ZEKÂTLA İLGİLİ GÜNCEL MESELELER
Dr. Hüseyin KAYAPINAR
Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Başkanı
Zekât, İslâm’ın üzerine bina edildiği beş temelden birisidir.[1] Hz. Ebû Bekir’in, Resûlullah’ın vefatından sonra zekât vermek istemeyen kabilelere; “namazla zekâtının arasına ayıranlarla savaş ederim” diyerek askerî müdahalede bulunma kararlılığı gösterdiği bir ibâdettir.[2] Kur’ân’ın ifadesiyle fakirin zenginin malındaki hakkı[3], temizlemesi için zenginden alınması gereken bir maldır.[4] Hz. Peygamber Muâz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken, onları imana çağırmasını, kabul ederlerse namazı, onu da kabul ederlerse Allah’ın, mallarında zenginlerinden alınıp, yoksullarına verilen zekâtı farz kıldığını haber vermesi talimatını vermiştir.[5]
Bu âyet ve hadisler gösteriyor ki, yoksulların zenginlerin malında hakları vardır. Bu hak dinî literatürde zekât veya sadaka olarak ifade edilir.
Zekâtın iki ayağından birisi zenginlik, diğeri de yoksulluktur. Yani zengin yoksula verecektir. İşaret edilen âyette zekât alınacak malların cinsleri sayılmamakta “zenginlerin malları” denilmektedir. Asr-ı saâdette ve müctehit imamların döneminde insanların ellerindeki varlıklar; taşınmazlar, hayvanlar, altın-gümüş (para) ve ticaret mallarıdır. Dolayısıyla Resûlullah’ın zekâtla ilgili hükümleri ve müctehitlerin ictihadları bu mallara münhasır kalmıştır. Belirttiğimiz dönemlerde olmayıp, günümüzde ortaya çıkan birçok zenginlik kalemi vardır. Bu zenginliklerin zekâtının nasıl verilmesi gerektiği incelenmeye muhtaçtır.
Bu yazımızda yeni varlıkların zekâtı ile ilgili detayları tümüyle incelememiz imkânsızdır. Biz bunlardan bir kısmını kısaca ele alıp ilgili tartışmalara göz atacağız. Bazı konularda sesli düşüneceğiz. İnanıyoruz ki zekât konusundaki güncel sorunlar, ilim adamları tarafından enine boyuna tartışılmaya, gerekirse yeni ictihadlar yapılmaya muhtaçtır. Bunların alt yapısını hazırlamakta en önemli görev Din işleri Yüksek Kurulu'na ve akademiye düşmektedir. Kanaatim odur ki, bugünkü uygulamada yoksullar zenginlerin mallarındaki haklarını tam olarak alamamakta, zekâtla zenginlerin malları ve kendileri temizlenip arınamamaktadır.
Bu girişten sonra zekâtla ilgili güncel bazı sorunlara göz atalım:
Kira Gelirlerinin Zekâtı
Yukarıda da işaret edildiği gibi Hz. Peygamber ve müctehit imamlar döneminde, günümüzde olduğu gibi büyük meblağlarda kira getiren taşınır ve taşınmazlar yoktu. Dolayısıyla hadislerde bu konu yer almamaktadır. Ancak konu hem klasikte hem de muasır çalışmalarda ele alınmıştır. Bu tür gelirlerin zekâtları konusunda üç yaklaşım vardır.
1- Kira gelirleri ile ilgili özel bir uygulama söz konusu değildir. Kirada taşınmazı olanlar, ellerine geçen kira geliri ve diğer zekâta tabi varlıkları nisaba ulaşırsa; bazı âlimlere göre üzerinden bir yıl geçince bazılarına göre ise tahsil edildiği anda[6] %2,5 oranında zekâtları verilir. Ahmet b. Hanbel’in konu ile ilgili ictihadı bu yaklaşıma mesnet teşkil etmiştir. Şevkânî ve Sıddîk Hasan Han da bu görüşü savunmaktadır.[7] 1965 yılında yapılan konferansta İslâm Araştırmaları Heyeti, taşınmazların gelirlerinden sene sonunda %2,5 nispetinde zekât verileceği kararına varmıştır. Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüş istikametinde cevaplar vermektedir. İslâm Fıkıh Akademisi Meclisi de 22-28 Aralık 1985 tarihleri arasında gerçekleştirdiği ikinci dönem toplantısında; kiraya verilmiş arazi ve taşınmazların mülk değerleri üzerinden zekât vermek gerekmeyeceği, diğer şartların gerçekleşmesi halinde gelirlerinin %2,5 oranında zekât verilmesi gerektiğine karar vermiştir.
