وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللَّهَ اِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
“İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Muhakkak ki Allah’ın cezası çok şiddetlidir.”[1]
مَن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ وَلَهُ أَجْرٌ كَرِيمٌ
“Allah’a güzel bir borç vermek isteyen kimdir? Allah onu kat kat arttırır. Rızkı daraltan da, arttıran da O’dur. Dönüş O’nadır.”[2]
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ فِيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.”[3]
لَنْ تَنَالُوا البِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فَاِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ
"Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar hayra nâil olamazsınız ve her ne şey infak ederseniz şüphe yok ki, Allah Teâlâ hakkıyla bilir.[4]
Rasulullah buyurdular ki:
مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمْ أَنْ يَسْتَتِرَ مِنَ النَّاِر وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ فَلْيَفْعَلْ
"Sizden kim, bir yarım hurma ile de olsa ateşten korunabilirse, bunu yapsın"[5]
Rasulullah buyurdular ki:
اَلسَّخِىُّ قَرِيبٌ مِنَ اللَّهِ، قَرِيبٌ مِنَ النَّاسِ، قَرِيبٌ مِنَ الْجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّارِ؛ وَالْبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللَّهِ، بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ، بَعِيدٌ مِنَ الْجَنَّةِ، قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ؛ وَلَجَاهِلٌ سَخِىٌّ أَحَبُّ إلَى اللَّهِ تَعَالَى مِنْ عَابِدٍ بَخِيلٍ
"Sehâvet sahibi (cömert) Allah'a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah'tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Câhil sehâvet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever."[6]
Rasulullah buyurdu ki:
إذَا مَاتَ الْاِنْسَانُ اِنْقَطَعَ عَمَلُهُ إِلَّا مِنْ ثَلاَثٍ صَدَقَةٍ جَارِيَةٍ، أَوْ عِلْمٍ يُنْتَفَعُ بِهِ، أَوْ وَلَدٍ صَالِحٍ يَدْعُو لَهُ.
"Bir insan ölünce üç kişi hariç herkesin ameli kesilir: Sadaka-i cariye (bırakan), veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine dua edecek salih evlat (bırakan)."[7]
Rasulullah buyurdu ki:
مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَغْرِسُ غَرْسًا أوْ يَزْرَعُ زَرْعًا فَيَـأْكُلُ مِنْهُ طَيْرٌ أَوْ إِنْسَانٌ أَوْ بَهِيمَةٌ إِلَّا كَانَ لَهُ بِهِ صَدَقَةٌ
Bir Müslümanın diktiği ağaçtan ve ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler o Müslüman için birer sadakadır.[8]
Suyuti, kişinin ölümünden sonra amel defterine yazılmaya devam edecek olan hususları bir şiirinde şöyle belirtmiştir
إذَا مَاتَ ابْنُ آدَمَ لَيْسَ يَجْرِي ... عَلَيْهِ مِنْ فِعَالٍ غَيْرِ عَشْرِ
Kişi öldüğü zaman ancak şu on iyiliği yazılmaya devam eder.
عُلُومٌ بَثَّهَا وَدُعَاءُ نَجْلٍ ... وَغَرْسُ النَّخْلِ وَالصَّدَقَاتِ تَجْرِي
Yaydığı ilim, Evladının duası, Diktiği hurma (ağaç) ve Sadaka-i cariye
وِرَاثَةُ مُصْحَفٍ وَرِبَاطُ ثَغْرٍ ... وَحَفْرُ الْبِئْرِ أَوْ إجْرَاءُ نَهْرِ
Mushaf dağıtması, kışla yaptırması, kuyu kazdırması veya nehir akıtması
وَبَيْتٌ لِلْغَرِيبِ بَنَاهُ يَأْوِي ... إلَيْهِ أَوْ بِنَاءُ مَحَلِّ ذِكْرِ
Gariplerin sığınması için yaptığı ev veya zikir mahalli (mescitler).
Kâmil odur ki, koya her yerde bir eser,
Eseri olmayanın yerinde yeller eser. (Hadimî)
Ölen insan mıdır, ondan kalacak şey eseri,
Bir eşek göçtü mü, ondan da nihayet semeri. (M. Akif Ersoy)
Hayvan ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır.
Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı.
Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. (Şeyh Edebali, Osman Gazi'ye Nasihat)
Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi.
Hele bana şöyle gele, şol göz yumup açmış gibi.
Bir hastaya vardın ise, bir içim su verdin ise.
Yarın anda karşı gele, hak şarabın içmiş gibi. (Yunus Emre)
Vakf, kelime olarak “durdurmak” manasına gelir.
Istılah olarak; "Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip aynını Allah Teala'nın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten müebbeden menetmektir" diye tarif edilmiştir.
Bu tarif İslam fukahasının vakıf anlayışını ifade eder. Ancak herkesin istifadesine sunulan müessese manasında vakıf, insanlık kadar eskidir. Tarihî vesikalar, vakfın önce dinî olarak başladığını, sonradan insanî, medenî, içtimâî sahalara yayıldığını gösterir.
İslam'da ilk fiilî vakıf örneğini bizzat Hz. Peygamber vermiştir. Rasulullah, önce Medine'de sahip olduğu yedi ayrı akarını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından hissesine düşeni Allah yolunda vakıf buyurmuşlardır. Peygamberlerinden gördükleri bu güzel sünnete imkanları ölçüsünde uymaya çalışan ashabtan pek çoğu, kıymetli akarlarını vakfetmişlerdir.
Hz.Cabir (r.a): "Muhacir ve Ensardan imkan sahibi olup da vakıfta bulunmayan tek kişi bilmiyorum" demektedir.
İbn Ömer (r.a) anlatıyor: "Hz. Ömer (r.a) Hayber'de (ganimetten) bir arazi sahibi oldu. (Bunu tasadduk etmesini emreden bir rüyayı üst üste üç gün görmesi üzerine) Rasulullah (a.s)'a gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! Ben Hayber'de bir tarlaya sahip oldum. Şimdiye kadar yanımda böylesine değerli bir arazim hiç olmadı. Bu tarla için bana ne emir buyurursunuz?" diye sordu.
Rasulullah: "Dilersen onun aslını (Allah için) hapset ve [gelirini] tasadduk et!" buyurdular. Bunu üzerine Hz. Ömer (r.a) araziyi tasadduk etti ve aslının satılamayacağını ve satın alınamayacağını, varis olunamayacağını, hibe edilemeyeceğini söyledi.
Ravi der ki: "Ömer bu araziyi fakirlere, akrabalara, kölelere, Allah yolunda harcamalara ve yolculara bağışladı. -Bir rivayette misafirlere de denmiştir-. Onun işlerini üzerine alanın ondan maruf üzere yemesinde veya bir dostuna yedirmesinde bir beis yoktur, yeter ki, malı kendine sermaye yapmasın."[9]
Peygamberimiz, Medine'ye hicret ettiğinde, bu şehirde üstün vasıflı içme suyu kaynağı olarak sadece Rume kuyusu bulunmaktaydı. Bu kuyu, Gifar oğullarından bir Yahudi'ye aitti ve o da bu suyu kırbası bir dirhem fiyatla satıyorlardı. Kuyunun suyu ise çok fazla değildi. Hz. Peygamber, üstün vasıflı bir su olan bu kaynağın sahibinden satın alınıp, suyunun çoğalması için yeniden kazdırılıp, ücretsiz olarak içilmesinin sağlanmasını istiyordu. "Kim Rume kuyusunu satın alıp yeniden ıslah ederek insanların hizmetine sunarsa, onun için bu işin karşılığında Cennet vardır." buyurarak müminleri bu konuda teşvik etti. Bunun üzerine, Hz. Osman, 35.000 dinar vererek, bu su kaynağını sahibinden alıp vakfetti.
Yatağa düşmüş, evine doktor getirme imkânı olmayan hastalara, başvurmaları halinde doktor gönderilmesi,
Hastanede ölenlerin cenaze masraflarını karşılamak üzere her gün beş akçenin bir fonda biriktirilmesi,
İmarete gelen misafirler, görevliler tarafından güler yüzle karşılanıp, misafir olarak kalmak isterlerse, üç günden çok olmamak üzere misafir edilip, yeme-içme ihtiyaçlarının karşılanması,
İmaretten, dul kalmış Saliha hanımlar için yemek verilip, namus ve iffetlerinin muhafaza edilmesi.
