SALGIN HASTALIKLAR VE MÜSLÜMANLAR
Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN
İnsanlık tarihi boyunca felaketler, afetler ve salgın hastalıkların, toplumların ve bireylerin hayatı üzerinde büyük etkileri olmuş, bazen bir felaket sosyal, siyasi ve kültürel büyük değişim ve dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Göçler, güçlü devletlerin veya yöneticilerin zayıflaması, maddi kayıplar ve buna bağlı olarak zenginliğin el değiştirmesi bunlardandır.
Kur’an-ı Kerim, geçmişte yaşanan bazı afetleri ve felaketleri, ilahi çağrıya itaat etmeyen ve isyan eden kavimler için cezalandırma olarak zikretmektedir. Yüce Allah, “Onlardan önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkân ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helak ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.” (Enam, 6/6.) buyurur. Geçmiş kavimlerin helak edilmesinden ders çıkarılması ve Allah’ın rızasını hedefleyen bir hayatın yaşanması önemlidir. “Yurtlarında dolaşıp durdukları, kendilerinden önceki nice nesilleri helak etmiş olmamız, onları doğru yola iletmedi mi? Şüphesiz bunda akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Taha, 20/128.), “Yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesilleri helak etmiş olmamız onlar için yol gösterici olmadı mı? Şüphesiz bunda ibretler vardır. Hâlâ duymayacaklar mı?” (Secde, 32/26.)
Bunlara benzer birçok ayet-i kerime mevcuttur. Helak ve cezaya ilişkin açıklamalar, Kitab-ı Mukaddes’te de bulunabilir. Kutsal metinlerde yer alan bu açıklamalar, vahyin nüzul döneminden sonra karşılaşılan felaketlerin de benzer şekilde yorumlanabileceğini bazı insanların aklına getirmektedir. Nitekim günümüzde yaşanan felaketlerle ilgili farklı dinlere mensup insanların ilahi ceza yorumu yapmalarının sebeplerinden biri budur. Kuşkusuz yaşanan bütün gelişmelerin Allah katında bir anlamı ve değeri vardır. Ancak Yüce Allah bir olayla ilgili açıklama yapmadığı sürece onunla ilgili yapılabilecek yorumlar tahmin ve zandan öteye gidemeyecektir. Vahiy, Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.) ile birlikte kesildiğine göre karşılaştığımız olaylarla ilgili söylenecek her söz kişisel yorumdan öteye geçmez. Bununla birlikte insanlık tarihinde bu kanaatlerin sık sık birer hakikatmiş gibi vurgulandığı da şahit olduğumuz bir durumdur. Ancak tabii afetler ve felaketler dünya hayatında sınanan insan için bir imtihan vesilesidir. Bunların karşısında bize düşen tedbir almak ve çıkarılması gereken dersler üzerinde düşünmektir.
İslam’ın doğup yayıldığı coğrafyada deprem, sel, kuraklık, çekirge istilası ve salgın hastalıklar gibi birçok felaketle karşılaşıldığı bilinmektedir. İslam’ın doğuşundan önce bu felaketler yaşandığı gibi İslam’ın doğuşundan sonra da yaşanmaya devam etmiştir. Yüce Allah’ın kâfiri de münafığı da mümini de hem verdiği nimetlerle hem de maruz bıraktığı sıkıntılarla sınadığı bir gerçektir. Nitekim Cenab-ı Hakk, korku, açlık mal ve can kaybı gibi bizim açımızdan sıkıntılı durumlarla bizi sınayacağını hatırlatmaktadır. (Bakara, 2/155.)
Hz. Âdem’den başlayan tevhidi din geleneğinin son tebliğinin Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından yapılmasının üzerinden 14 asırdan fazla bir zaman geçti. Bu süreçte Müslümanlar birçok başarıyla sınandıkları gibi felaket ve salgın hastalıklarla da sınanmışlardır. Acaba İslam ahlakı Müslümanlara bu salgın hastalıklar karşısında nasıl bir tutum telkin etmiş ve bunun tarihî yansımaları nasıl olmuştur? Önce Müslümanların karşı karşıya kaldıkları bazı salgınlardan, sonra da Müslümanların tutumundan bahsedeceğiz.
