Hz. Peygamber (sav) ve ashâbının zor zamanlarıydı... Tebliğe başladığı günden itibaren Hz. Peygamber'e karşı olumsuz bir tavır alan müşriklerin boykot, baskı ve işkenceleri son haddine ulaşmış, müminler işkenceyle öldürülmeye başlanmıştı. Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara yaşattıkları vahşet karşısında Müslümanların güvenliğini sağlama imkânı bulamayan Resûlullah, çareyi hicret etmekte bulmuştu.
Öncelikle ashâbından hicret etmelerini isteyen Hz. Peygamber,1 daha sonra kendisi de Medine'ye hicret etmişti.2 Hicretten sonra Hz. Peygamber, her şeylerini Mekke'de bırakarak Medine'ye hicret eden Mekkeli müminler (muhacir) ile onlara her konuda yardımcı olan Medineli müminler (ensar) arasında bir kardeşlik antlaşması (muâhât) yapmıştı.3
Buna göre Hz. Peygamber her bir muhaciri ensardan biri ile kardeş ilân etti. Böylece ensar, muhacirlere kucak açıp ihtiyaçlarını giderecek, onları barındıracak, yeni memleketlerinde yeni bir hayat kurmalarına yardımcı olacaktı.
Hz. Peygamber'in bu şekilde kardeş yaptığı kimseler arasında muhacirlerden Selmân el-Fârisî ile ensardan Ebu'd-Derdâ da yer alıyordu. Bu kardeşlerden Ebu'd-Derdâ, Müslüman olduktan sonra kendisini ibadetten alıkoyduğu için ticareti dahi bırakıp kendini ibadete vermiş bir kimseydi.4
Bir gün Selmân, kardeşi Ebu'd-Derdâ'yı ziyarete gitti ve dostunun hanımını bakımsız elbiseler içinde görünce çok şaşırarak, “Bu ne hâl?” diye sordu. Ümmü'd-Derdâ, kocasının kendisi ile ilgilenmediğini ima ederek, “Kardeşin Ebu'd-Derdâ'nın dünyaya (ve bir eşe) ihtiyacı kalmadı ki!” karşılığını verdi. Biraz sonra Ebu'd-Derdâ gelerek Selmân'a yemek ikram etti.
Selmân onun da kendisiyle birlikte yemesini isteyince Ebu'd-Derdâ, “Ben oruçluyum.” dedi. Ancak Selmân, “Sen yiyene kadar ben yemeyeceğim!” deyince Ebu'd-Derdâ, nafile olan orucunu bozarak yemeğe katıldı.
Selmân, o gece Ebu'd-Derdâ'nın misafiri oldu. Ebu'd-Derdâ gecenin bir yarısında erkenden namaza kalkmıştı. Bu durumu fark eden Selmân, yatıp uyumasını istedi. Bir süre sonra tekrar namaza kalkan Ebu'd-Derdâ'yı Selmân yine uyuması konusunda ikaz etti. Gecenin sonuna doğru Selmân, Ebu'd-Derdâ'yı, “(Haydi), şimdi kalk.” diyerek uyandırdı ve ikisi birlikte namaz kıldılar.
Namaz sonrasında Selmân, Ebu'd-Derdâ'yı karşısına alarak kardeşlik hakkından doğan şu samimi uyarıda bulundu:
إِنَّ لِرَبِّكَ عَلَيْكَ حَقًّا ، وَلِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقًّا ، وَلأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا ، فَأَعْطِ كُلَّ ذِى حَقٍّ حَقَّهُ
“Rabbinin senin üzerinde hakkı var. Nefsinin senin üzerinde hakkı var. Ailenin senin üzerinde hakkı var. Şu hâlde her hak sahibine hakkını ver!”
Bu olaydan sonra Ebu'd-Derdâ Peygamber Efendimize gelerek hâdiseyi anlattı. Hz. Peygamber (sav), “Selmân doğru söylemiş.” buyurarak Selmân'ın kardeşine olan uyarılarını takdir etti.[1]
İslâm dini bütün aşırılıkları, yani olması gerekenin ötesine geçmeyi, bir sapma olarak kabul etmiştir. İslâmî çerçevede “ifrat” ve “tefrit” olarak nitelendirilen aşırı uçlar, bir bakıma Allah'ın koyduğu sınırları zorlayan noktalardır. İfrat, gereğinden fazla (aşırı) olma; tefrit ise yetersizlik ve ihmalkârlık anlamına gelmektedir.
Bunların ortası, yani duygu, düşünce, ahlâk ve davranışlarda dengeli olmak ise “itidal” olarak adlandırılır. İtidal, sırât-ı müstakîm yani bütün aşırılık ve gevşekliklerden uzak olan doğru ve dengeli bir yol ve yöntemdir.