2-Bu mallar asılları ve gelirleri birlikte değerlendirilerek tamamının % 2,5 oranında zekâtları verilir. Bu yaklaşımın dayanağı kiraya verilmek üzere elde tutulan ziynet eşyalarının, ticaret malı gibi hem kendi değerlerinin hem de gelirlerinin toplamının zekâta tâbi tutulacağı görüşüdür. Hanbelî, Ebü’l-Vefa İbn Âkîl ve İbn Kayyim el-Cevziyye bu görüşe sahiptirler.[8]
3- Kiraya verilen taşınmazlar arazi, gelirleri de tarım ürünleri gibi değerlendirilir. Malların kendi değerleri zekâta tabi değildir, gelirlerinden ya netinin (masraflar ve yıpranma payları düşüldükten sonra kalanın) %10’u veya brütünün %5’i zekât olarak verilir. Bu görüş muasır âlimlerden Muhammed Ebû Zehrâ, Abdü’l-Vehhâb Hallâf, Abdurrahman Hasen, Mustafa Zerka, Yûsuf el-Kardâvî ve Hayreddin Karaman’a aittir. Dayanakları özetle şudur: Hem araziler hem de kiraya verilen binalar, bir taraftan sahibinin ihtiyacını gidermeye diğer taraftan da gelir getirmeye yönelik mallardır. Aynları kaldığı halde gelirlerinin alınması açısından ortak özellikleri vardır. Dolayısıyla kira gelirlerinin zekâtında, kıyas yoluyla arazi mahsullerinin zekâtındaki hükümler uygulanır.[9] Biz de aynı kanaatteyiz.
Sınaî Ürünler ve Taşıma Araçlarından Elde Edilen Gelirler:
Yukarda isimleri sayılan âlimler, sınaî ürünlerin zekâtları konusunda da kira gelirlerinin zekâtlarındaki yaklaşımı benimsemişlerdir. Buna göre, fabrikaların duran varlıkları dikkate alınmaksızın, ürünlerinin toplam değerinin ya brütünün %5’i veya hammadde giderleri, masraflar ve amortisman bedeli çıkartıldıktan sonra sâfîsinin % 10’u verilir.[10]
Kardâvî şöyle der: “Bu görüş, ömrünü İslâm fıkhı, usulü ve tarihinin tedrisi ile geçiren üç değerli âlimin (Muhammed Ebû Zehrâ, Abdü’l-Vehhâb Hallâf ve Abdurrahman Hasen) ictihadıdır. Bu ictihat, yeni fıkıh tahsiline başlayan acemilerin değil, üç uzman âlimin ictihadıdır ve doğrudur. Çünkü dayanağı tüm âlimler tarafından kabul edilen delillerden birisi olan kıyastır.[11]
Kardâvî daha sonra yukarıdaki âlimlerin sonuca giderken kullandıkları bazı argümanları eleştirir ve bu hükmün sadece kira gelirlerine ve sınaî ürünlere münhasır kılınmaması, aynı kalıp geliri veya ürünü alınan tüm malları kaplaması gerektiğini ekler. Buna göre meselâ kiralanan veya çalıştırılıp geliri alınan tüm kara, hava ve deniz taşıtlarının, tavuk çiftliklerinin, sütü alınmak için beslenen hayvanların, kira için tutulan düğün salonlarının vb. gelir getiren taşınır taşınmaz tüm malların gelirlerinin zekâtlarının böyle hesaplanmalıdır. Hz. Peygamber'in arının ürünü olan baldan % 10 oranında zekât alışı buna delildir.[12]
Kanaatimce de bu görüş isabetlidir. Bu tür malların zekâtında bu usul uygulanmalıdır.