Eskiden sık sık karşılaşılan ve insanların aciz kaldıkları salgın hastalıklar bugünlerde dünyanın hemen her tarafında etkisini gösteren Covid-19 virüs salgını kadar dünya çapında etkili olmuyordu. Çünkü ulaşım imkânlarının kısıtlı olması ve temasın daha dar bölgelerde meydana gelmesi sebebiyle salgın hastalıkların etkisi de daha sınırlıydı. Bu durum, salgının ortaya çıkışından bir süre sonra etkisini kaybetmesini ya da ortadan kalkmasını sağlıyordu. Kuşkusuz sık sık yaşanan bu tür salgınlar karşısında insanların nasıl tutum takınmaları gerektiği hususunda bir bilgi ve bilinç de oluşmuştur.
İslam tarihi kaynaklarında salgın hastalıklar için veba, humma ve taun gibi kavramlar kullanılmaktadır. Bu kavramlarla zikredilen hastalıkların ortak özelliği bulaşıcı olmalarıydı. Taun, vebadan farklı bazı özelliklere sahipti. Bir bakıma taun, bulaşıcı özelliğiyle vebadır ama her veba taun değildir.
Taun hakkında anlatılanlar, hastalığın parmak araları, burun ve göz çevresi gibi derinin ince ve zayıf olduğu yerlerde yaralar şeklinde başladığını ve kısa sürede vücuda yayılarak hastaya acı vermek suretiyle ölümüne sebep olduğu anlaşılmaktadır.
İslam tarihinin ilk döneminde karşılaştığımız ve oldukça etkili olan taunlardan biri Amvas taunudur. Amvas, Filistin bölgesinde Kudüs ile Remle arasında yer alan bir kenttir. Taun ilk defa orada görüldüğü için bu isimle anılmıştır. Kaynaklarda yer alan bilgilere bakılırsa bu taunun etkisi Şam bölgesine ve önemli bir bölümü ülkemiz toprakları içinde yer alan el-Cezire (Yukarı Mezopotamya) bölgesine kadar yayılmıştı.
Amvas taununun etkisini göstermeye başladığı günlerde Hz. Ömer Şam bölgesine bir sefer düzenleme kararı almıştı. Bölgeye gittiğinde Müslümanların Şam bölgesinde karargâh olarak kullandıkları Cabiye’ye ulaşmadan bölge komutanı Ebu Ubeyde b. Cerrah ile görüştü. Taunun bölgeyi etkilemeye başladığını ve ölümlerin olduğunu öğrenince Ebu Ubeyde’ye kendisiyle birlikte geri dönmesini ve karargâha girmemesini söyledi. Ancak Ebu Ubeyde askerlerinden ayrılmak istemiyordu. Mütevekkil bir tavırla Hz. Ömer’in teklifini şaşkınlıkla karşıladı ve onun tavrını ölümden kaçmak olarak nitelendirdi. Hz. Ömer, verdiği cevapta insanın gideceği hiçbir yerde ölümden kurtulamayacağını belirtti. Abdurrahman b. Avf, sık sık duyduğumuz karantinayla ilgili hadisi hatırlatarak Hz. Ömer’in yaklaşımının isabetli olduğunu söyledi. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu hadiste “Bir yerde taun ortaya çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, siz bir yerdeyken taun ortaya çıkarsa oradan çıkmayın.” buyuruyor. (Buhari, “Tıb”, 30 (hadis no: 5728).) Ebu Ubeyde Hz. Ömer’in ısrarlarına rağmen görüşünü değiştirmedi ve Cabiye’ye, askerlerinin yanına gitti. Hz. Ömer ise oradan geri döndü. Ebu Ubeyde karargâha girdikten sonra tauna yakalandı ve kısa bir süre sonra da vefat etti. Vefatından önce yerine Muaz b. Cebel’i vekil olarak görevlendirmişti. Muaz evine gittiğinde eşinin ve daha sonra çocuklarının da tauna yakalandıklarını görmüş, onlara bu musibet karşısında metanet ve sabır tavsiye etmiş, çok geçmeden kendisi de bu hastalığa yakalanarak vefat etmiştir.
Amvas taununda Dımaşk valisi Yezid b. Ebi Süfyan, Süheyl b. Amr, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) amcası Abbas’ın oğlu Fazl gibi birçok sahabi ve bölgede fetihlerde önemli rol üstlenen kişiler vefat etti. Taun sebebiyle Müslümanlardan vefat edenlerin sayısının yirmi beş-otuz bin arasında olduğu belirtilmektedir ki bu gelişmenin Müslümanların bölgedeki faaliyetlerini ciddi anlamda etkilediğini söylemek yanlış olmaz.
Hz. Ömer, taunun etkisini kırmak amacıyla Amr b. As’ı Dımaşk’a vali olarak görevlendirdi. Amr, şehirde yaşayan ahaliyi gruplara ayırarak planlı bir şekilde şehirden çıkardı. Her grubu, diğerleriyle ilişki kurmalarını yasaklayarak diğerlerinden uzağa yerleştirdi. Hastalığın bulaştığı gruptakilerin hepsi vefat ederken hastalığın bulaşmadığı gruplar kurtuldu. Artık taunun etkisinin bittiği kanaatine ulaştıktan sonra ahaliye haber göndererek şehre girmelerini istedi. Böylece uyguladığı başarılı karantina ile şehri tekrar iskân etti.
Amr b. As, şehri boşaltma kararını insanlara bildirdiğinde yaptığı konuşma, salgın hastalık hakkındaki bilgisi ve yaklaşımını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Konuşmasında “Bu hastalık ortaya çıktığında ateş gibi yanar. Ondan korunmak için dağlara çıkın.” diyen Amr, ateşi söndürmek için tutuşacak malzemeyi ateşten uzak tutmak gerektiğini düşünüyordu.
Hicri 18 (m. 639) yılında meydana gelen ve kaynaklarımızda hakkında nispeten daha fazla bilgi verilen Amvas taunundan başka salgın hastalıklarla ilgili de malumat verilmektedir. Bunlardan biri Carif taunudur. Carif taunu, Abdullah b. Zübeyr’in hilafeti döneminde 69 (m. 688) yılında Basra’da etkili olmuş ve bu taunda binlerce insan vefat etmiştir. Basra’da dört gün etkili olan taun sırasında her gün 70.000 kişinin vefat ettiği ifade edilir. Tauna yıkıcı etkisi sebebiyle “silip süpüren, şiddetli” anlamına gelen Carif denmiştir. Hicri 87 (m. 706) yılında da Basra ve çevresinde etkili olan Feteyât taunu meydana geldi. Bu tauna Feteyât adının verilmesinin sebebi ise önce genç kızlarda görülmesiydi. Bunların dışında da kaynaklarımız birçok salgından bahsetmektedir.
Hemen hemen birkaç yılda bir karşılaşılan salgın hastalıkların özellikle şehirlerde daha yoğun bir etkiye sahip olduklarını biliyoruz. Karantina gibi önlemler, salgınların etkisini kırmaya yönelik olarak öteden beri bilinmekte ve uygulanmaktadır. Karantina günümüzde de salgın hastalıklarla mücadelede önemli ve etkili bir yöntem olarak tavsiye edilmektedir.
Taun karşısında Müslümanların takındığı tutum dikkat çekicidir. Bize ulaşan rivayetler Müslümanların genel tavrının salgını engellemeye matuf önlemler almakla birlikte kişinin başına geldiğinde musibete karşı sabır ve metanet göstermek olarak özetlenebilir. Yukarıda bahsettiğimiz türden önlemler alındıktan sonra tedavi edilemeyen bir hastalık karşısında insanların birbirlerine psikolojik destek vermeleri, birbirlerine dua etmeleri önemlidir. Elbette insanın ölümlü olduğuna ve ölen insanları ebedî bir hayatın beklediğine inanan bir mümin yaşadıklarını buna göre yorumlayacak, mukadder olan ölümü metanetle karşılayacaktır. Bu tavır, hastalığın tedavisini bildikleri hâlde tedaviye yanaşmamak ya da çare aramamak değildir. Çaresizlik karşısında Allah’a sığınmak, muhtemel felaketleri sabır ve metanetle karşılamaktır.
Kaynak: Diyanet Aylık Dergi