Kâinat son derece hassas bir denge üzerine kurulmuştur. Bu dengeden ufacık bir sapma bile evrende korkunç felâketlere yol açabilmektedir. Küçük kâinat diye nitelenen insan da aynı şekilde hassas bir dengeyle yaratılmıştır. Bu dengede görülecek sapmalar, zamanla insanı aşırılıklara götüreceği için insanın ruh ve beden bütünlüğünde, madde ve mânâ algısında, dünya ve âhiret telakkisinde birtakım düzensizliklere yol açacaktır.
Ancak bunlar arasında kurulacak denge, iki tarafa da aynı değeri vermekle değil, hepsine hak ettiği önemi vermekle mümkündür. Meselâ, Cenâb-ı Hak, dünya-âhiret ikilisinden bahsederken onları eşit değerde tutmamış, âhiret yurdunun dünya hayatından daha hayırlı olduğunu sürekli hatırlatmıştır.6 Ebedî olanla fâni olanın karşılaştırılmasında aklın varacağı sonuç da bundan başkası değildir. Ruh ve beden, madde ve mânâ arasında yapılacak karşılaştırmalarda da aynı değerlendirme geçerlidir.
Günümüzde bireysel ve toplumsal sıkıntıların kaynağında, hayatın sırrı olan bu dengenin alt üst edilmiş olmasının yattığı inkâr edilemez. Ruh-beden bütünlüğü bozulduğu için hayatı anlamlandıramayan ve ruhsal bunalımlar içinde savrulan bireyden; maddî açıdan geliştiği hâlde mânevî dünyası alabildiğine fakir kalmış, kendi çıkarları ve egemenlikleri için hiçbir değer tanımayan dünya güçlerine kadar birçok olumsuz fotoğrafı içinde barındıran yaşlı dünyamızın içine düştüğü durum, bunun en açık göstergesidir.
Kur'ân-ı Kerîm'de her fırsatta aşırılıktan kaçınmayı ve itidali elden bırakmamayı tavsiye eden7 Yüce Rabbimiz, İslâm toplumunu,“vasat bir ümmet” 8 olarak nitelemiş, Hz. Peygamber de bunu, “mutedil (bir ümmet)” 9 yani adalet sahibi, her şeyi yerli yerine koyan, yerli yerince yapan, her şeye hakkını veren, aşırılıklardan (ifrat ve tefritten) uzak duran, orta yolu takip eden, dengeli bir toplum olarak tefsir etmiştir. İtidali elden bırakıp Cenâb-ı Hakk'ın koymuş olduğu sınırları aşanlar ise Allah'ın gazabına uğramışlardır.10
Mümin hayatın her alanında ve özellikle ibadetler konusunda dengeli olmak zorundadır. Nitekim,
السَّمْتُ الْحَسَنُ وَالتُّؤَدَةُ وَالاِقْتِصَادُ جُزْءٌ مِنْ أَرْبَعَةٍ وَعِشْرِينَ جُزْءًا مِنَ النُّبُوَّةِ
“Güzel bir hayat tarzını, tedbirli ve dengeli hareket etmeyi peygamberliğin yirmi dört parçasından biri”[2] sayan Resûl-i Ekrem, Benî Kays heyeti içinde gelen ve akıllılığı, sakinliği ve ağırbaşlılığı ile öne çıkan Münzir b. âiz isimli sahâbîyi,
إِنَّ فِيكَ خَصْلَتَيْنِ يُحِبُّهُمَا اللَّهُ الْحِلْمُ وَالأَنَاةُ
“Sende Allah'ın sevdiği iki özellik var!” diyerek12 övmüştür.
Buna mukabil itidalli olamayan pek çok kimseyi haddi aşmaktan ve aşırılığa kaçmaktan sakındırmıştır. Meselâ, Hz. Peygamber hac görevini ifa ederken şeytan taşlamak amacıyla kendisi için toplanan sapan taşı büyüklüğündeki küçük taşları insanlara göstererek, “Bunun gibi taşları atınız!” buyurmuş ve arkasından,
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِيَّاكُمْ وَالْغُلُوَّ فِى الدِّينِ فَإِنَّمَا أَهْلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمُ الْغُلُوُّ فِى الدِّينِ
“Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri ancak dinde aşırılık helâk etti.” uyarısında bulunmuştur.[3] Burada Allah Resûlü, büyük taşlar atarak diğer insanlara zarar verebilecek kimseleri uyarmakta ve bunun dince benimsenmeyen bir aşırılık olduğunu belirtmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in haddi aşan ve aşırıya kaçanları uyardığı âyetlerinin birisinde,
يَا اَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَا اَحَلَّ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ
“Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah'ın koyduğu) sınırları aşmayın. çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.”[4] buyrulur.
Bu âyetin iniş sebebi olarak zikredilen olaylardan birisi de şudur: Hz. Peygamber'in eşlerine gelerek onun ibadetleri hakkında bilgi almak isteyen üç kişi, kendilerine anlatılanı azımsayarak, “Biz kim, Peygamber kim! Allah onun geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır.” demişlerdi. Sonra kendi aralarında sözleşerek biri gece boyu sürekli namaz kılmaya, diğeri sürekli oruç tutmaya, üçüncüsü de kadınlardan uzak kalarak evlenmemeye karar vermişlerdi.
O arada yanlarına giren ve konuştuklarını duyan Allah Resûlü,
أَنْتُمُ الَّذِينَ قُلْتُمْ كَذَا وَكَذَا أَمَا وَاللَّهِ إِنِّى لأَخْشَاكُمْ لِلَّهِ وَأَتْقَاكُمْ لَهُ ، لَكِنِّى أَصُومُ وَأُفْطِرُ ، وَأُصَلِّى وَأَرْقُدُ وَأَتَزَوَّجُ النِّسَاءَ ، فَمَنْ رَغِبَ عَنْ سُنَّتِى فَلَيْسَ مِنِّى
“Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Şunu iyi bilin ki, vallahi, aranızda Allah'tan en çok korkanınız ve O'na karşı en çok takva sahibi olanınız benim. Bununla birlikte ben bazen oruç tutar, bazen tutmam. Hem namaz kılarım hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir!”[5] buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de, “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”16 şeklinde ifade edilen “dinde kolaylık” prensibi aslında, dengeli bir dinî hayatın önemine de işaret etmektedir. İnsanları ancak gücünün yettiği ölçüde sorumlu tutan Cenâb-ı Hak17 onlardan, zorlanmadan yapabilecekleri şeyler istemiştir. Zorlanmadan yapılabilecek şeyler ise aşırı olmayan şeylerdir.
İşte Hz. Peygamber'i ziyarete gelenlerin, onun ibadeti hakkında anlatılanları azımsamaları, ibadetlerde itidalli olmanın önemini kavrayamadıklarını göstermektedir. Halbuki Allah Resûlü'nün dinî yaşantısı dengeli, yani aşırılıklardan uzaktır. Hz. Peygamber, kendi aralarında, doğal ve dengeli hayatı zorlayan bir karara varan bu kişileri, kendi yaşantısını örnek göstererek uyarmıştır. Böyle eğilimlerin farkında olan Allah Resûlü başka bir hadislerinde şöyle buyurur:
إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ ، وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلاَّ غَلَبَهُ ، فَسَدِّدُوا وَقَارِبُوا وَأَبْشِرُوا ، وَاسْتَعِينُوا بِالْغَدْوَةِ وَالرَّوْحَةِ وَشَىْءٍ مِنَ الدُّلْجَةِ
“Din kolaydır. Bir kişi takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din karşısında âciz kalır. Bunun için aşırıya kaçmayın, dosdoğru yolu tutunuz ve (salih amellerden alacağınız mükâfattan ötürü) sevinin...” 18
Allah Resûlü'nün ibadetler konusunda en sevdiği şey, sebat ve devamlılıktır. Bir defasında, kıldığı namazların çokluğundan dolayı bir kadını övgüyle anlatan Hz. Âişe'ye,
مَهْ ، عَلَيْكُمْ بِمَا تُطِيقُونَ ، فَوَاللَّهِ لاَ يَمَلُّ اللَّهُ حَتَّى تَمَلُّوا
“Bırakın (böyle sözleri)! Güç yetirebileceğiniz işleri yapın. Vallahi siz bıkarsınız da Allah bıkmaz!” buyurmuştu.19
Bu yüzden, Peygamber Efendimiz, kayalıklar üzerinde namaz kılan bir adamı uzun bir süre sonra yine aynı şekilde namaz kılıyor görünce,
يَا أَيُّهَا النَّاسُ عَلَيْكُمْ بِالْقَصْدِ فَإِنَّ اللَّهَ لاَ يَمَلُّ حَتَّى تَمَلُّوا
“Ey insanlar! Size gereken orta yoldur. Vallahi siz bıksanız da Allah bıkmaz!”[6] buyurarak ibadetlerde aşırıya gidilmemesini öğütlemiştir.
Nitekim kendisi de ibadetlerinde itidali elden bırakmamış, bu bağlamda geceyi sabahlara kadar namaz kılarak değerlendirme yoluna gittiği yahut da Ramazan'dan başka bir ayda sürekli oruç tuttuğu görülmemiştir.21
يَسِّرُوا وَلاَ تُعَسِّرُوا ، وَبَشِّرُوا وَلاَ تُنَفِّرُوا
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin!”[7] ilkesini her fırsatta tavsiye eden Peygamber Efendimiz, buna aykırı davrananları derhâl ikaz etmiştir. Meselâ, namazı çok uzatan Muâz b. Cebel kendisine şikâyet edilince çok kızmış,
أَيُّهَا النَّاسُ ، إِنَّكُمْ مُنَفِّرُونَ ، فَمَنْ صَلَّى بِالنَّاسِ فَلْيُخَفِّفْ ، فَإِنَّ فِيهِمُ الْمَرِيضَ وَالضَّعِيفَ وَذَا الْحَاجَةِ
“Ey insanlar! Sizler nefret ettiriyorsunuz. İnsanlara namaz kıldıran kimse (bıktırmayacak şekilde) hafif kıldırsın. Çünkü cemaat arasında, hasta, zayıf ve ihtiyaç sahibi kimseler bulunur.”[8] buyurarak namazda dengeyi sağlayamayan kimseleri uyarmıştır.
Kendisi de namazını ve hutbesini orta uzunlukta tutarak ashâbına örnek olmuştur.24 Onun için Tâif'e vali olarak gönderdiği Osman b. Ebu'l-Âs'a, namazı hafif kıldırması ve insanları, içlerindeki en zayıfına göre değerlendirmesi tavsiyesinde bulunarak25 ibadette itidalden ayrılmaması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Peygamber Efendimiz, namazları fazla uzatmayı hoş görmediği gibi alelacele baştan savma bir şekilde kılınan namazın kabul olmayacağını da belirtmiştir.
Bir defasında hızlı hızlı namaz kılıp yanına gelen Hallâd b. Râfi' isimli sahâbîye26 kıldığı namazı aslında kılmış olmadığını, dolayısıyla tekrar kılması gerektiğini söylemiş ve üç defa kılmasına rağmen Peygamber Efendimizin istediği gibi kılmaması üzerine namazı ona tarif etmiş ve her rüknün hakkını vermesini yani namazda ta'dîl-i erkâna riayet etmesini söylemiştir.27
O hâlde namazı fazla uzatmak ifrat, alelacele kılmak ise tefrittir. İtidal ise namazı, ta'dîl-i erkâna riayet ederek her rüknün hakkını vermek suretiyle ihlâs ve huşû ile kılmaktır.
Aynı anlayışı zekâtla ilgili uygulamalarda da görmek mümkündür. Peygamber Efendimiz, zekâtı azaltmak için zekât verilecek malları dağıtmayı yahut da zekât toplamak ile görevli memurun çok zekât alabilmek için dağınık olan malları bir araya getirmesini yasaklamıştır.28
Aynı şekilde zekât memurunun malların en iyisini almasını hoş karşılamamıştır.29 Nitekim Peygamber Efendimiz, Muâz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken onlardan zekât almasını emrettikten sonra,
فَإِيَّاكَ وَكَرَائِمَ أَمْوَالِهِمْ ، وَاتَّقِ دَعْوَةَ الْمَظْلُومِ ، فَإِنَّهُ لَيْسَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ اللَّهِ حِجَابٌ
“Mallarının en kıymetlilerini (zekât olarak) almaktan kaçın. Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.”[9] buyurarak zekâtta aşırılığa düşmemesi konusunda onu uyarmıştır.
Hz. Peygamber, dinî yaşantıda aşırılığı, dünyadan el etek çekip toplumdan uzaklaşarak kendini sürekli ibadete vermeyi uygun görmemiş ve bu eğilimde olan bazı arkadaşlarını ikaz etmiştir. Meselâ, sahâbeden Abdullah b. Amr'ın gündüzleri sürekli oruç tutup, geceleri de ibadetle geçirdiği bilgisi kendisine ulaşınca, böyle yapmaması konusunda onu uyarmıştır.