Hastanede görev yapacak hastabakıcı, temizlikçi, bekçi gibi görevlilerin yanında, hastalara namaz kıldırabilecek bir imam tayin edilmesi ve bu imama yardımcı olacak, namaz vakitlerinde hoş seda ile ezan okuyup insanları Allah’a ibadete çağıracak bir müezzin tayin edilmesi,
Kendini bilmez kişilerin duvarları karalayıp, kirletmesini engellemek ve yapılan karalamaları silmek için bir görevli tayin edilmesi,
Cuma, bayram ve mübarek gecelerde imarette her gün pişirilen yemeğe ilave olarak çeşidi bol yemekler pişirilip yoksullara dağıtılması ve yoksul-zengin ayırmaksızın imarete gelen misafirlere yedirilmesi.
Evliyâ Çelebi'nin Sokullu Mehmed Paşa vakfiyesindeki misâfirhâne ile alâkalı vermiş olduğu şu mâlumat ne kadar güzeldir:
"... Eğer gece yarısı taşradan misâfir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikrâm edeler. Fakat cihan yıkılsa geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de hancılar tellâllar gibi: "-Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır?" diye nidâda bulunalar. Misâfirler hep birden: "- Tamamdır. Allah Teala, hayır sahibine rahmet eyleye!" dediklerinde, kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak: "- Gafil gitmeyin! dikkat edin, yolunuzu kaybetmeyin! Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin! Yürüyün, Allah kolay getire!..." diye duâ ve nasîhat ile uğurlayalar."
Batılı seyyah Hunke'nin, müslüman hastahânesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı şu bölümler, vakıf hassâsiyetinin güzel bir örneğidir:
"Babacığım! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastahâneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel! Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedâvî edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel, beraber yiyelim!.."
Edirnekapı'da ve Üsküdar'da birer selâtîn câmî inşâ ettirmiş olan Mihrimâh Sultan, vaktiyle Hârun Reşîd'in hanımı Zübeyde'nin Bağdad'dan Arafat'a getirttiği su yollarının bozulduğunu ve bu sebeple hacıların Arafat günü şiddetli su sıkıntısı çektiklerini duymuştu. Bunun üzerine derhal babası Kânûnî Sultan Süleyman'ın huzûruna çıkarak sahibi bulunduğu bütün mücevheratı bu yolda sarfetmek için müsâade istedi. Mîmâr Sinan'ın da bu işe me'mûr edilmesi talebinde bulundu.
Ayrıca bu hayrâtının da dâimâ gizli kalmasının te'mînini istirhâm eyledi. Süleymaniye Câmii'nin temelleri atıldıktan sonra Mîmâr Sinan'ın uzun bir müddet ortadan kayboluşu vardır ki, bunun sebebi pek bilinmez. Umûmiyetle câmînin temelinin oturması için böyle hareket ettiği söylenir. Halbuki bu müddet zarfında Sinan, Hârun Reşîd'in hanımı Zübeyde'nin yaptırmış olduğu su yollarını Mihrimâh Sultan'ın servetiyle yeniden tâmir edip Arafat'a bol su getirmiştir. Bu suyun hâlâ "Ayn-ı Zübeyde" ismiyle anılması, Mihrimâh Sultan'ın bu hayrını gizlemiş olmaktaki hassâsiyetinin bir neticesidir.
Gelip giden Müslüman fakirlerin konaklama ihtiyacını karşılamak üzere, sofa, mutfak, odunluk, birçok oda ve avludan oluşan bir konak yaptırarak, yalnız Allah rızasını kazanmak ve ahirette sadakasının gölgesinde gölgelenmek niyetiyle vakfedilmesi, hayrat ve akarının bakım ve onarımına öncelik veren vakıf gelir fazlasından, söz konusu konağa gelip giden Müslüman fakirlerin ihtiyaçlarına kusursuz ve adaletli bir şekilde harcama yapılması,
Vakfedilen yerlerin bir seneden fazla bir müddetle kiraya verilmemesi, eğer ihtiyaç olursa bu sürenin en fazla üç yıla çıkarılması.
Vâkıf bu vakfiyesinde hasıl olan mahsulünden medreseye devam edenlerden sabah ve akşam Allah’ın kitabını okuyan 2 hafıza aylık 60 dirhem ki her birine 30 ar dirhem sarf olunması,
Medrese bina edilen musluğa ve abdesthaneye bakan ve bunları yıkayıp temizleyen kimseye 30 dirhem sarf olunması,
Medresede bina edilen musluğa ve abdesthaneye bakan ve bunları yıkayıp temizleyen kimseye 30 dirhem verilmesi.
Borçlulara yardım, bekar fakirleri evlendirmek, fakir kızlara çeyiz vermek, yoksullara odun, kömür, ve gıda yardımı yapmak, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kase ve kapların yerine yenisini almak, kuşlara yem parası ayırmak, hasta leyleklere bakmak, hapistekilere et ve karlı su vermek, baharda öğrencileri kır gezilerine götürmek, borçtan hapse düşenlerin borcunu ödemek, kimsesizlerin cenazesini kaldırmak, askerleri teçhiz etmek, kış günü dağlarda aç kalan yırtıcı hayvanları beslemek…
İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre vakıfta ebedilik (te'bid) şart olduğu için, vakfedilecek malın buna elverişli olması gerekir. Diğer yandan maldan yararlanmanın da mümkün ve caiz olması gerekir. Bunun için vakfedilecek malda aşağıdaki özelliklerin bulunması öngörülmüştür:
Mütekavvim Mal Olması: Kendisinden yararlanmak mümkün ve meşru olan mala "mütekavvim", bu özelliği taşımayan mallara ise "gayri mütekavvim" denir. İnsan fıtratının kendisine meylettiği, değer verdiği ve ihtiyaç için biriktirdiği şeye mal denir.
Malın Belirli Olması: Vakıf malın anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde belirli bir mal olması gerekir. Yer ve miktarını belirtmeksizin "Şu toprağımın bir bölümünü veya beş-on tane zeytin ağacım vakfettim" gibi sözlerle yapılacak vakıf, anlaşmazlığa yol açabileceği için geçerli olmaz.
Vakfedenin Mülkü Olması: Vakfedilen malın, vakfedenin mülkü olmadıkça, vakıf tasarrufu geçerlilik kazanamaz.
İfraz Edilmiş olması: Kendisinden ancak ayn'ıyla intifa olunabilen mabed, hastane, kabristan ve kütüphane gibi vakıflarda, vakfedilen malın ifrazı (bağımsız birim haline getirilmiş olması) şarttır. Tapusu hisseli olan yerler bu gibi vakıflar için elverişli değildir. Ancak alt katların dükkân ve üst katların mescit yapılması halinde vakfa gelir sağlamak amacıyla, bu caiz görülmüştür.
Ayn'ıyla intifa olunmayan, sadece gelirinden yararlanılan şâyi hisseli yerden bir hissenin vakfedilmesi çoğunluk İslâm hukukçularına göre caiz olup, böyle bir vakfın bağımsız birim haline getirilmesi (ifraz) şart değildir.
“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya'yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tebdile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.
Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah'ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme isine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.
Allah'ın azabı onlaradır.
Allah işitendir, bilendir.
Ad yapmak, şan - şöhret elde etmek, güç merkezi oluşturmak, gizli politika yapmak, mevzuattaki bazı engelleri aşmak, vergi muafiyetinden yararlanmak gibi amaçlarla kurulmuş olan vakıflar bilim hayatında ve sosyal bünyede gereken canlanmayı sağlayamazlar.
Halk ağzında kıssadan hisse olarak anlatılagelen Hz. Süleymân ve serçe kuşu arasında geçen şu hâdise de çok ibretlidir:
Birgün Hz. Süleymân, serçe kuşunu azarlamıştı. Bunun üzerine serçe, Hz. Süleymân'ı tehdit ederek: "Senin saltanatını mahvederim!" dedi.
Hz. Süleymân: “Şu küçük cüssenle mi benim sarayımı mahvedeceksin?!..” dedi.
Küçük kuş, şöyle cevap verdi: "Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan vakıf toprağını senin sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!.."
Büyüklerimiz; "Vav'lardan kaçının; mes'ûliyetinden korkun!.." buyurmuşlardır.
VALLÂHİ diyerek lüzumsuz yere yemin etmekten,
mes'ûliyet şuur ve hassâsiyeti taşımayan bir VÂLİ olmaktan,
hakkını îfâ edemeyen bir VÂSÎ olmaktan ve
gâyesine uygun sarf edilmediği takdirde ağır bir vebâli mûcip olan VAKIF MALINDAN.