Teknolojik unsurların yaygınlığıyla paralel bir şekilde gelişim gösteren “bilgiye erişim” olanakları, hiç olmadığı kadar ileri bir seviyeye ulaşmıştır. Fakat aynı gelişme, insanı hakikate ulaştıracak doğru bilginin üzerindeki gri perdeyi bir hayli koyulaştırmıştır. Doğrunun yanlıştan, iyinin kötüden ayırt edilmesi ve bilginin insanlık için bir faydaya dönüştürülüp gündelik hayata yansıtılması belki de hiç bu kadar zorlaşmamıştır. Bu da hakikatle buluşmak için sorgulayıcı bir tavır, tenkitçi bir yaklaşım ve olağanüstü bir çabanın gerekliliğini daha da belirginleştirmektedir.
Geçmişe kıyasla bilgiye erişimin kolaylığı ve bilgi çeşitliliği, günümüz insanının düşünce ufkunu genişletme potansiyeli bakımından elbette önemli bir gelişmedir. Ancak, genellikle internet ve sosyal medya üzerinden erişilen rastlantısal bilgiler ve parçacı okumalar, insanı meselelerin künhüne vâkıf olmaktan alıkoymakta; her şeyin yüzeysel bir şekilde geçiştirilmesine ve hatta hızlıca tüketilmesine sebep olmaktadır. Bu mecralarda görüntünün öne çıkarılıp görünüşün kutsanması ise insana, yaratılmışlar arasında kendisini ayrıcalıklı kılan manevi yönünü ve bu dünyada bulunuş gayesini unutturacak ciddi bir tehlike olarak varlığını hissettirmektedir. Yoğun görselliğin bombardımanına maruz kalan zihinlerde anlam, hikmet, ahlak ve gaye, maalesef zamanla bir yitik hâline dönüşebilmektedir.
Bu noktada algıları manipüle etme aracı olarak kullanılan medyanın ayartıcı etkisini göz ardı etmemek gerekir. Bugün sosyal değişim ve dönüşümün lokomotif gücünü yeni medya unsurları oluşturmaktadır. Haddizatında hayat dinamik bir süreçtir. Ancak medyayla iç içe geçmiş modern hayatın dinamizmi baş döndürücü bir hızda seyretmektedir. Dijital cihazlardan gündelik eşyalara, davranış kalıplarından sosyal ilişkilere kadar her şey, büyük bir hızla değişim ve dönüşüm geçirmektedir. Bu süreçte herhangi bir gelişmeyle ilgili tam anlamıyla idrak hâsıl olmadan değişen gündemlerin, zihinsel dağınıklığa sebep olduğu da bir gerçektir. Çoğu kez sadece duyulara akseden görüngüler üzerinden oluşturduğu kendi sanal dünyasına hapsolan insan, günbegün gerçeklikten uzaklaşmakta ve bir anlam krizi yaşamaktadır.
Diğer taraftan örnek şahsiyetlerin ancak titiz bir arayışla bulunabileceği bir dünyada yanlış rol modellerin medya mecralarında daha görünür olması ise bu dönemin önemli açmazlarından biridir. Bugün sosyal medya ve fenomenleri üzerinden yapılan yoğun telkinlerle hayatın merkezine yerleştirilen “fütursuzca tüketim” kültürü, insani erdem ve değerleri tehdit edecek boyutlara ulaşmış vaziyettedir. Bu durum, başlangıçta ihtiyaç gibi masum bir talebin harekete geçirdiği noktadan alarak insanı riyakâr bir savurganlığa sürüklemektedir. Moda ve tüketim endüstrisinin dişlileri arasında benliği örselenen insanın, kimlik, haysiyet ve onur gibi varoluşsal değerlerini, günübirlik haz, tutku ve ihtiraslara kurban vermesi kaçınılmaz olmaktadır.
Modern çağ insanı, zihnî dağınıklıkla birlikte tamahkârlık, doyumsuzluk ve memnuniyetsizliğiyle dikkat çekmektedir. Sosyal medya, internet ve televizyon ekranlarından her an maruz kaldığı kurgulanmış mutluluklar ve şaşaalı hayatlar karşısında beliren yetersizlik hissinin ve ruhsal çöküntülerin sebep olduğu özenti, körü körüne taklit, dijital bağımlılık ve kültürel yozlaşma gibi müzmin sorunların girdabında hedefsiz savruluşlar yaşamaktadır. Hâlbuki insanın akıl, düşünce, muhakeme gibi yetkinlikleri, varlığının daha üstün bir amaca matuf olduğunu göstermektedir. Yaşamanın zevkten, konfordan, zenginlikten ve gösterişten öte ulvi bir amacı olması gerektiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla günümüz insanının, kendisini bu hakikate gafil kalmaktan alıkoyacak bir basirete, ferasete ve dirayete ihtiyacı vardır. Aksi hâlde varoluş amacıyla örtüşmeyen yersiz ve anlamsız kaygılarla ömrünü heba etmekten kurtulamayacaktır.
