Resûl-i Ekrem, ashâbından bir zâtın hastalandığını duydu ve hemen ziyaretine gitti. Hastalanan sahâbî, hastalıktan iyice zayıflamış ve âdeta bir kuş yavrusuna dönmüştü. Allah Resûlü yanında bir müddet kaldıktan sonra ona,
هَلْ كُنْتَ تَدْعُو بِشَىْءٍ أَوْ تَسْأَلُهُ إِيَّاهُ
“Herhangi bir konuda Allah'a dua ediyor veya ondan bir şey istiyor muydun?” diye sordu. Hasta zât,
نَعَمْ كُنْتُ أَقُولُ اللَّهُمَّ مَا كُنْتَ مُعَاقِبِى بِهِ فِى الآخِرَةِ فَعَجِّلْهُ لِى فِى الدُّنْيَا
“Evet. Allah'ım! Beni âhirette ne ile cezalandıracaksan onu şimdiden dünyada bana ver, diye dua ediyordum.” cevabını verdi. Bunun üzerine şaşkınlığını açıkça ifade eden Allah Resûlü böyle dua etmemesi konusunda onu uyardı ve ona,
اللَّهُمَّ آتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Allah'ım, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!” diye dua etmesini tavsiye etti. Tavsiyeye uyan hasta, bir süre sonra iyileşti.1
On yıl boyunca Hz. Peygamber'e hizmet etmesiyle tanınan Enes b. Mâlik de Allah Resûlü'nün en çok yaptığı duanın, “Allah'ım, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru! ”2 şeklinde olduğunu nakletmektedir.
Bu dua, Allah Resûlü'nün Yüce Allah'tan istediği şeyler içinde en önde geleninin, dünya ve âhiret arasındaki denge olduğunu bize öğretir. Allah Resûlü hem dünya hem de âhiret iyiliği istemek suretiyle bu iki hayatın birbiri ile olan bağına anlamlı bir atıfta bulunmuştur. Daha sonra bu dua, Müslümanların namazlarında okudukları dualardan birisi olarak onların günlük ibadet hayatının ayrılmaz bir parçası hâline gelecek ve böylece müminlerin dünya ve âhiret dengesini korumalarına yönelik mânevî bir vesile sayılacaktır.
Allah Resûlü'nün öğretisinde dünya ve âhiret, birbirinin devamı olan ve birlikte kazanılan hayatlardır. İnsanlardan beklenen, hayata gözlerini açtıkları dünya ile hayata gözlerini yumduktan sonraki âhiret arasında bir denge kurmalarıdır:
وَابْتَغِ فيمَا اٰتٰيكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَصيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا
“Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma!..”[1]
Bu dengeyi sarsacak aşırı uçların bir tarafında tamamen maddeye dayalı olan dünyevîleşmiş bir yaşantı, diğer tarafında ise ruhbanlık denilen tamamen mistikleşmiş bir hayat bulunur. Hz. Peygamber'in kendisini ibadete adadığı için eşini ihmal eden sahâbî Osman b. Maz'ûn'a söylediği,
يَا عُثْمَانُ إِنَّ الرَّهْبَانِيَّةَ لَمْ تُكْتَبْ عَلَيْنَا،
“Ey Osman! Biz (Müslümanlara) Ruhbanlık emredilmedi...”[2] sözü, insanlardan yeme içme, uyuma ve evlenme gibi dünyevî hazları terk ederek bir ruhban hayatı sürmeleri beklenmediğini açıkça göstermektedir.
Benzer şekilde onlardan Firavun5 ve Kârûn6 gibi dinî ve mânevî değerlere sırt çevirerek ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmaları da istenmemektedir. Müminden ne dünyasını âhireti için terk etmesi istenir, ne de âhiretini dünyası için feda etmesi. Allah Resûlü'ne ait bir hadis olmasa da hikmetli ve özlü bir söz olan, “Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi âhiretin için çalış!” şeklindeki meşhur deyiş de dünya ve âhiret dengesini vurgular.
