bunu göstermekteydi.30
Ehl-i kitap olmaları hasebiyle Hicaz bölgesindeki Yahudilerin Araplar üzerinde önemli bir etkileri söz konusuydu. Hatta kitapsız ve peygambersiz olmalarının verdiği eziklik içerisinde Araplar,
وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَئِنْ جَٓاءَهُمْ نَذِيرٌ لَيَكُونُنَّ اَهْدٰى مِنْ اِحْدَى الْاُمَمِ
“Kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi...”10
Câhiliye döneminde önemli bir bilgi kaynağı olan Ehl-i kitap hakkında Resûlullah daha ihtiyatlı bir tavır takınmıştı. O, bir hadisinde şunu tavsiye eder:
لاَ تُصَدِّقُوا أَهْلَ الْكِتَابِ ، وَلاَ تُكَذِّبُوهُمْ وَ ( قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ (
“Ehl-i kitabı ne doğrulayın ne de yalanlayın! Ancak 'Biz, Allah'a ve (bize) indirilene iman ettik.' deyin.”11
Peygamber Efendimizin okunmasını tavsiye ettiği âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
قُلْ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ عَلٰٓى اِبْرٰهِيمَ وَاِسْمٰعِيلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَٓا اُوتِيَ مُوسٰى وَعِيسٰى وَالنَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْۘ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
“Biz Allah'a ve bize indirilene, İbrâhim'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya, İsa'ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rabbleri katından verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz Allah'a teslim olmuş Müslümanlarız.”12
Diğer bir hadisinde ise Allah Resûlü, İsrâiloğulları'ndan (ibretli şeyleri) aktarmada bir sakınca olmadığını bildirir.34 Peygamber Efendimizin gerek bu beyanları, gerekse Hz. Ömer'in merakla okumakta olduğu Tevrat nüshasından dolayı rahatsız olduğuna dair rivayetler35 Ehl-i kitaptan alınan bilgiler konusunda temkinli ve seçici olunmasının gereğini ima eder.
Görüldüğü üzere, kendilerine herhangi bir peygamber ve kitap gönderilmemiş bir toplum olan câhiliye halkı,36 geleceğe dair bilgi edinmek üzere kâhin, arrâf gibi cinlerle yahut doğaüstü güçlerle ilişkisi olduğunu düşündükleri kaynaklara inanıyor yahut envâ ve yıldız kayması gibi çeşitli bâtıl inanışlardan kendilerince bazı sonuçlar çıkarıyorlardı. Gizli, görkemli olan şeylere karşı tüm insanlarda bulunan merak ve ilgi onlarda da vardı.
Oysa Kur'an'a göre gaybî bilgi sadece Allah tarafından bilinebilirdi ve Allah bu bilgiyi ancak dilediği kimselere bildirirdi.37
Allah Resûlü, İslâm sonrasında câhiliye zihniyetini arzulayıp yaşatmaya çalışmayı doğru bulmamıştır.38 Bu bağlamda o, daima kehanet ve bâtıl inanışlara karşı koymuş, bu tarz bilgi kaynaklarına değer vermeyerek hayatlarına dâhil etmeyen kimseleri şu sözleriyle müjdelemiştir:
يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِى سَبْعُونَ أَلْفًا بِغَيْرِ حِسَابٍ ، هُمُ الَّذِينَ لاَ يَسْتَرْقُونَ ، وَلاَ يَتَطَيَّرُونَ ، وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
“Ümmetimden yetmiş bin kişi, hesaba çekilmeden cennete girerler. Onlar üfürükçülük yapmazlar, uğursuzluğa inanmazlar ve (her hususta) Rablerine güvenip dayanırlar.”13
Tecrübe ve birikime dayalı kıyâfe ve nesep gibi hususlar ise Peygamber Efendimiz tarafından kabul edilmiştir. Kesin ve şüphe götürmez bir bilgi kaynağı olan vahye muhatap olan Hz. Peygamber, yaşadığı dönemde vahiy ile çelişenleri kesinlikle yasaklamış, ilâhî bilgi ile karışma ihtimali olan bilgi kaynaklarına ise temkinli yaklaşmıştır. Bununla birlikte dönemin ortak ürünü olan ve bütün insanlığın genel geçer kabul ettiği sağlam bilgi kaynaklarına yaklaşımı olumlu olmuştur.
1 Müslim, Mesâcid, 33.
2 Müslim, Selâm, 123.
3 Saffât, 37/6-10.
4 Müslim, Selâm, 125.
5 Buhârî, Tıb, 48
6 Müslim, Selâm, 124
7 Sâffât, 37/36.
8 Yâsîn, 36/69.
9 Müslim, Cenâiz, 29
10 Fâtır, 35/42.
11 Buhârî, Tevhîd, 51
12 Âl-i İmrân, 3/84.
13 Buhârî, Rikâk, 21.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam