Câhiliye devri insanları, kimi zaman kâhinlerden medet umuyor, büyüyle kendini avutuyor, çoğu zaman da fallara başvuruyordu. Çeşitli varlıklara uğur ve uğursuzluk atfediyor, Allah'ın yaratarak kullarının hizmetine sunduğu1 güneş, ay ve yıldızların hareketlerinden çeşitli anlamlar çıkarmaya çalışıyordu. İnsanları tüm bu câhiliye inançlarından temizlemek için gönderilen Allah Resûlü, ashâbıyla birlikte olduğu her an, onları eski inanç ve alışkanlıkları konusunda uyarıyor ve bunların yerine İslâm'ın öğretilerini anlatıyordu.
Sevgili Peygamberimiz, bir gece, ensardan bir toplulukla birlikte otururken, kayan bir yıldız görmüş ve etrafın birden aydınlanmasına neden olan bu yıldızla ilgili ashâbına şu soruyu sormuştu:
مَاذَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ فِى الْجَاهِلِيَّةِ إِذَا رُمِىَ بِمِثْلِ هَذَا
“Câhiliye döneminde bunun gibi bir yıldız kaydığı zaman sizler ne derdiniz?”
Ensar,
اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ كُنَّا نَقُولُ وُلِدَ اللَّيْلَةَ رَجُلٌ عَظِيمٌ وَمَاتَ رَجُلٌ عَظِيمٌ
“Allah ve Resûlü bilir. Biz bu gece büyük bir adam doğdu ve bu gece büyük bir adam öldü derdik.” cevabını verirler.
Bunun üzerine Resûlullah,
فَإِنَّهَا لاَ يُرْمَى بِهَا لِمَوْتِ أَحَدٍ وَلاَ لِحَيَاتِهِ وَلَكِنْ رَبُّنَا تَبَارَكَ وَتَعَالَى اسْمُهُ إِذَا قَضَى أَمْرًا سَبَّحَ حَمَلَةُ الْعَرْشِ ثُمَّ سَبَّحَ أَهْلُ السَّمَاءِ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ حَتَّى يَبْلُغَ التَّسْبِيحُ أَهْلَ هَذِهِ السَّمَاءِ الدُّنْيَا ثُمَّ قَالَ الَّذِينَ يَلُونَ حَمَلَةَ الْعَرْشِ لِحَمَلَةِ الْعَرْشِ مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ فَيُخْبِرُونَهُمْ مَاذَا قَالَ - قَالَ - فَيَسْتَخْبِرُ بَعْضُ أَهْلِ السَّمَوَاتِ بَعْضًا حَتَّى يَبْلُغَ الْخَبَرُ هَذِهِ السَّمَاءَ الدُّنْيَا فَتَخْطَفُ الْجِنُّ السَّمْعَ فَيَقْذِفُونَ إِلَى أَوْلِيَائِهِمْ وَيُرْمَوْنَ بِهِ فَمَا جَاءُوا بِهِ عَلَى وَجْهِهِ فَهُوَ حَقٌّ وَلَكِنَّهُمْ يَقْرِفُونَ فِيهِ وَيَزِيدُونَ
“Yıldız ne bir kimsenin doğumu ne de ölümü için kayar! Allah Teâlâ bir şey hakkında hüküm buyurduğu zaman arşı taşıyan melekler tesbih ederler. Arkasından onlardan sonra gelen gök ehli tesbih eder. Ta ki tesbih şu alt semanın sakinlerine ulaşır. Sonra arşı taşıyanların arkasından gelenler arşı taşıyanlara, 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar. Onlar da ne buyurduğunu kendilerine haber verirler. Böylece gökyüzü sakinleri birbirleriyle haberleşir. Nihayet haber şu alt semaya ulaşır. Ve cinler işitileni kaparak onu (kâhin) dostlarına aktarır ve yıldızla taşlanırlar. Bu bilgiler geldiği şekilde aktarılmış ise gerçektir. Fakat bunlara ilâvelerde bulunurlar ve yalan karıştırırlar.”[1]
Allah Resûlü'nün yıldızlar ve gökyüzüyle ilgili bu ifadeleri, Allah Teâlânın şu âyetlerinde temelini bulmakadır:
وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرينَ ﴿16﴾ وَحَفِظْنَاهَا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ رَجيمٍ ﴿17﴾ اِلَّا مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُبينٌ ﴿18﴾
“Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyredenler için onu süsledik. Onları, taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa onu da parlak bir ateş takip etmektedir.” 3
Hz. Peygamber'in yıldızlarla ilgili olarak ashâbını uyardığı bu tür inanışlar o dönemde pek çok çeşidiyle oldukça yaygındı. Hiçbir mantıkî temeli olmayan, akılla izah edilemeyen, gerçek dışı, din ve inanç hâlini almış bu bâtıl inanç, davranış ve hurafeler, Hz. Peygamber'in mücadele alanını oluşturmaktaydı.
Allah'a putları ortak koşmak olan şirk başta olmak üzere, hayatın her alanında çok farklı şekilde karşılaşılan bâtıl inançların yerine, İslâm'ın tevhid akidesi yerleştirilmeliydi. Zira pek çok bâtıl inancın kaynağı, insanların tek tanrılı Hanîf dininden uzaklaşmaları ve bu inanç boşluğunu çeşitli varlıklara ulûhiyeti yakıştırarak onları kutsallaştırmaları sebebiyle gerçekleşmişti.
Kendilerini Allah'a yakınlaştırsın diye putları,4 cinleri O'na ortak koşup oğullar ve kızlar isnat etmeleri,5 gök cisimlerini ve esrarengiz varlıkları Allah'la aralarında aracı olarak görmeleri, müşriklerin ilâh sayısını artırdı ve böylece haktan uzaklaşırken bâtıl inançlarla kuşatıldılar. Oysa Allah'ın dışında tapılan her şey bâtıldı.6
Allah'ın bakanların ibret alıp kendisini hatırlamaları için süslediği gökyüzü ve yıldızlar,7 câhiliye dönemi insanı için yalnızca geceleyin yollarını aydınlatan birer kandil8 değildi. Bu insanlar, meteorolojik olaylar, iklim değişiklikleri, bitki örtüsü gibi tabiat olaylarının yanı sıra, bereket ve kıtlığın oluşmasına da sebep olarak gördükleri yıldızlara fazlaca ehemmiyet vermişler, ilkel inançları doğrultusunda onlara ilâhlık isnadında bulunmuşlardı.
Oysa gökten ve yerden rızık veren tek Yaratıcı olan9 Allah'a secde eden yıldızlar,10 ne birinin doğum veya ölümünü haber vermekte ne tabiat olaylarını idare etmekte ne de uğur veya şansa sebep olmaktaydılar. Bu bâtıl inanışları tevhid ile saf dışı bırakan Allah Resûlü, yıldızların yağmur yağdırarak insanları rızıklandırdığı düşüncesini de reddediyordu. Yıldızlardan yağmur bekleme fikrini ümmetinin câhiliyeden kalma inanışları arasında sayıyordu.11
Nitekim ashâbıyla Hudeybiye'den Medine'ye döndüğü gece yağmur yağmış, hâlâ eski alışkanlıklarının etkisinde olan bazı insanlar da gökyüzündeki yıldızlarla yağmur arasında ilişki kurmuşlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü, sabah namazından sonra ashâbına dönerek şöyle dedi:
هَلْ تَدْرُونَ مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ »
“Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?
Ashab:
. قَالُوا اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ .
“Allah ve Rasulü daha iyi bilir!” dediler. Rasulullah şöyle devam etti:
قَالَ « أَصْبَحَ مِنْ عِبَادِى مُؤْمِنٌ بِى وَكَافِرٌ ، فَأَمَّا مَنْ قَالَ مُطِرْنَا بِفَضْلِ اللَّهِ وَرَحْمَتِهِ . فَذَلِكَ مُؤْمِنٌ بِى كَافِرٌ بِالْكَوْكَبِ ، وَأَمَّا مَنْ قَالَ بِنَوْءِ كَذَا وَكَذَا . فَذَلِكَ كَافِرٌ بِى مُؤْمِنٌ بِالْكَوْكَبِ
Allah Teâlâ, şöyle buyurdu: 'Kullarımdan bir kısmı mümin, bir kısmı da kâfir olarak sabahladı.' 'Allah'ın lütfu ve rahmetiyle yağmur yağdı.' diyen bana iman etmiş, yıldızı(n yağmur yağdırma gücünü) reddetmiştir. 'Yıldızın doğuşu veya batışı ile yağmur yağdı.' diyenler ise beni inkâr etmiş, yıldıza iman etmiştir.”[2]
Böylece Allah Resûlü, insanların çeşitli bâtıl inançlar doğrultusunda, bu tür fiilleri Allah'tan başkasına isnat ederek şirk koşmalarını engellemeye çalışmıştır.
Câhiliye döneminde insanlar cehaletten, inançsızlıktan veya göktekilerin yeryüzünü yönettikleri şeklindeki ilkel inançlardan dolayı güneş, ay ve yıldızlar gibi gök cisimleriyle ilgili çeşitli bâtıl fikirlere sahip olmuşlardı.
Nitekim oğlu İbrâhim'in vefatı ile o gün gerçekleşen güneş tutulması arasında bir bağ kurulması üzerine Allah Resûlü, bu yanlış düşünceyi hemen reddederek şöyle demiştir:
الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ لاَ يَنْكَسِفَانِ لِمَوْتِ أَحَدٍ وَلاَ لِحَيَاتِهِ ، وَلَكِنَّهُمَا آيَتَانِ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ ، فَإِذَا رَأَيْتُمُوهُمَا فَصَلُّوا
“Güneş ve ay hiç kimsenin ölümünden ya da hayatından dolayı tutulmazlar. Lâkin onlar Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. Siz, onların tutulduklarını gördüğünüz zaman hemen namaz kılın.”[3]
Câhiliye Arapları arasında yıldızlar veya cinler vasıtasıyla gaybdan bilgi edinilebileceği inancı oldukça yaygındı. Gökyüzündeki yıldızların hareketlerinden, çeşitli, görünmeyen varlıklarla iletişime geçerek veya insanın fiziksel özelliklerinden yola çıkarak bilgi edinme yolu olarak görülen kehanet düşüncesi, İslâm öncesinde revaçta idi. Bu konuda ihtisas sahibi olduğuna inanılan kâhin ve arrâflara başvurularak geçmiş veya gelecekle ilgili bilgi sahibi olunmaya çalışılırdı.
Çeşitli ihtilâfların çözümünden hastalıklara şifa bulmaya, felâketleri önlemekten rüya tabirine kadar pek çok konuda danışılan kimseler olan kâhinler, o dönemdeki bâtıl inançların en önde gelen kaynağı idiler.14
Oysa Allah Resûlü, bazı kâhinlerin gaybî konularda verdikleri bilgilerin gerçekleşmesini, irtibat hâlinde bulundukları cinlerin kulak hırsızlığıyla elde ettikleri şeyleri bu kâhinlerle paylaşmasından kaynaklandığını bildirmişti. Bu konu, âyetlerde de ele alınmış ve olağanüstü özelliklere sahip olduğuna inanılan kâhinlerin elde ettikleri bilgilerin asılsızlığına dikkat çekilmiştir.15
Câhiliye devrinde görülen Allah'a ortak koşarak cinlere sığınma inancı âyetlerde reddedilmektedir.16 Nitekim bir âyet-i kerimede,
اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ
“...Cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” buyrulmakta,17 cinlerin gaybdan haber verme konusundaki âcizlikleri ve gaybın ancak Allah tarafından bilindiği birçok âyette kesin bir dille ifade edilmektedir.18
Allah Resûlü, kâhinlerin bir doğru söze yüzden fazla yalan katan insanlar olduğunu söyleyerek19 ashâbını onlara gitmekten nehyetmiş,20 bu yolla kazanılan paranın haram olduğunu bildirmiştir.21Kâhinlere giderek sözlerine inanmayı,
مَنْ أَتَى حَائِضًا أَوِ امْرَأَةً فِى دُبُرِهَا أَوْ كَاهِنًا فَصَدَّقَهُ بِمَا يَقُولُ فَقَدْ كَفَرَ بِمَا أُنْزِلَ عَلَى مُحَمَّدٍ
“...Kim de bir kâhine gider ve onun sözlerini tasdik ederse Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olur.” 22 buyurarak kesin bir dille yasaklamıştır.
Kehanet düşüncesi ve kâhinlere başvurma alışkanlığının yaygınlığından dolayı insanlar, dini tebliğ etmeye başladığı zaman Allah Resûlü'nü kâhin veya deli olmakla suçlayıp23 onun sözlerini de kâhin sözüçolarak nitelemişlerdi.24
Oysa Hz. Peygamber'i görme ve ilâhî vahyin eşsiz kelâmını işitme fırsatını elde edince bu fikirleri değişiyordu.
Nitekim Ezd-i Şenûe kabilesinden olan ve hastalara okumakla tanınan Dımâd isimli zâta Mekkeli bazı sefihler, “Muhammed delidir.” demişler, o da ona okursam belki şifa bulur diye düşünerek Allah Resûlü'ne gelmişti. Ancak onun sözlerini işittikten sonra, “Vallahi, ben kâhinlerin sözlerini de sihirbazların sözlerini de şairlerin sözlerini de dinledim ama seninki gibi hiçbir söz işitmedim. Bunlar gerçekten söz deryasının derinliklerine ulaşmış. Ver elini sana İslâmiyet üzerine biat edeyim!” diyerek iman etmişti.25
Bâtıl inançlardan sihir ve büyü inancı, tarih boyunca farklı zamanlarda ve toplumlarda farklı çeşitleriyle uygulanagelen ve bugün de güncelliğini koruyan bir konu olmuştur. İnsanları tesir altına almak maksadıyla, gözbağcılık, şarlatanlık, hilekârlık tarzında ortaya konulan, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterdiği için semavî dinler tarafından yasaklanan şeylere “büyü/sihir” denilmiştir.
Tabiatüstü güçleri kullanarak menfaat sağlamak, kötülük yapmak veya korunmak amacıyla gerçekleştirilen olağanüstü faaliyetler olan büyü/sihir, câhiliye devrinde pek çok çeşidiyle uygulanmaktaydı.26
Büyüler, Allah Resûlü'nün,
مَنِ اقْتَبَسَ عِلْمًا مِنَ النُّجُومِ اقْتَبَسَ شُعْبَةً مِنَ السِّحْرِ زَادَ مَا زَادَ
“Kim yıldızlardan bir ilim alırsa sihir ilminden bir dal almış olur. Yıldızlar ilmini artırdıkça sihir ilmini artırmış olur.” 27 şeklinde buyurduğu gibi yıldızlardan yararlanarak, düğümlere üfleyerek,28tabiatüstü varlıkların aracılığıyla ve daha pek çok şekilde gerçekleştirilmekteydi.
O dönemde, insanlar yeni karşılaştıkları veya kendilerini etki altında bırakan birtakım söz ve davranışları da büyülü ya da büyülenmiş şeklinde nitelemekteydiler. Nitekim Allah Resûlü, Necidli iki adamın hitabet sanatının güzel bir örneğini sunarak sözleriyle insanları kendilerine hayran bırakmaları üzerine,
إِنَّ مِنَ الْبَيَانِ لَسِحْرًا
“Şüphesiz bazı sözler büyülüdür.” buyurmuştu.[4]
Yahudiler ve büyüyü inançlarının bir parçası hâline getirmiş olan müşrikler de Hz. Peygamber'in büyülendiğini iddia edip kendilerini de büyü yaparak etkilediğini söylüyorlardı.30
Câhiliye devrinde olduğu gibi tarihin çeşitli dönemlerinde de peygamberler büyü ve büyücülere karşı mücadele vermişlerdir. Sihir ve büyünün çok revaçta olduğu eski Mısır'da sihirbazlar firavunların iktidarını desteklemek için halka karşı gözbağcılık yapıp hayalî şeyleri gerçekmiş gibi gösterirlerdi. Allah Teâlâ bunların şarlatanlıklarına son vermek ve insanları doğru yola iletmek üzere Hz. Musa'ya asâ ve yed-i beyzâ (beyaz el) gibi mucizeler göndermiş ve hilelerle insanları kandıran bu düzenbaz büyücülerin iflah olmayacaklarını bildirmişti.
Nitekim Firavun'un sihirbazları ellerindeki ipleri yere atmış, bu ipler sihirden dolayı yılan gibi yerde sürünüyor görünmüştü. Ancak Hz. Musa elindeki asâsını yere bırakıverince bir mucize olarak ortalıkta sürünen her şeyi yutmuştu. Bunu gören sihirbazlar derhâl iman etmişlerdi. Bunun üzerine Firavun onları şehit etti.31
Yine, döneminde çok yaygın olan sihre karşı büyük mücadele veren Süleyman (as) da büyücülükle itham edilmiş ancak bu iftiralar Kur'an tarafından yalanlanarak şeytanların uydurdukları şeylere tâbi olanların kâfir oldukları bildirilmiş ve büyüye başvuranların akıbeti şu şekilde haber verilmiştir:
…فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه وَمَا هُمْ بِضَارّينَ بِه مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه اَنْفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
“...Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) âhiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!”[5]
Tüm peygamberler gibi Hz. Peygamber de büyü gibi bâtıl inançlarla mücadele etmiş, bu tür davranışları kesin bir dille yasaklamıştır. Buna rağmen, insanların Allah Resûlü'ne dahi büyü yapmaya teşebbüs ettikleri, Hz. Peygamber'in bu durumdan Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla kurtulduğu şeklindeki rivayetler kaynaklarda yer almaktadır.33
Bu tür rivayetler âlimler tarafından eleştirilmekle birlikte, bir insan olarak Hz. Peygamber'in bundan etkilendiği de düşünülebilir. Zira büyünün insanları olumsuz tesir altında bırakabildiği, büyücülerin insanları aldattıkları, kafaları karıştırdıkları bilinen bir husustur. Bu yüzden Allah Teâlâ, düğümlere üfleyerek büyü yapan insanların şerrinden kendisine sığınılması konusunda müminleri uyarmakta,34 küfür olarak görülen bu tür faaliyetlere itibar edilmemesi, büyücülerin sözlerine değer verilip inanılmaması konusunda insanları ikaz etmektedir.35
Peygamber Efendimiz de Allah'tan başkasından medet umulması dolayısıyla büyüyle şirkin ilişkisine şöyle dikkat çekmiştir:
اجْتَنِبُوا الْمُوبِقَاتِ الشِّرْكُ بِاللَّهِ ، وَالسِّحْرُ
“Helâk eden şeylerden kaçının: Allah'a şirk koşmak ve sihir yapmak!”[6]
Ayrıca Allah Resûlü,
مَنْ عَقَدَ عُقْدَةً ثُمَّ نَفَثَ فِيهَا فَقَدْ سَحَرَ وَمَنْ سَحَرَ فَقَدْ أَشْرَكَ وَمَنْ تَعَلَّقَ شَيْئًا وُكِّلَ إِلَيْهِ
“Kim düğüm yapar sonra ona üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirk koşmuş olur. Kim de (kendisini koruması için nazarlık ve benzeri) bir şey takarsa o taktığı şeyin korumasına havale edilir.”[7] buyurarak büyük günahlar arasında saydığı büyüye inanmayı kesin bir şekilde yasaklamıştır.38
Hatta insanları günahlardan sakındırma amacı taşıyan bazı rivayetlerde sihir yapanların cennete giremeyeceği,39 bu yüzden kâhinlere başvuranların dini inkâr etmiş olacağı,40 kırk gece namazının kabul olmayacağı şeklinde ifadeler de mevcuttur.41
Câhiliye Arapları arasında oldukça yaygın olan bir bâtıl inanç da falcılık uygulamasıydı.
Arap dilinde, “uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamına gelen “fal” (fe'l) kavramı, genellikle çeşitli alet ve yöntemler aracılığıyla gelecek ve bilinmeyene dair bir tür haber edinme tekniği idi.
Ayrıca, “fal tutmak” anlamıyla birlikte, “belli şeyleri uğurlu saymak ve gelecekle ilgili iyimser tahminlerde bulunmak” anlamına gelen “tefe'ül” kelimesi de “uğursuzluk” anlamındaki “tıyera” ve “teşe'üm” kavramlarının zıddı olarak kullanılmaktaydı.
Allah Resûlü,
لاَ طِيَرَةَ ، وَخَيْرُهَا الْفَأْلُ
“İslâm'da uğursuzluk yoktur, tefeül (bir şeyi hayırlı ve uğurlu saymak) ondan daha hayırlıdır.” diyerek fe'l sözünden hoşlandığını bildirmiş; ashâbın “Fe'l nedir?” sorusunu ise,
الْكَلِمَةُ الصَّالِحَةُ يَسْمَعُهَا أَحَدُكُمْ
“Birinizin işittiği salih sözdür.” şeklinde cevaplamıştır.[8]
Böylece fe'l kavramıyla bir şeyi hayırla yorumlayarak onunla iyimser tahminler yürütme anlamı kast edilmiştir. Ancak bu kavram zamanla anlam kaymasına uğrayarak kehanette bulunarak gaybdan haber alma yöntemi olarak kullanılır olmuş ve bu fal anlayışı dinimizce asla tasvip edilmeyerek yasaklanmıştır.
İslâm öncesinde Araplar arasında pek çok çeşidiyle yaygın biçimde uygulanagelen ve gaybdan haber alma yöntemi olarak kullanılan fal yöntemleri mevcuttu. Bu dönem halkı, kum üzerine çizgiler çizerek (hattü'r-reml),43 kuş uçurarak (ıyâfe), taşları veya hurma çekirdeklerini yere vurarak (tark)44 veya fal oklarıyla (ezlâm)45 gelecekte yapacakları iş hakkında karar verirlerdi. İnsanlar savaşa girme, yolculuğa çıkma, nikâh, ticaret, nesep tayini, kan davası gibi önemli birtakım kararlar almadan önce genellikle fal oklarına (ezlâm) başvururlar, çekilen ok doğrultusunda verilen kararı putların onayladığına inanırlardı.46
Nitekim Allah Resûlü, Mekke'nin fethedildiği gün Kâbe'ye girdiğinde Kureyş müşriklerinin İbrâhim ve İsmâil'i (as) ellerinde ezlâm denilen fal kalemleriyle resmettiklerini görünce,
قَاتَلَهُمُ اللَّهُ ، وَاللَّهِ إِنِ اسْتَقْسَمَا بِالأَزْلاَمِ قَطُّ
“Allah bunları yapanları kahretsin. Allah'a yemin ederim ki bu iki peygamber, hiçbir zaman böyle fal kalemleriyle rızık ve kısmet aramamışlardır.” buyurmuştu.[9]
Fal ve benzeri uygulamalarda, işler Allah'ın takdirine değil de inanılan çeşitli varlıkların iradesine bırakılmaktadır. Bu yüzden İslâm'ın tevhid akidesine ters düşen fal inancı, Allah Teâlâ tarafından “şeytan işi bir pislik”olarak tanımlanmakta ve ondan uzak durulması emredilmektedir.48
Bir câhiliye âdeti olan fal oklarıyla kısmet aramak da Kur'an'da haram kılınmıştır.49 Allah Resûlü bu tür faaliyetlerin şirkle ilişkisine vurgu yaparak, çeşitli yöntemlerle fala başvurmanın sihir ve kehanet çeşitlerinden olduğunu bildirmiştir.50
Câhiliye döneminde putperest bir hayat tarzını benimsemiş olan müşriklerin bütün bâtıl uygulamalarında şirk inancının izlerini görmek mümkündür. Nitekim bu inançları gereği birtakım hayvanları putlara kurban ederken, bir kısmını onların hürmetine salıveriyorlar ve kendileri için haram sayıyorlardı.
Deve ve koyunlarla ilgili bazı bâtıl hüküm ve âdetler uydurarak onları “Bahîra, Sâibe,” gibi isimler altında sınıflandırıyorlardı.51 Tüm bu bâtıl câhiliye âdetleri, inanılan ve adına kurbanlar adanan tek varlığı meşru kılan ve yalnız O'nun iradesiyle helâl ve haramların belirlendiği İslâm dinince şu şekilde reddedilmişti:
مَا جَعَلَ اللّٰهُ مِنْ بَحيرَةٍ وَلَا سَائِبَةٍ وَلَا وَصيلَةٍ وَلَا حَامٍ وَلٰكِنَّ الَّذينَ كَفَرُوا يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَاَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
“Allah, Bahîra, Sâibe, Vasîle ve Hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğu anlamazlar!”[10]
Câhiliye döneminde pek çok çeşidi bulunan fal, büyü, kehanet inançlarının tümü İslâm'ın temeli olan tevhide yani tek olan Allah'a inanma ve güvenme, yalnızca O'na kulluk edip sadece O'ndan yardım dileme53 inancına ters düşmektedir. İslâm'dan önce putlara, kâhinlere, büyücülere veya esrarengiz varlıklara nispet edilen her türlü inanç ve bu kişilerin yardımıyla gelecekten haber alma, bilinmeyeni öğrenme, kısmet açma, şans getirme, kaderi değiştirme gibi her türlü bâtıl uygulama tevhid akidesi gereği kaldırılmıştır.
İnsanın fıtrî bir özelliği olan bilinmeyene ve geleceğe ait merakı, esrarengiz durumlara karşı zaafı, onu gaybı öğrenmeye yöneltmektedir. Her çağda gündeme gelmiş olan bu tür meseleler ile kâhin, falcı, büyücü, sihirbaz, arrâf, bakıcı, medyum adı altında pek çok kişi çeşitli yöntemlere başvurmak suretiyle insanlara bilgi verebileceklerini iddia etmişlerdir.
Allah Resûlü döneminde de şirkle karışmış durumda olan bu tür bâtıl inançlar onun en önemli mücadele alanını oluşturmuş ve her vesile ile böyle câhiliye izlerini temizlemeye çalışmıştır. Zira İslâm'ın getirdiği anlayışa tamamen zıt olan bu uygulamalar ile insanlar asıl sağlam bilgi kaynaklarına değil de bâtıl inanç ve hurafelere sığınmakta, çoğu zaman da maddî ve mânevî olarak istismar edilmektedirler.
Oysa gaybın anahtarlarına sahip olan54 ve bilgisi ile her şeyi kuşatan Allah Teâlâ55 görünen ve görünmeyen tüm âlemleri bilmektedir.56 Ancak O'nun ilmi bütün zamanları kuşatabilir57 ve bilgisini de ancak O, dilediğine bildirir.58
İslâm'ın reddettiği bâtıl inançlar arasında uğursuzluk inancı da önemli yer tutmaktaydı. Câhiliye döneminde çeşitli varlıklarla, eşyalarla, hayvanlarla veya zaman dilimleriyle ilgili çok farklı uğursuzluk inançları mevcuttu. İslâm'ın ortaya çıktığı dönemde Araplar arasında uğursuz olarak nitelenen pek çok varlıktan uzak durulur, hiçbir temele dayanmayan bu tür saçma düşüncelerle gelecekle ilgili olumsuz yorumlar yapılarak boş yere korku ve endişeye yol açılırdı. Oysa uğursuzluk, nispet edilen varlıklarda değil zan ve kuruntudan ibaret olan bu tür düşünce ve yorumlardadır.
Bu yüzden Allah Resûlü, hiçbir şeyde uğursuzluğun bulunmadığını,59 varlıkların, zâtında uğursuzluğu barındıramayacağını bildirmiştir. Zira İslâm'da her şeyin tek yaratıcısı Allah Teâlâ'dır ve hiçbir kudrete sahip olmayan varlıklara nispet edilen uğursuzluk düşüncesi, dinin temeli olan tevhid inancıyla asla bağdaşmamaktadır. Nitekim Resûl-i Ekrem üç defa, (الطِّيَرَةُ شِرْكٌ) “Uğursuzluğa inanmak şirktir.” buyurduktan sonra, insanların kalbine bu tür düşüncelerin gelebileceğini ancak Allah'ın, bunları, kendisine dayanıp tevekkül eden kullarından giderdiğini bildirmiştir.[11]
Resûl-i Ekrem, olumsuz ve kötümser bir hayat algısını öngören uğursuzluk düşüncesinden hoşlanmaz, bunun yerine bir şeyi iyimser bakış açısıyla, hayırlı ve uğurlu saymayı tercih ederdi.61 Çevresindeki insanları da uğursuzluk inancı gibi boş ve asılsız düşüncelerden arındırmaya çalışırdı.