Ona, “Böyle yapma, oruç tut, tutmadığın zamanlar da olsun; namaz kıl, uyku da uyu!” dedikten sonra, vücudunun, eşinin ve misafirlerinin onun üzerindeki haklarını hatırlatıp, “Her aydan üç gün oruç tutman yeterlidir. Çünkü her iyiliğinin on kat sevabı vardır. Bu da bütün seneyi oruçlu geçirmek demektir.” buyurmuştur. Abdullah b. Amr daha fazla oruç tutmak istediğini söyleyerek ısrar edince, Hz. Peygamber, “Öyleyse Allah'ın peygamberi Dâvûd'un (as) orucu gibi oruç tut. Bundan fazlasını yapma!” diyerek onun gün aşırı olarak senenin yarısını oruçlu geçirmesine izin vermiştir. Abdullah'ın yaşlandığı zaman, “Keşke Resûlullah'ın (sav) ruhsatını kabul etseydim!” diyerek pişmanlığını dile getirmesi dikkat çekicidir.31
Benzer bir şekilde Hz. Peygamber, ibadet konusunda çok istekli olan kimselere, bireysel ve toplumsal görevlerini aksatmayacak bir sınır çizerek daha fazlasına izin vermemiş, “Sürekli oruç tutan, oruç tutmamış olur.” 32 ifadesiyle, bu konudaki aşırılığın, istenenin tersine bir sonuç doğuracağını dile getirmiştir.
Hz. Peygamber, yeni Müslüman olan ashâbının dini uygulama konusundaki heves ve isteklerinin daha sonra altından kalkamayacakları yükümlülüklere dönüşmemesi için de onları uyarmıştır. Meselâ, Allah'ın haccı farz kıldığını ve haccetmeleri gerektiğini belirttiği bir konuşmasını dinleyen bir zât, “Her sene mi Ey Allah'ın Resûlü?” diye sorunca şu cevabı vermiştir:
لَوْ قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ وَلَمَا اسْتَطَعْتُمْ - ثُمَّ قَالَ - ذَرُونِى مَا تَرَكْتُكُمْ فَإِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِكَثْرَةِ سُؤَالِهِمْ وَاخْتِلاَفِهِمْ عَلَى أَنْبِيَائِهِمْ فَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِشَىْءٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَإِذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَىْءٍ فَدَعُوهُ
“Evet desem, (her sene haccetmeniz) farz olurdu (gereklilik hâline gelirdi). Siz de buna güç yetiremezdiniz. Sizi (herhangi bir yükümlülük yüklemeden) kendi hâlinize bıraktığım sürece siz de beni kendi hâlime bırakın (da soru sormayın!) Sizden öncekiler, ancak peygamberlerine çok soru sormaları ve onlara muhalefet etmeleri yüzünden helâk oldular. Size bir şeyi emredersem gücünüzün yettiği kadarıyla onu yapın. Size herhangi bir şeyi yasaklarsam onu bırakın!”[10]
Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz, bir mağarada dünyadan el etek çekmiş bir kimse görerek özenip onun gibi yaşamak için izin isteyen bir sahâbîye, İslâm'da ruhbanlığın olmadığını hatırlatacak şekilde,
إِنِّي لَمْ أُبْعَثْ بِالْيَهُودِيَّةِ وَلَا بِالنَّصْرَانِيَّةِ وَلَكِنِّي بُعِثْتُ بِالْحَنِيفِيَّةِ السَّمْحَةِ
“Ben Yahudilik ve Hıristiyanlıkla değil, kolay olan Hanîf (tevhid) diniyle gönderildim.”[11] buyurmuştur. Yine kadınlardan uzak bir şekilde dünyaya sırtını dönerek yaşamaya izin isteyen Osman b. Maz'ûn'un isteğini reddetmiştir.35
Hz. Âişe de Osman'ın ihmal ettiği eşi Huveyle (Havle) b. Hakîm'in ailevî sorunlarıyla yakından ilgilenmiş ve onun problemlerini çözmeye çalışmıştır. Hatta öyle ki birkaç gün sonra güzel kokular içinde, sanki bir gelinmiş gibi Peygamberimizin hanımlarını ziyarete gelen Huveyle, onlara artık kocasının kendisiyle ilgilendiği bilgisini vermiştir.36
Allah Resûlü, farkına vardığı her durumda, aşırılıklar konusuna ashâbının dikkatini çekmiş ve onları duyarlı olmaya davet etmiştir. Meselâ, güzel bir görünüşe sahip olan Abdullah b. Hâris el-Bâhilî isimli sahâbî37 bir gün Resûlullah'ın yanına gelip onunla tanışmış, bir sene sonra görünüşü ve şekli değişmiş olarak tekrar geldiğinde ise Allah Resûlü onu tanıyamamıştır.