Hem ilk (dünya) hem de son (âhiret) hayatını kazanmanın ve iki dünya mutluluğunu elde etmenin yolu iki dünyanın birbirinin tamamlayıcısı olduğunu kavramaktan geçmektedir. Allah Resûlü bu hakikati şöyle ifade etmektedir:
مَنْ كَانَتِ الآخِرَةُ هَمَّهُ جَعَلَ اللَّهُ غِنَاهُ فِى قَلْبِهِ وَجَمَعَ لَهُ شَمْلَهُ وَأَتَتْهُ الدُّنْيَا وَهِىَ رَاغِمَةٌ وَمَنْ كَانَتِ الدُّنْيَا هَمَّهُ جَعَلَ اللَّهُ فَقْرَهُ بَيْنَ عَيْنَيْهِ وَفَرَّقَ عَلَيْهِ شَمْلَهَ وَلَمْ يَأْتِهِ مِنَ الدُّنْيَا إِلاَّ مَا قُدِّرَ لَهُ
“Kimin kaygısı âhiret olursa Allah onun zenginliğini kalbine yerleştirir, iki yakasını bir araya getirir ve dünya zelil bir şekilde ona gelir. Kimin kaygısı da dünya olursa Allah onun fakirliğini iki gözü arasına koyar ve onun iki yakasını bir araya getirmez; kendisine ancak onun için takdir edilen dünyalık ne ise o gelir.”[3]
Dünya hayatı, Hz. Peygamber'in ifadesiyle, ebedî hayat olan âhirete giderken uğranılan bir uğrak mahallidir.8 Ancak âhiret hayatı insanın buradaki yaşantısına göre şekilleneceği için, dünya hayatı ihmale gelmeyecek kadar önemlidir. Zira insanın âhirette bulacağı şey, dünyada iken elde ettiği şeydir.9 İnsan, dünya hayatında kendisi için ne gibi bir hayır işlerse, âhirette Allah katında onun karşılığını bulacaktır.10
Diğer yandan dünya ve âhiret hayatı arasındaki denge, her iki hayatın da aynı derecede önemli olduğu anlamına gelmez; bilakis denge, dünyaya da âhirete de hak ettikleri ölçüde değer vermekle mümkün olur. Âhiret hayatının kalıcı, bâkî ve ölümsüz olması11 onu geçici, fâni ve ölümlü olan dünya hayatından12 daha üstün yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Kur'an,
وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!”[4] der.
Resûl-i Ekrem, dünya ile âhiret hayatını son derece çarpıcı bir benzetme ile mukayese etmektedir:
وَاللَّهِ مَا الدُّنْيَا فِى الآخِرَةِ إِلاَّ مِثْلُ مَا يَجْعَلُ أَحَدُكُمْ إِصْبَعَهُ هَذِهِ - وَأَشَارَ يَحْيَى بِالسَّبَّابَةِ - فِى الْيَمِّ فَلْيَنْظُرْ بِمَ يَرْجِعُ
“Vallahi, âhiretin yanında dünya(nın konumu), ancak birinizin şu (işaret) parmağını denize daldırması gibidir; (parmağının) ne (kadar su) ile döneceğine bir baksın! ”[5]
Şu hâlde Allah Resûlü'nün ifadesi ile,
مَوْضِعُ سَوْطٍ فِى الْجَنَّةِ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا ، وَلَغَدْوَةٌ فِى سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ رَوْحَةٌ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا
“Cennette bir kamçı kadar yer, dünyadan ve onun içindekilerden daha hayırlıdır. Öğleden önce ya da sonra —herhangi bir zamanda— Allah yolunda cihad için sefere çıkmak, dünyadan ve onun içindekilerden daha hayırlıdır.”[6]
Dünya ve âhiret arasında böyle bir ilişki olmasına rağmen, insanlardan kimileri dünya hayatını âhirete tercih ederler.16 Öldükten sonra diriltileceklerine inanmadan ömürleri sadece dünya hayatıyla sınırlıymış gibi yaşarlar,17 kendi zevk ve menfaatlerini Allah'ın rızasından üstün tutarlar,18 âhireti feda ederek dünya hayatlarını satın alırlar.19 Dünyaya karşı o kadar düşkündürler ki bin sene yaşamak isterler.20 Dinlerini bir eğlence ve oyun edindikleri için dünya hayatı böyle kimseleri aldatmıştır.21Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Âhiretten ise tamamen gafildirler.22 Diğer yandan kimi insanlar da âhireti ister ve bir mümin olarak ona yaraşır bir şekilde çalışırlar. İşte böyle insanların çalışmalarının karşılığı Allah katında da verilir.23
Nitekim Resûl-i Ekrem,
الْكَيِّسُ مَنْ دَانَ نَفْسَهُ وَعَمِلَ لِمَا بَعْدَ الْمَوْتِ وَالْعَاجِزُ مَنْ أَتْبَعَ نَفْسَهُ هَوَاهَا وَتَمَنَّى عَلَى اللَّهِ
“Akıllı kişi, nefsini küçük gören (kendini hesaba çeken) ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise, nefsinin arzularına uyan ve (bu hâline bakmadan bir de) Allah'tan (bağışlanma ve cennet) isteyen kimsedir.”[7] buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
Yüce Allah dünya ve âhiret hayatlarını bir ölçü ve denge içinde yaşayan ve
رِجَالٌ لَا تُلْهيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَايتَاءِ الزَّكٰوةِ
“ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardan” övgüyle söz eder.[8]
Böylesi insanlar, son serlevha hadisimizde ifade edildiği gibi, Allah Resûlü'nün övgüsüne mazhar olurlar:
أَعْظَمُ النَّاسِ هَمًّا الْمُؤْمِنُ الَّذِى يَهُمُّ بِأَمْرِ دُنْيَاهُ وَأَمْرِ آخِرَتِهِ
“Kaygısı en yüksek olan insan, dünya ve âhiret işlerine önem veren mümin insandır.”[9]