Nitekim bir gün, İslâm'la yeni tanıştığı anlaşılan Sülem kabilesinden Muâviye b. el-Hakem Allah Resûlü'nün huzuruna gelerek ona şöyle demişti:
“Ey Allah'ın Resûlü! Ben câhiliyeden yeni kurtulmuş biriyim. Allah Teâlâ bize İslâm'ı getirdi. Bizden bazı kimseler kâhinlere gidiyor (ne dersiniz)?”
Bu soruya karşılık Hz. Peygamber ona, “Sen gitme.” dedi.
Muâviye tekrar sordu: “Ey Allah'ın Resûlü! Bazılarımız da, uğursuzluğa inanıyorlar (buna ne dersiniz)?”
Resûl-i Ekrem ise şöyle buyurmuştur:
ذَاكَ شَىْءٌ يَجِدُونَهُ فِى صُدُورِهِمْ فَلاَ يَصُدَّنَّهُمْ
“Bu, onların içlerinden geçen bir düşüncedir. Bu düşünce onları sakın işlerinden alıkoymasın!”[12]
Bir başka hadislerinde ise efsun yapmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine tevekkül eden kimseleri cennetle müjdelemiştir.63
Hz. Peygamber döneminde yaygın inanışlardan biri olan 'evde, kadında ve atta uğursuzluk bulunduğu' düşüncesi de reddedilmelidir.64
Bazı kaynaklarda Hz. Peygamber'e de atfedilen65 ancak Allah Resûlü'nün uğursuzluk konusundaki genel kanaatine ters düşen bu düşünce, Hz. Âişe tarafından şu şekilde düzeltilmiştir:
“Kur'an'ı Muhammed'e indiren Allah'a yemin ederim ki Resûlullah (sav) asla böyle bir şey söylemedi. Fakat o, 'Câhiliye devri insanları, kadında, atta ve evde uğursuzluğun bulunduğuna inanırlardı.' buyurdu.”66
Konuyla ilgili başka rivayetlerde de Hz. Âişe, bu rivayeti bazı sahâbîlerin yanlış anlayıp eksik olarak naklettiklerini belirterek onları düzeltmiştir.67
Câhiliye devrinde uğursuzluk atfedilen varlıklar arasında hayvanlar da önemli yer teşkil etmekteydi. Kuşların uçuşundan anlam çıkarmaya çalışan câhiliye insanı, onların isimlerine, seslerine ve uçuş güzergâhlarına dayanarak bir işin uğurlu veya uğursuz olacağına karar verirdi.
Allah Resûlü bütün bunları kehanet kapsamında değerlendirerek kesinlikle tasvip etmemişti.68 Ayrıca câhiliye halkı insanların ölüp defnedildikten sonra mezarlarından baykuş olarak çıktıklarını düşünerek69 baykuşu da uğursuz sayarlardı.
Ancak bu durum Allah Resûlü tarafından, “Baykuşta uğursuzluk yoktur.” şeklinde reddedilmişti.70 Hz. Peygamber, köpek uluması ve eşek anırması durumlarını da uğursuz gören câhiliye zihniyetini reddederek bu tür vesveselere ve korkulara karşı Allah'a sığınmayı tavsiye etmişti.71
İnsanlar, câhiliye döneminde Şevval ayında evlenmezlerdi. Allah Resûlü günümüzde bile, “İki bayram arasında nikâh kıyılmaz.” şeklinde sürdürülen bu geleneği kaldırarak Hz. Âişe ile bu ayda nikâhlanıp evlenmişti.72
Ayrıca Safer ayı da uğursuz görülür, Safer ayı çıkmadan umre yapmak yeryüzünde işlenen günahların en büyüklerinden sayılırdı.73 Hz. Peygamber (sav), “Safer (ayının) uğursuzluğu diye bir şey yoktur.” buyurarak câhiliye dönemi halkının bu bâtıl inancını ve74 aynı şekilde hac aylarında umre yapmayı dünyadaki en çirkin işlerden gören halk inancını reddetmiş, umrenin herhangi bir vakti olamayacağını ve hac ile bir arada yapılmasının helâl kılındığını bildirerek bu yanlış uygulamayı ortadan kaldırmıştı.75
Bunun yanında, câhiliye dönemi halkının, Safer'in, insanların ve hayvanların karnında bulunan bir ağrı olduğuna ve bunun başkalarına da bulaştığına inandıkları nakledilmektedir.76 Ancak Resûlullah bu bâtıl inancı da reddetmiştir.77
Hz. Peygamber, cin yahut şeytan türü hayalî bir varlık olarak bilinen “ğul” (hayalet, hortlak) inancını da kaldırarak, “Ğul diye bir şey yoktur.” buyurmuş,78 ashâbına kalplerine bununla ilgili bir korku geldiği zaman ezan okuyarak Allah'a sığınmalarını emretmiştir.79
Nazar, İslâm öncesinde ve sonrasında Araplar arasında yaygın olan inançlar arasındaydı. Câhiliye Arapları, yakından ilgilendikleri nazarın insanları etkileyen büyük bir güç olduğuna inanırlardı. Bundan korunmak için de çeşitli bâtıl uygulamalar geliştirmişler, “temâim” adı verilen muskalar, nazar boncuğu türü nesneler, çeşitli gerdanlıklar takmayı âdet hâline getirmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (sav), takılan muskaların ve nazarlık olarak hayvanların boynuna asılan gerdanlıkların çıkarılıp atılmasını emretmiş,80
kendisinin nazarlık takanlardan uzak olduğunu haber vermiştir.81 Câhiliye Araplarının nazarlık kullanma âdetinin şirk olduğunu bildiren Allah Resûlü,82 böyle davranışların insanları Allah'a tevekkül etmekten uzaklaştırdığını söylemiştir.83 İslâm inancında ise bir olgu olarak nazarın varlığı kabul edilmiş, hatta Kur'an'da Hz. Peygamber'e nazar ederek ona zarar vermeye çalışan müşriklerden bahsedilmiştir.84 Resûl-i Ekrem de nazarın gerçek olduğunu bildirmiş,85 ancak ondan korunmak için farklı nesnelerden medet umulan bâtıl inançlar yerine Allah'a sığınmayı86 ve Kur'an'dan bazı sûrelerin ve duaların okunmasını (rukye yapmayı) emretmiştir.87
Çağlar öncesinde Sevgili Peygamberimizin kaldırmak için büyük mücadele verdiği bâtıl inanç ve uygulamalar, şekilsel birtakım değişiklikler olsa da hemen her zamanda ve toplumda ortaya çıkmaya devam etmiştir. Dinî inançların zayıflığı, cehalet ve merakla birleşince, insanın bilinmeyeni öğrenme arzusunun da etkisiyle, hayal gücünü zorlayan bâtıl inançlar kolayca yayılmaktadır. Bunun yanında farklı din ve kültürlerin barındırdığı bâtıl düşüncelerden etkilenilerek veya insanın içinde bulunduğu psikolojik durumun etkisiyle, esrarengiz ve mistik imaja sahip olan nesne ve varlıklardan medet umulabilmektedir.
Fal ve büyü için her şeyi bildiklerine inanılan kâhin, büyücü, medyum ve falcılara başvurulmakta, geleceği öğrenmek için yıldızlardan anlam çıkarılmaya çalışılmaktadır. Rakamlara, günlere, hiçbir gücü ve kudreti olmayan varlık ve nesnelere kimi zaman uğursuzluk atfedilerek onlardan korkulmakta, kimi zaman da uğur veya şans getirdiğine inanılan bir boncuğa veya muskaya olağanüstü güçler yüklenerek onlarla korunmaya çalışılmaktadır.
Hatta bu dünyadan göçmüş ve kendisine bile faydası dokunamayacak ölülerden ve türbelerinden medet umulup dualar edilmekte, adaklar adanmakta, şifalar istenmektedir. Ağaca bağlanan çaputtan, havuza atılan paradan veya yakılan mumdan dahi medet umulabilmektedir. Adı her ne olursa olsun akla ve mantığa uymayan, dine aykırı, gerçek sebeplere ve ilâhî bilgi kaynaklarına yönelmekten insanı alıkoyan bu boş inanç ve hurafeler, insanın zihnini işgal ederek asılsız korku, endişe, beklenti ve inançlarla doldurmaktadır.
Günümüzde aktüel biçimde artan çeşitleriyle bâtıl inançlar, insanların dinî itikatlarının yerini alır hâle gelmiştir. Oldukça farklı ve etkili sunuş teknikleriyle insanların ilgi ve merakını celbeden bâtıl uygulamaların, modern iletişim araçları ve teknolojinin yardımıyla her alanda reklamı yapılabilmektedir. Bir eğlence unsuru imiş gibi gösterilen ve insanların önemsemeyerek rüzgârına kapıldıkları bu bâtıl inanç ve hurafeler, hem maddî ve mânevî olarak sömürülüp istismar edilmelerine neden olmakta hem de dinî inançlarını bozmaktadır.
İslâm dini bu tür inanç ve davranışlara dinin özü olan tevhid inancıyla uyuşmaması nedeniyle tamamen karşıdır. Zira kullarını her an koruyup gözeten, onlara her şeyden daha yakın olan, dualarına icabet eden ilâhî kudret88 yerine âciz varlıklara sığınmak düşüncesi, hem dinin aslına hem Müslüman şahsiyetine ve hem de insanın saygınlığına aykırıdır. Allah Teâlâ, insanları her türlü bâtıl inançtan arındırma gayreti içinde olan kutlu elçileri vasıtasıyla, her şeyin tek olan Allah'ın bilgisinde ve kudretinde bulunduğu inancını bütün zamanlara ilân etmektedir. Böylece, hak olan Allah'ın dininin karşısında, tüm bâtıl inançların yok olmaya mahkûm oldukları bildirilmektedir.89