Deniz Ürünlerinin Zekâtı
Deniz ürünlerini inci, mercan, amber gibi kıymetli süs eşyası ile balık ve benzeri yenilen hayvanlar olarak iki grupta toplayabiliriz. Ebû Hanîfe, İbn Ebî Leylâ gibi âlimler bunların hiçbirinden zekât gerekmediği görüşündedirler. Ebû Yûsuf ise bu ürünlerden %20 oranında zekât alınması kanaatindedir. Delili ise Hz. Ömer’in, âmilinin denizden çıkartılan amberden vergi alınıp alınmayacağı sorusuna verdiği şu cevaptır: “Amber Allah'ın nimetlerindendir. Onda ve onun gibi denizden çıkarılan kıymetlerde 1/5 nispetinde vergi vardır". İbn Abbâs bu olayı zikrettikten sonra kendi görüşünün de böyle olduğunu söyler.[13]
Bu ifadelerden denizden çıkarılan balıklar için zekât gerekmediği izlenimi çıkabilir. O dönemde balıkçılık günümüzdeki gibi önemli bir gelir kaynağı olmadığından bu yaklaşım normal karşılanabilir. Ama günümüzde balıkçılık önemli bir gelir kaynağıdır. Konu ile ilgili sünnetten bir delilin veya ictihadın bulunmayışı bu gelirin zekâttan muaf olmasını gerektirmez. Bu hem zekâtın ruhu, hem de İslâm’ın adalet ilkesiyle bağdaşmaz. Nitekim Ömer b. Abdülaziz, âmillerine denizden yakalanan balığın miktarı iki yüz dirhem gümüş değerine ulaşmadıkça zekât almamaları talimatını vermiştir.[14] Bunun anlamı değeri iki yüz dirhem gümüşe ulaşan balıktan zekât alınmalıdır.
Kanaatimizce deniz ürünlerini de toprak mahsulleri gibi değerlendirerek brütünün %5’i veya masraflar ve kullanılan araçların amortisman bedeli düşüldükten sonra netinin % 10’u oranında zekâtı verilmelidir. Tabi bu durumda belirli bir nisap oranı dikkate alınarak yakalanan her parti balık için zekât vermek gerekir.
Şirket Malları ve Hisse Senetlerinin Zekâtı
Şirket birden fazla kişinin sermaye ve emeklerini ya da sadece sermayelerini veya emeklerini birleştirerek gerçekleştirdikleri ortaklıktır. Şirket mallarının zekâtında Hanefîler'in de içinde bulunduğu cumhâra ve Şâfiîler'den bir görüşe göre her ortağın payı ayrı değerlendirilir. Buna göre nisap, aslî ihtiyaçtan fazla olma, üzerinden bir yıl geçme gibi kurallar dikkat alınarak işletmenin ticarî veya sınaî oluşuna göre her ortak kendi payının veya yöneticiler tamamının zekâtını vermelidir. Şâfiîler'e göre müşterek hayvanların zekâtı bu hükmün dışındadır ve oldukça detaylıdır.[15]
Hisse senedi de, senedi elinde bulunduranın bir işletmedeki payını temsil eder. Yani hisse senedi sahipleri o işletmenin bir ortağıdır.
Mecmeu’l-Fıkh’il-İslâmî Meclisi 6-11 Şubat 1988 tarihinde yaptığı toplantıda, ortak malların zekâtının hisselerin birleştirilerek verileceği kanaatinde olan âlimlerin görüşünü[16] esas alarak şu sonuca varmıştır:
Hisse senetlerinin zekâtının hesaplanmasında hissedarların mallarının bütünü tek bir şahsın malı gibi değerlendirilir. Bunların zekâtı belirlenirken, zekâta tâbi malın çeşidi, nisabı, alınacak miktar vs. yönünden gerçek şahsın zekâtında gözetilen esaslara uyulur.
Eğer hisse sahibi hisselerin yıllık kârından yararlanmak için şirkete hissedar olmuş ise, kâr tahsil edildikten bir sene sonra % 2,5 olarak sadece gelirlerin zekâtını verir. Eğer hissedar, hisseleri ticaret maksadıyla yani satıp kâr etmek için almışsa, zekâtını ticaret malları statüsünde verir. Bu durumda hisselere sahip olduğu tarihten bir yıl geçtiğinde piyasa değeri üzerinden %2,5 oranında zekât verir. Sene içerisinde yeni hisseler satın almışsa ve kâr elde edilmişse, bunların toplamının zekâtını verir. Sene içinde hisseleri satmışsa, bunların bedelini diğer mallarına ekleyerek, senesi dolduğunda, birlikte zekâtını verir.