İnsan, niçin yaratıldığı ve ne için yaşaması gerektiği hususunda kafa yormak zorundadır. Tek yönlü akış içinde sonsuzluğa uzanan hayat yolculuğunda zamandan payına düşeni doldurmanın mücadelesiyle tükettiği ömrün, esasen ulvi bir amaç için kendisine bahşedilmiş eşsiz bir sermaye olduğunu fark etmek mecburiyetindedir. Çünkü yaratılıştan sahip olduğu imkân, donanım ve potansiyeliyle insanın hayata istikamet verme yükümlülüğü bulunmaktadır. Ve hem dünya hayatının keyfiyetini hem de sonsuz ahiret yurdunun mahiyetini belirleme iradesi insanın elindedir.
Bu sebeple insan, derinlikli bir bakış ve kapsamlı bir tefekkürle hayatın nesnel gerçekliğini idrak etme çabasını pekiştirmelidir. Sadece duyuların öznel gerçekliği üzerine sığ bir hayat tasavvuru inşa etmek yerine bütün varlık ve nimetlerin emrine amade, hizmetine ram ve istifadesine medar kılınmasındaki anlam, hikmet ve gayeyi kavramaya çalışmalıdır. Çağın dinamiklerini dikkate alan fakat konjonktürün sınırlayıcı kıskacından azade bir duruş geliştirmelidir. Her ne kadar zamanın belli bir diliminde varlık gösterse de tasarruflarıyla çağları aşan bir etkiye sahip olduğu bilinciyle yaşamalı; gittikçe büyüyen ve yaklaştıkça ileri giden yüce bir ideale doğru sarsılmadan yürüme cesareti göstermelidir.
Ne var ki modern hayat tarzları, haz, konfor, zenginlik gibi geçici emellerle bütün enerjisini sömürdüğü günümüz insanını ulvi bir amaç için yaşamaya takatsiz bırakmakta; çağın karanlık vadilerinde şaşkınca yalpalamaya, bayağı heveslerin peşinde bitkince savrulmaya mahkûm etmektedir. Bu yüzden onu çağın her dem yeniden örülen sanal duvarları arasına hapsolmaktan kurtarıp onur ve haysiyetiyle geleceğe yürümesini sağlayacak bir kılavuza ihtiyaç vardır.
Bu bağlamda İslam inanç, düşünce ve medeniyetinin teklif ettiği ilke ve değerler, insanlık için büyük bir imkândır. İslam, hayatı anlamlı ve değerli kılacak olanın, uğrunda yaşanılan gaye ve ideal olduğunu ima eder. İnsanın yaratılış gayesinin yalnız Allah’a kulluk etmek olduğunu haber veren Kur’an-ı Kerim (Zariyat, 51/56.), bu gayenin gereği olarak da İslam’ın erdemli insan, faziletli toplum, huzurlu dünya hedeflerini gerçekleştirmek için çalışmayı kutlu bir ideal olarak telkin eder. İslam’a göre insana yaraşan, Allah ile en doğru irtibatı kurma ve bu irtibatın gerektirdiği şekilde yaşama çabasıdır. Nitekim ölümün ve hayatın varlığı, kimin Allah ile irtibatının daha güçlü ve davranışlarının daha güzel olacağını ortaya çıkarmak içindir. (Mülk, 67/2.)
Bu bakımdan İslam’a gönül verenler, her tasarrufun hedefine yalnız Allah’ın rızasını koymak suretiyle iyiliğin ve güzelliğin bütün dünyaya egemen olması için çalışmayı bir şiar olarak benimserler. Varlığa, hayata, çevreye ve her şeye karşı sorumluluk duygusu ve emanet bilinciyle yaklaşırlar. Bu anlayışla yaşayanların zihin ve gönül dünyalarında duyarsızlık, bencillik ve menfaatperestlik gibi tavırlar, elbette barınma alanı bulamayacaktır. Zira onlara göre yaşamak, yaşatmanın imkânı olarak görüldüğü sürece anlamlı ve değerlidir. Daha güzel bir dünya başka nasıl inşa edilebilir ki?
O hâlde bilgiye erişimin ve bilmenin sıradanlaştığı bir vasatta yapılması gereken, öncelikle bilgiyi ıslah ederek onu tüm insanlığın selametine ve hidayetine vesile kılacak bir ideale hayatın merkezinde yer açmaktır. İslam’ın bilgi, hikmet ve ahlak anlayışını, ilke, ölçü ve değerlerini, bireysel ve toplumsal temayülleri de gözeten bir yaklaşımla insanlığa yeniden teklif etmek ve yeryüzünü, İslam’ın berrak ufkundan doğan hakikatle buluşturmanın mücadelesini vermektir. Böyle bir gaye ve gayretle varlık göstermek, çağın kaotik atmosferinde anlam arayan beşeriyetin doğru bilgiyle buluşması, kendisiyle yüzleşmesi ve istikamet bulması hususunda kıymetli bir imkân olacaktır.
Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Mayıs 2023