Abdullah kendisini tanıtınca, Allah Resûlü,
فَمَا غَيَّرَكَ وَقَدْ كُنْتَ حَسَنَ الْهَيْئَةِ
“Seni değiştiren nedir? Halbuki sen güzel görünüşlü birisiydin!” diyerek şaşkınlığını dile getirmiştir. Bunun üzerine Abdullah, “Senden ayrıldıktan sonra sadece geceleri yedim. (Sürekli oruç tuttum.)” deyince Allah Resûlü,
لِمَ عَذَّبْتَ نَفْسَكَ
“Kendine niçin eziyet ettin?” diyerek, yaptığı aşırılığa dikkat çekmiş, ardından da Ramazan ayı ile her ay sadece bir günü oruçlu geçirmesini önermiştir. Abdullah daha fazlasını isteyince Peygamber Efendimiz, önce her ay iki gün, sonra üç gün oruç tutmasını tavsiye etmiş, sonunda da haram aylarından belli sayıda oruç tutmasına izin vermiştir.38
Görüldüğü üzere Allah Resûlü, sürekli oruç tutmayı, kişinin kendine eziyet etmesi olarak niteleyerek, bu tür aşırılıkları hoş görmemiştir.
Dinî uygulamalar açısından uzantısı günümüze kadar ulaşan bir başka aşırılık ise Kur'an'ı anlamadan hızlı bir şekilde okumaktır. Mushafların çoğaltıldığı ve Kur'an'ı hızlı okuyarak kısa sürede hatmedenlerin sayısının arttığı günlere yetişen Hz. Âişe, anlamaya imkân tanımayan böyle bir okuyuşu tasvip etmemiş, İslâm'ın birinci asrında ortaya çıkan bu âdet hakkında,
وَلاَ أَعْلَمُ نَبِىَّ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَرَأَ الْقُرْآنَ كُلَّهُ فِى لَيْلَةٍ وَلاَ صَلَّى لَيْلَةً إِلَى الصُّبْحِ وَلاَ صَامَ شَهْرًا كَامِلاً غَيْرَ رَمَضَانَ .
“Ben Allah'ın Peygamberi'nin (sav) bir gecede Kur'an'ın tamamını okuduğunu ve sabaha kadar namaz kıldığını bilmiyorum.” demiştir.39
İbadetlerde üzerinde özellikle durulması gereken husus devamlılıktır. Peygamber Efendimiz, ibadeti özel bir güne tahsis etmekten ziyade ibadetin sürekli olmasına önem vermiştir. Nitekim Hz. Âişe'nin anlattığına göre, Peygamber Efendimiz (sav), “Allah'ın en çok sevdiği amel hangisidir?” diye soruldu. O da,
أَدْوَمُهَا وَإِنْ قَلَّ
“Az da olsa devamlı olanıdır.” buyurmuş ve devamında şöyle demiştir:
اكْلَفُوا مِنَ الأَعْمَالِ مَا تُطِيقُونَ
“Gücünüz yettiği kadar amel üstlenin.”[12] Bu sözleri ile Resûl-i Ekrem amelleri, başlangıçta aşırı bir şekilde yapıp daha sonraki zamanlarda bırakmaktansa az da olsa devamlı yapmanın Allah katında daha değerli olduğunu ifade etmiştir.
İbadetlerde gözetilmesi gereken diğer bir husus ise ihlâsla yapılmasıdır. Peygamberimiz, Muâz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken,
اخلص دينك يكفك العمل القليل
“Dininde samimi/ihlâslı ol ki az amel bile sana yetsin.” tavsiyesinde bulunarak[13] ibadetlerde önemli olanın çok yapılması değil, ihlâslı ve huşû içerisinde yapılması olduğunu vurgulamıştır. Kişinin samimi olarak, yalnızca Rabbinin rızasını gözeterek yaptığı ameller, riya için yaptığı amellerin karşısında elbette ki çok değerlidir. Çünkü riya amelleri boşa çıkarır.
Peygamber Efendimiz,
إِنَّ لِكُلِّ شَىْءٍ شِرَّةً وَلِكُلِّ شِرَّةٍ فَتْرَةً فَإِنْ كَانَ صَاحِبُهَا سَدَّدَ وَقَارَبَ فَارْجُوهُ وَإِنْ أُشِيرَ إِلَيْهِ بِالأَصَابِعِ فَلاَ تَعُدُّوهُ
“Her şeyin bir coşkunluğu olduğu gibi her coşkunluğun da bir durgunluğu vardır. Şayet bu iki hâli yaşayan kimse itidalli olup orta yolu takip edebilirse onun (kurtuluşa ereceğini) umarım. Fakat (bunları samimiyetten uzak yapıp da) parmakla gösterilecek hâle gelirse, onu (salih kimselerden) saymayın!”[14] buyurarak yapılan işlerin itidalli bir şekilde ve gösterişe kaçmadan yapılmasının önemini vurgulamıştır.