Zekât malî bir görev olmanın yanı sıra bir ibâdettir. İbâdetlerde yükümlülük şahsîdir. Bir kimse başkasının malı ile zengin sayılamaz. Dolayısıyla şirket mallarının ve hisse senetlerinin zekâtında cumhûrun görüşü istikametinde hareket etmek daha uygundur. Dolayısıyla hissesi nisaba ulaşan hissedar kendi payının zekâtını vermelidir. Baştan verilecek yetki ile şirket yönetimi de hisselerin tamamının zekâtını verebilir.
Bankalardaki Mevduatın Zekâtı
Faizli çalışan ticarî bankalardakiler ile mudârabe (emek-sermaye ortaklığı) yöntemiyle çalışan katılım bankalarındaki mevduatları ayırmak gerekir. Ticarî bankalardaki mevduat ister vadeli ister vadesiz olsun kuvvetli alacak hükmündedir. Dolaysıyla bu mevduatların zekâtını tespitte alacakların zekâtına dair hükümler uygulanmalıdır. Bankadaki mevduat diğer zekâta tabi malları ile birlikte nisaba ulaştıktan bir yıl sonra zekâtını vermek gerekir. Ancak mudî, bu alacağının zekâtını isterse her yıl sonunda, isterse alacağını tahsil ettikten sonra geçmişe dönük olarak verir. Faiz gelirleri ise, dinen meşru bir mal sayılmadığı için tümüyle tasadduk edilmesi gerekir, zekâtı verilmez.
Katılım bankalarındaki mevduat emanet/borç ise sene sonunda zekâtı verilir. Kâr zarar ortaklığı şeklinde ise mudârebe malı hükmündedir. Mudînin payının çalıştırıldığı alana göre, ticaret malı veya sınaî ürün olarak zekâtı verilir. Mudî, bu durumu bilemeyeceği için katılım bankası yetkilileri mevduatın işletilme durumuna göre her bir mudîye düşen payı hesap eder. Zekâtını ister başta yapılan yetkilendirme yoluyla banka, isterse de mükellef kendisi verir.
Bireysel Emeklilik İçin Yatırılan Paraların Zekâtı
Bireysel emekli olmak için para yatıran kişi parasını faizle nemalandıran bir kuruma yatırmışsa (bunu câiz görmüyoruz) ticarî bankalara yatırılan paranın, dinin meşru gördüğü alanlarda çalıştıran bir kuruma yatırmışsa da katılım bankalarına kâr ve zarara ortaklığı olarak yatırılan paranın zekâtı gibi verir.
Bizim bir kısmına temas edebildiğimiz yeni gelir kaynakları dikkate alınarak konunun çalıştaylarla, ilmî toplantılarla ele alınmasını elzem görüyoruz.
[1] Buhârî, "İman", 1; Müslim, "İman", 5.
[2] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VIII, 177.
[3] Meâric, 70/25.
[4] Tevbe, 9/103.
[5] Buhârî, "Zekât", 1.
[6]- İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 622.
[7]- Sıddîk Hasan Han, er-Ravzatü’n-nedviyye, I, 194; Kardâvî,Yûsuf, Fıkhu’z-zekât, II, 460.
[8]- Kardâvî, Fıkhu’z-zekât, I, 467-469.
[9] Zerka, el- Fetava, Kardâvî, Fıkhu’z-zekât, I, 479 vd.; Karaman, Hayrettin, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, "Zekât" maddesi.
[10] A.g.e.
[11] Kardâvî, Fıkhu’z-zekât, I, 467-469.
[12] Kardâvî, a.g.e., I, 480.
[13] Ebû Yûsuf, Kitabü’l--Harâc, s. 105,106.
[14] Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, el-Emvâl, s. 356.
[15] İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’l-müktesıd, I, 258; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, II, 29; İbn. Kudâme, el- Muğni, II, 485, 486; Remli, Nihâyetü’l-muhtâc, III, 61vd.
[16] Erkal, Mehmet, "Zekât", DİA (İstanbul 2013), XXXXIV, 197-207.
Kaynak: Din ve Hayat Dergisi, Yıl: 2016, Sayı 29