Burada işaret edilen iki ayrı aşırılık; ibadetlere aşırı bir şekilde yönelmek ile ibadetleri tamamen bırakıp farzları dahi yerine getirememektir. Peygamberimiz bu iki aşırılığı değil, orta yolu yani itidali tavsiye etmektedir. Efendimiz, başka bir hadiste ise,
لِكُلِّ عَمَلٍ شِرَّةٌ وَلِكُلِّ شِرَّةٍ فَتْرَةٌ فَمَنْ كَانَتْ فَتْرَتُهُ إِلَى سُنَّتِي فَقَدْ أَفْلَحَ وَمَنْ كَانَتْ إِلَى غَيْرِ ذَلِكَ فَقَدْ هَلَكَ
“Her şeyin coşkunluğu olduğu gibi, her coşkunluğun da bir durgunluğu vardır. Durgunluk döneminde bile sünnetime yönelen kurtulmuştur. Fakat bundan başkasına yönelen kimse ise helâk olmuştur.”[15] buyurarak itidal hâlinin sünnetine uymak ile gerçekleşeceğini belirtmiştir.
Bu konuda Abdullah b. Mes'ûd, “Sünnet çerçevesinde itidalli davranmak, bid'at içerisinde çok çaba sarf etmekten daha hayırlıdır.”44 buyurarak bid'atlerle bezenmiş, aşırı bir şekilde ibadet etmektense Peygamber Efendimizin tavsiye ettiği miktarda ibadet edilmesinin daha kıymetli olduğunu bildirmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin sünneti, bize hayatın her alanında olduğu gibi ibadetler hususunda da nasıl itidalli olabileceğimizi en güzel şekilde gösterir.
İbadetlerde olduğu gibi toplumsal hayatta da ölçülü ve dengeli olmak, gerek Kur'an'da ve gerekse hadislerde emredilmiştir.
وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ
“...(Allah'ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.”[16] buyuran Cenâb-ı Hakk'ın talimatına uygun olarak O'nun Elçisi, hayatın hiçbir alanında dengesizliği ve aşırılığı hoş karşılamamıştır. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz, düşmanlıkta aşırı gitmeyi yasaklamış ve
إِنَّ أَبْغَضَ الرِّجَالِ إِلَى اللَّهِ الأَلَدُّ الْخَصِمُ
“Allah'ın en sevmediği kimse, husumette aşırı gidenlerdir.” buyurmuştur.46
Allah yolunda savaşırken düşmana karşı olsa bile, haksızlık ve hainlik yapmak, işkence etmek ve çocukları öldürmek gibi aşırılıklara karşı ashâbını uyarmıştır.47 Yine adam öldürme suçu için konulan kısas cezasının uygulanmasında meşru ölçülerin aşılmaması konusunda titizlikle durulmuştur.48
Bütün bu uyarılar,
وَقَاتِلُوا في سَبيلِ اللّٰهِ الَّذينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin! Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”[17] âyetinin bir izahı gibidir. Yine Kur'an'da inkârcılara karşı savaşmak emredilirken50 ve Hz. Peygamber'in ashâbı inkâr edenler karşısında çetin davranmalarıyla övülürken;51 müminlere karşı savaş açmayan, onlara baskı ve işkence gibi uygulamalarda bulunmayan müşriklere karşı iyi davranılmasında bir sakınca görülmemesi,52 Müslüman olmayan toplumlar ile ilişkilerdeki itidalin bir gereğidir.
Allah Resûlü, Müslümanların kendisine karşı olan saygı ve övgülerinin de bir ölçü içinde olmasını arzu etmiş ve
لاَ تُطْرُونِى كَمَا أَطْرَتِ النَّصَارَى ابْنَ مَرْيَمَ ، فَإِنَّمَا أَنَا عَبْدُهُ ، فَقُولُوا عَبْدُ اللَّهِ وَرَسُولُهُ
“Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa'yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırılık göstermeyin. Şüphesiz ki ben Allah'ın kuluyum. Onun için bana 'Allah'ın kulu ve resûlü' deyin.”[18] buyurmuştur.
Ayrıca o, öfkesinde ve kederinde olduğu gibi sevincinde de mutedil davranmaya dikkat etmiş,
حُبُّكَ الشَّىْءَ يُعْمِى وَيُصِمُّ
“Bir şeyi (aşırı) sevmen, (seni) kör ve sağır eder.”[19] buyurarak duygulardaki kontrolsüzlüğün olumsuz sonuçlarına dikkat çekmiştir.
Peygamber Efendimiz, giyim kuşam konusunda da aşırılıklardan uzak durulmasını istemiştir. O, kibir ve gösteriş için abartılı bir şekilde giyinmeyi hoş görmediği gibi,55 yardıma muhtaçmışçasına pejmürde bir giyim tarzını yahut saç baş dağınık derbeder bir şekilde dolaşmayı da hoş karşılamamıştır.56 Peygamberimiz,
إِنَّ اللَّهَ يُحِبَّ أَنْ يُرَى أَثَرُ نِعْمَتِهِ عَلَى عَبْدِهِ
“Allah, nimetinin izinin kulunun üzerinde görülmesinden hoşlanır.”[20] buyurmuş, ayrıca temiz ve sade giyinmeyi tavsiye etmiştir.58
Yeme içme konusunda da aşırıya kaçmamayı tavsiye eden Peygamber Efendimiz,
مَا مَلأَ آدَمِىٌّ وِعَاءً شَرًّا مِنْ بَطْنٍ بِحَسْبِ ابْنِ آدَمَ أُكُلاَتٌ يُقِمْنَ صُلْبَهُ فَإِنْ كَانَ لاَ مَحَالَةَ فَثُلُثٌ لِطَعَامِهِ وَثُلُثٌ لِشَرَابِهِ وَثُلُثٌ لِنَفَسِهِ
“İnsan, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Halbuki birkaç lokma insanın belini doğrultmaya yeter. Eğer mutlaka bu miktarı geçecekse, midesinin üçte biri yemeğe, üçte biri içeceğe ve diğer üçte biri de (boş kalarak) nefes alıp vermeye ayrılmış olsun.”[21] buyurarak insanın yaşantısını sürdürebilmesi için az bir yiyeceğin bile kâfi geleceğini bildirmiştir.
Çok yemenin insana verdiği maddî ve mânevî rahatsızlıklar düşünüldüğünde Peygamber Efendimizin bu tavsiyesi daha iyi anlaşılacaktır.
Yeme içme hususunda riayet edilmesi gereken diğer bir husus da israftan kaçınılmasıdır. Yüce Rabbimiz,
يَا بَني اٰدَمَ خُذُوا زينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفينَ
“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin, yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.”[22] buyurarak gıda tüketiminde israfa gidilmemesini önemle vurgulamıştır. Yine harcamalarda da ölçülü olmak Allah Teâlâ'nın bizleri uyardığı önemli bir husustur. Rabbimiz,
وَالَّذينَ اِذَا اَنْفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكَانَ بَيْنَ ذٰلِكَ قَوَامًا
“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.”[23]
وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَحْسُورًا
“Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın.”[24]
buyurarak bizlere israf ve cimrilik arasında orta yolu yani cömertliği tavsiye etmektedir.
Kısacası Müslüman her hâlükârda orta hâlli olmayı, dengeli ve ölçülü davranmayı prensip edinmelidir. Aşırılığın insanı helâke götüreceğini hatırlatan Peygamber Efendimizin, dünya ve âhiret mutluluğu için bizlere tavsiyesi, iki hayat arasındaki hassas dengeyi yitirmemek, birisine abartılı bir özen gösterirken diğerini ihmal etmemektir. Öteki âlemde huzura kavuşmak isteyenlerin, bu dünyada kendilerini ve çevrelerini huzursuz edecek aşırılıklardan kaçınmaları şarttır. Allah Teâlâ, koymuş olduğu sınırları aşanları çok iyi bilir.63 Onlar, zalimlerin ta kendileridir.64 Onlar için âhirette elem verici bir azap vardır.65
O hâlde Müslüman'ın, birey olarak dengeli bir hayat sürdürmesi, o hayatı yaratan, yarattığı her şeyi en güzel şekilde66 ve bir ölçüye göre var eden67 Yüce Yaratıcı'nın koyduğu kanunlara uygun hareket etmesiyle mümkündür. İşte böyle bireylerden oluşacak bir toplum ancak, Cenâb-ı Hakk'ın, “vasat ümmet” olarak tanımladığı dengeli toplum olma vasfına hak kazanacaktır.
[1] Buhârî, Savm, 51.
[2] Tirmizî, Birr, 66.
[3] İbn Mâce, Menâsik, 63.
[4] Mâide, 5/87.
[5] Buhârî, Nikâh, 1.
[6] İbn Mâce, Zühd, 28.
[7] Buhârî, İlim, 11.
[8] Buhârî, İlim, 28.
[9] Buhârî, Zekât, 63.
[10] Müslim, Hac, 412.
[11] İbn Hanbel, V, 266.
[12] Buhârî, Rikâk, 18.
[13] Hâkim, Müstedrek, VIII, 2797 (4/306).
[14] Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 21.
[15] İbn Hanbel, II, 210.
[16] Mâide, 5/87.
[17] Bakara, 2/190.
[18] Buhârî, Enbiyâ, 48.
[19] Ebû Dâvûd, Edeb, 115-116.
[20] Tirmizî, Edeb, 54.
[21] Tirmizî, Zühd, 47.
[22] A’râf, 7/31.
[23] Furkân, 25/67.
[24] İsrâ, 17/29.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam