İBADETTE SAMİMİYETİN ÖNEMİ (İHLÂS)[1]
I. KONUNUN PLÂNI
A- İhlâs Kavramı
B- İhlâs şirk ilişkisi
C- İhlâs riya ilişkisi
D- Kur’an’ın İhlâsa bakışı
E- Hadislerde İhlâs
F- İhlâs amel ilişkisi
II. KONUNUN AÇILIMI VE İŞLENİŞİ
Konuya ihlas kavramı açıklanarak başlanır. Daha sonra ilgili ayet ve hadislerle ihlasın dindeki yeri izah edilir. Bu arada ihlasın şirk ve riya ile ilişkisi anlatılarak ibadetlerin kabul olabilmesi için gerekli olan huşû, hudû ve ihlas gibi batini şartlarına vurgu yapılır. Vaazın akışı içerisinde ihlasın Kur’an tarafından peygamberlerin başlıca niteliklerinden biri sayıldığı gerçeği dile getirilerek müminlerin de ihlaslı olmaları gerektiği ifade edilir. Vaazın sonuna doğru genel bir değerlendirme yapılır ve ihlaslı olmanın gerek fert gerekse toplum hayatında sağlayacağı yararlar anlatılır.
III. KONUNUN ÖZET SUNUMU
İhlâs kavram olarak, şirk ve riyadan, batıl inançlardan, kötü duygu ve düşüncelerden, çıkar hesaplarından ve genel manada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi,her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade eder. Kulun gerek tutum ve davranışlarında gerekse sözlerinde yalnızca Allah’ın rızasını gözetmesi gerekir. Kuşkusuz, ibadetlerin abdest, niyet, tekbir ve kıraat gibi zahiri şartları yanında bir de huşû, hudû ve ihlâs gibi bâtınî şartları bulunmaktadır. Örneğin abdestsiz namaz geçerli sayılmayacağı gibi ihlassız eda edilen bir ibadet de makbul olmaz. Buna göre, amellerin geçerli olabilmesinin iki şartı vardır. Birincisi, Allah'ın emrettiği şekilde yerine getirilmiş olması; ikincisi ise ihlasla yani yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapılmış olmasıdır. Bu iki şartı birlikte taşımayan hiçbir amel Allah katında kabule şayan değildir. Dolayısıyla, ibadetlerin ruhudur. Çünkü her şeye değer kazandıran ihlastır. Hz. Peygamber de duaların ihlasla yapılmasını istemiştir. Kişi çok ibadet etmekle değil, ihlaslı olarak yaptığı ibadetlerle kurtuluşa erecektir. Doğruluğun özel bir şekli olarak görülen ihlas, bazen niyet anlamında kullanılmaktadır.
Gerçek şu ki, ihlâslı olan kimseler Allah Teâlâ’nın yardımına mahzar olurlar. Kur’an-ı Kerim’de geçen “ıbâdullâhi’l-muhlesîn” ifadesi, “Allah’ın yardımına mahzar olup hâlis dindarlığa ve hidayete eriştirilmiş olanlar” anlamına geldiği müfessirlerce ifade edilmektedir. Yine Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre şeytan ihlâslı kişilere zarar veremeyecektir (Hicr, 15/39-42; Sâd, 38/82-83). Bu sebepledir ki Kur’an’da ihlâs peygamberlerin niteliklerinden biri sayılmıştır (meselâ bk. Yûnus, 12/24; Meryem, 19/51; Sâd, 38/45-46). Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in 112. suresine dinin temel ilkesi olan tevhidi en halis, en güzel şekilde dile getirdiği için ihlâs adı verilmiştir.
İnsanlar, iyilik yapabilecekleri gibi kötülük de yapabilirler. İyilik yapanlar bunun karşılığında mükâfât elde ederler; kötülük yapanlar ise günah işlemiş olurlar. Dolayısıyla kişi Kur'an-ı Kerim'de buyurulduğu gibi zerre miktarı hayır işlerse veya zerre miktarı kötülük işlerse kıyamette onları görecektir (Zilzâl, 99/7-8). Ne mutlu amellerine şirk ve riya gibi habaseti karıştırmayanlara!
IV. KONU İŞLENİRKEN BAŞVURULABİLECEK BAZI ÂYETLER
وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَة
“Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir”[2].
Not: Ayrıca bu konuda şu âyetlere de bakılabilir:Nisâ, 4/145-146; A’râf, 7/29; Yûsuf, 12/23-24; Hicr, 15/39-42; İsrâ, 17/64-65; Sâd, 38/82-83; Zümer, 39/1-2, 11-14; Mü’min 40/13-14, 65;
V. KONU İŞLENİRKEN BAŞVURULABİLECEK BAZI HADİSLER
عن أبي هُرَيْرَةَ رَضِيَ الله عَنْهُ قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ الله صلى الله عليه وسلم يقول: إذَا صَلَّيْتُمْ عَلَى المَيّتِ، فَأَخْلِصُوا لَهُ الدّعاءَ.
Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre, “Resûlullah (s.a.v)’i şöyle buyururken dinledim” demiştir: “Cenaze namazı kıldığınız zaman, ölen kimseye ihlâsla dua ediniz!”[3]
عَنْ أَمِيرِ الْمُؤْمِنِينَ أَبِي حَفْصٍ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ بْنِ نُفَيْلِ بْنِ عَبدِ الْعُزَّى بْنِ رِيَاحِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ قُرْطِ بْنِ ريَاحِ بْنِ عَدِيِّ بْنِ كَعْبِ بْنِ لُؤَي بنِ غَالِبٍ الْقُرَشِيّ الْعَدَوِيَّ رَضِيَ الله عَنهُ، قَالَ: سَمِعتُ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يقُولُ: إِنَّمَا الأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِيءٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرتُهُ إلَى اللَّهِ وَرَسُولهِ، وَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا، أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْه.
Mü’minlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibn Hattâb (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)’i şöyle buyururken dinledim, dedi: “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir. ”[4]
عَنْ أُمّ الْمُؤْمِنِينَ أُمِّ عَبْد اللهِ عَائِشَةَ رَضِيَ الله عَنْهَا قَالَتْ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَغْزُو جَيْشٌ الْكَعْبَةَ فَإِذَا كَانُوا بِبَيْدَاءَ مِنَ الأَرْضِ يُخْسَفُ بِأَوَّلِهِمْ وَآخِرِهِمْ. قَالَتْ: قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، كَيْفَ يُخْسَفُ بِأَوَّلِهِمْ وَآَخِرِهِمْ وَفِيهِمْ أَسْوَاقُهُمْ وَمَنْ لَيسَ مِنْهُمْ ! ؟ قَالَ: يُخْسَفُ بِأوَلِهِمْ وَآخِرِهِمْ، ثُمَّ يُبْعَثُونَ عَلَى نِيَّاتِهِمْ.
Mü’minlerin annesi Ümmü Abdullah Âişe (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir ordu Kâbe’ye saldırmak üzere yola çıkacak; bir çöle geldiklerinde baştan sona bütün ordu yere batacaktır. ” Hz. Âişe der ki, bunun üzerine ben, Yâ Resûlallah, onların arasında ticaret için yola çıkanlar ve kötü niyetli olmayanlar varken niçin hepsi birden yere batacaktır? diye sordum. Resûlullah (s.a.v.), “Hepsi birden yere batacak, âhirette yeniden diriltilip niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir” buyurdu.[5]
َعَنْ عَائِشَةَ رَضِيَ الله عَنْهَا قَالَتْ: قَالَ النَبِيُ صلى الله عليه وسلم لا هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ، وَلكِنْ جِهَادٌ وَنِيَّةٌ، وَإِذَا اسْتُنْفِرْتُمْ فَانْفِرُواِ.
Âişe (r.a.)dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.)’i şöyle buyurdu: “Mekke fethinden sonra artık hicret yok; fakat cihad ve niyet vardır. Allah yolunda savaşa çağırıldığınız zaman hemen katılın. ”[6]
عَنْ أَبِي عَبْدِ اللَّهِ جَابِرِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ الأنصَارِيِّ رَضِيَ الله عَنْهُمَا قَالَ: كُنَا مَعَ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم فِي غَزَاةٍ فَقَالَ: إِنَ بِالْمَدِينَةِ لَرِجَالاً مَا سِرْتُمْ مَسِيراً، وَلاَ قَطَعْتُمْ وَادِياً إِلاَ كَانُوا مَعَكُمْ حَبَسَهُمُ الْمَرَضُ وَفِي رِوَايَةٍ: إلاَ شَرَكُوكُمْ فِي الأجْر.
Ebû Abdullah Câbir İbn Abdullah el–Ensârî (r.a) şöyle dedi: Bir defasında Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bir gazvede bulunuyorduk. Buyurdu ki: “Hastalıkları yüzünden Medine’de kalan öyle kimseler var ki, siz bir yolda yürüdüğünüz veya bir vâdiyi geçtiğinizde, onlar da sizinle birlikte gibidir. ” Bir başka rivayete göre: “Sevap kazanmada size ortak olurlar” buyurdu.[7]
عَنْ أَبِي يَزِيدَ مَعْنِ بْنِ يَزِيدَ بْنِ الأَخْنَسِ رَضِيَ الله عَنْهُ قَالَ: كَانَ أَبِي يَزِيدُ أَخْرَجَ دَنَانِيرَ يَتَصَدَّقُ بِهَا فَوَضَعَهَا عِنْدَ رَجُلٍ فِي الْمَسْجِدِ فَجِئْتُ فَأَخَذْتُهَا فَأَتَيْتُهُ بِهَا، فَقَالَ: وَاللَّهِ مَا إِيَّاكَ أَرَدْتُ، فَخَاصَمْتُه إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم فَقَالَ: لَكَ مَا نَوَيْتَ يَا يَزِيدُ، وَلَكَ مَا أَخَذْتَ يَا مَعْنُُ.
Ebû Yezîd Ma`n İbn Yezîd İbn Ahnes (r.a) şöyle dedi: Babam Yezîd sadaka vermek üzere yanına birkaç dinar aldı ve onları Mescid–i Nebevî de oturan birinin yanına koydu. Ben Mescid’e uğrayarak paraları aldım ve babama götürdüm. Babam: Vallâhi ben onları sen alasın diye bırakmamıştım deyince, Resûlullah (s.a.v.)’in yanına giderek durumu arzettim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Yezîd! Sen niyet ettiğin sadaka sevabını kazandın. Ma`n! Aldığın para da senindir. ”[8]
َعَنْ أَبِي إِسْحَاقَ سَعْدِ بْنِ أبِي وَقَاصٍ مَالِكِ بْنِ أُهَيْب بْنِ عَبْدِ مَنَافِ بن زَهْرَةَ بْنِ كِلاَبِ بْنِ مُرَّةَ بْنِ كَعْبِ بْنِ لُؤَيّ الْقُرَشِي الزُهْرِيّ رَضيَ الله عَنْهُ، أَحَدِ الْعَشَرَةَ الْمَشْهُودِ لَهُمْ بِالْجَنَّة، رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ، قَالَ: جَاءني رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه و سلم يَعُودُنِي عَامَ حَجَةِ الْوَدَاعِ مِنْ وَجَعٍ اشْتدَ بِي فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللَّهِ إِنَي قَدْ بَلَغَ بِي مِنَ الْوَجَعِ مَا تَرَى، وَأنَا ذُو مَالٍ وَلاَ يَرِثُنِي إِلاَّ ابْنَة لِي، أَفَاَتَصَدَّقُ بِثُلُثَيْ مَالِي ؟ قَالَ: لا، قُلْتُ: فَالشَّطْرُ يَا رَسُولَ اللَّهِ ؟ فَقَالَ: لا، قُلْتُ: فَالثُّلُثُ يَا رَسُولَ اللَّهِ ؟ قَالَ: الثُلُثُ وَالثُلُثُ كَثِيرٌ -أَوْ كَبِيرٌ - إِنَّكَ إنْ تَذَرَ وَرَثتَكَ أَغْنِيَاءَ خَيْرٌ مِنْ أَنْ تَذَرَهُمْ عَالَةً يَتكَفَّفُونَ النَاسَ، وَإِنَّكَ لَنْ تُنْفِقَ نَفَقَةً تَبْتَغِي بِهَا وَجْهَ الله إلاَّ أُجرْتَ عَلَيْهَا حَتَّى مَا تَجْعَلُ فِي فِيِّ امْرَأَتِك. قَالَ: فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللهِ أُخَلَّفُ بَعْدَ أَصْحَابِي ؟ قَالَ: إِنَّكَ لَنْ تُخَلَّفَ فَتَعْمَلَ عَمَلاً تَبْتَغِي بِهِ وَجْهَ اللَّه إِلا ازْدَدْتَ بِهِ دَرَجَةً وَرِفْعَةً، وَلَعَلَّكَ أَنْ تُخَلَّفَ حَتَى يَنْتَفَعَ بِكَ أَقْوَامٌ وَيُضَرَّ بِكَ آخَرُونَ. اللَّهُمَّ أَمْضِ لأَصْحَابِي هجْرَتَهُم، وَلاَ تَرُدَّهُمْ عَلَى أَعْقَابِهِمْ، لكِن الْبَائسُ سَعْدُ بْنُ خَوْلَةَ يَرْثي لَهُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيهِ وَ سَلَّمَ أَنْ مَاتَ بِمَكَّةَِ.
Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Ebû İshâk Sa`d İbn Ebû Vakkâs (r.a) şöyle dedi: Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık dolayısıyla Resûlullah (s.a.v.) ziyâretime geldi. Ona: Yâ Resûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı? diye sordum. Hz. Peygamber: “Hayır”, dedi. Yarısını dağıtayım mı? dedim. Yine: “Hayır”, dedi. Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Resûlallah? diye sordum. “Üçte birini dağıt! Hatta o bile çok. Mirasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hatta yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın” buyurdu. Sa`d İbni Ebû Vakkâs sözüne devamla dedi ki: Yâ Resûlallah! Arkadaşlarım gidipte ben kalacak mıyım? (burada ölecek miyim?) diye sordum. “Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir. Allahım! Ashâbımın (Mekke’den Medine’ye) hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma! Acınacak durumda olan Sa`d İbni Havle’dir” buyurdu. Bu sözleriyle Resûlullah (s.a.v.), Sa`d İbn Havle’nin Mekke’de ölmesine üzüldüğünü ifade etti.[9]
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ عَبْدِ الرَحْمن بْنِ صَخْرٍ رَضِيَ الله عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ:إِنَ اللَّهَ لا يَنْظُرُ إِلَى أَجْسَامِكُمْ، وَلاَ إِلى صُوَرِكُمْ، وَلكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ.
Ebû Hüreyre Abdurrahman İbn Sahr (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize bakar. ”[10]
عَنْ أَبِي مُوسَى عَبْدِ اللَّهِ بْنِ قَيْسٍ الأَشْعَري رَضِيَ الله عَنْهُ قَالَ: سُئِلَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيهِ وَ سَلَّمَ عَنِ الرَّجُلِ يقَاتِلُ شَجَاعَةً، وَيقَاتِلُ حَمِيَّةً، وَيقَاتِلُ رِيَاءً، أَيُّ ذلِكَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ؟ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيهِ وَ سَلَّمَ: مَنْ قَاتَلَ لِتكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِِ.
Ebû Mûsâ Abdullah İbn Kays el–Eş`arî (r.a) şöyle dedi: Resûlullah (s.a.v.)’e: Biri cesaretini göstermek, diğeri milletini korumak, öteki kendine yiğit adam dedirtmek için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır? diye soruldu. Resûlullah (s.a.v.) şu cevabı verdi: “Kim, İslâmiyet daha yüce olsun diye savaşıyorsa, o Allah yolundadır. ”[11]
عَنْ أَبِي بكْرَةَ نُفَيْعِ بْنِ الْحَارِثِ الثَقَفِيِّ رَضِيَ الله عَنْهُ أَنَّ النَّبِيَّ قَالَ: إِذَا الْتَقَى الْمُسْلِمَانِ بِسَيْفَيْهِمَا فَالْقَاتِلُ وَالْمَقْتُولُ فِي النَّارِ قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، هذَا الْقَاتِلُ فَمَا بَالُ الْمَقْتُولِ ؟ قَالَ: إِنَهُ كَانَ حَرِيصاً عَلَى قَتْلِ صَاحِبِهِ.
Ebû Bekre Nüfey` İbn Hâris es–Sekafî (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:“İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir”. Bunun üzerine ben: Yâ Resûlallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum. Resûl–i Ekrem (s.a.v.) “Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu” buyurdu.[12]
وَعَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ الله عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولَ اللَّهِ صَلاَةُ الرَّجُلِ فِي جَماعَةٍ تَزِيدُ عَلَى صَلاَتِهِ فِي بَيْتِهِ وَصَلاتِهِ فِي سُوقِهِ بِضْعاً وَعِشْرِينَ دَرَجَةً وَذلِكَ أَنَّ أَحَدَهُمْ إِذَا تَوَضَّأَ فَأَحْسَنَ الْوُضُوءِ، ثُمَّ أتَى الْمَسْجِدَ لا يَنْهَزُهُ إلاَّ الصَلاَةُ، لا يُرِيدُ إلاَّ الصَّلاَةَ، لَمْ يَخْطُ خَطْوَةً إلاَّ رُفِعَ لَهُ بِهَا دَرَجَةٌ، وَحُطَّ عَنْهُ بِهَا خَطِيئَةٌ حَتَى يَدْخُلَ الْمَسْجِدَ، فَإِذَا دَخَلَ الْمَسْجِد كَانَ فِي الصَّلاَةِ مَا كَانَتِ الصَّلاَةُ هِيَ تَحْبِسُهُ، وَالْمَلاَئِكَةُ يُصَلَّونَ عَلَى أَحَدِكُمْ مَا دَامَ فِي مَجْلِسِهِ الَّذي صَلَّى فِيهِ يَقُولُونَ: اللَّهُمَّ ارْحَمْهُ، اللَّهُمَ اغْفِرْ لَهُ، اللَّهُمَّ تُبْ عَلَيْهِ، مَا لَمْ يُؤْذِ فِيهِ، مَا لَمْ يُحْدِثْ فِيهِ.
Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan yirmi küsur derece daha sevaptır. Şöyleki bir kişi güzelce abdest alır, sonra başka hiçbir maksatla değil, sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye girinceye kadar attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı, kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe melekler: Allahım! Ona merhamet et! Allahım! Onu bağışla! Allahım! Onun tövbesini kabul et! diye ona dua ederler. ”[13]
وَعَنْ أبِي الْعَبَّاسِ عَبْدِ الله بْنِ عَبَّاس بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ رَضِيَ الله عَنْهُمَا، عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيهِ وَ سَلَّمَ، فِيمَا يَرْوِي عَنْ رَبِّهِ، تَبَارَكَ وَتَعَالَى قَالَ: إِنَّ اللَّهَ كَتَبَ الْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ، ثُمَّ بَيَّنَ ذلِكَ: فَمَنْ هَمَّ بِحَسَنَةٍ فَلَمْ يَعْمَلْهَا كَتبَهَا الله تَبَارَكَ وَتَعَالَى عِنْدَهُ حَسَنَةً كَامِلَةً، وَإِنْ هَمَّ بِهَا فَعَمِلَهَا كَتبَهَا الله عَشْرَ حَسَنَاتٍ إلَى سَبْعِمَائَةِ ضِعْفٍ إِلَى أَضْعَافٍ كَثِيرَةِ، وَإنْ هَمَّ بِسيِّئةٍ فَلَمْ يَعْمَلْهَا كَتبَهَا الله عِنْدَهُ حَسَنَةً كَامِلَةً، وَإِنْ هَمَّ بِهَا فَعَمِلَها كَتبَهَا الله سَيِّئَةً وَاحِدَةًِ.
Ebü’l–Abbâs Abdullah İbn Abbâs İbn Abdülmuttalib (r.a)’dan nakledildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.)Allah Teâlâ’dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı: Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb–ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb–ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb–ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb–ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar. ”[14]
عَنْ أَبِي عَبْدِ الرَّحْمن عبد اللَّهِ بْنِ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ، رَضِيَ الله عَنْهُمَا قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيهِ وَ سَلَّمَ يَقُولُ انْطَلَقَ ثَلاَثَةُ نَفَرٍ مِمَّنْ كَانَ قَبْلَكُمْ حَتَّى آوَاهُمُ الْمَبِيتُ إِلى غَارٍ فَدَخَلُوهُ، فانْحَدَرَتْ صَخْرَةٌ مِنَ الْجَبَلِ فَسَدَّتْ عَلَيْهمُ الْغَارَ؟ فَقَالُوا: إِنَّهُ لا يُنْجِيكُمْ مِنْ هذِهِ الصَّخْرَةِ إِلاَّ أَنْ تَدْعُوا اللَّهَ بِصَالِحِ أَعْمَالِكُمْ. قَالَ رَجُلٌ مِنْهُمْ: اللَّهُمَّ كَانَ لِي أَبَوَانِ شَيْخَانِ كَبِيرَانِ، وَكُنْتُ لاَ أَغْبِقُ قَبْلَهما أَهْلاً وَلا مالاً فَنَأَى بِي طَلَبُ الشَّجَرِ يَوْماً فَلَمْ أُرِحْ عَلَيْهِمَا حَتَّى نَامَا فَحَلَبْت لَهُمَا غَبُوقَهُمَا فَوَجَدْتُهُمَا نَائمَيْنِ فَكَرِهْتُ أَنْ أُوقظَهُمَا وَأنْ أغْبِقَ قَبْلَهُمَا أَهْلاً أَوْ مَالاَ، فَلَبِثْتُ - وَالْقَدَحُ عَلَى يَدِي - أنْتَظِرُ اسْتِيقَاظَهُمَا حَتَى بَرَقَ الْفَجْرُ والصِّبْيَةُ يَتَضَاغَوْنَ عِنْدَ قَدَمي - فاسْتَيْقَظَا فَشَرِبَا غَبُوقَهُمَا. اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتُ فَعَلْتُ ذلِكَ ابْتِغَاءَ وَجْهِكَ فَفَرِّجْ عَنَا مَا نَحْنُ فِيهِ مِنْ هذِهِ الصَّخْرَة، فَانْفَرَجَتْ شَيْئاً لا يَسْتَطيعُونَ الْخُرُوجَ مِنْهُ. قَال الآخر: اللَهُمَّ إِنَّهُ كَانَتْ لِيَ ابْنَةُ عَمٍّ كَانَتْ أَحَبَّ النَّاسِ إِلَيَّ وَفِي رِوَاية: كُنْتُ أُحبُهَا كَأَشَدِّ مَا يُحِبُّ الرِّجَالُ النِّسَاءَ، فَأَرَدْتُهَا عَلَى نَفْسَها فَامْتَنَعَتْ مِنِّي حَتَّى أَلمَّتْ بِها سَنَةٌ مِنَ السِّنِينَ فَجَاءتْنِي فَأَعْطَيْتُهَا عِشْرِينَ وَمَائةَ دِينَارٍ عَلَى أَنْ تخَلِّيَ بَيْنِي وَبَيْنَ نَفْسِهَا فَفَعَلَتْ، حَتَّى إِذَا قَدَرْتُ عَلَيْهَاوَفِي رِوَايَةٍ: فَلَمَّا قَعَدْتُ بَيْنَ رِجْلَيْهَا، قَالَتْ: اتَّقِ اللَّهَ وَلاَ تَفُضَّ الْخَاتَمَ إِلاَّ بِحَقِّهِ، فَانْصَرَفْتُ عَنْهَا وَهِيَ أَحَبُّ النَّاسِ إِلَيّ وَتَرَكْتُ الذَّهَبَ الَّذِي أَعْطَيْتُهَا، اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتُ فَعَلْتُ ذلِكَ ابْتِغَاءَ وَجْهِكَ فَافْرُجْ عَنَّا مَا نَحْنُ فِيهِ، فانْفَرَجَتِ الصَخْرَةُ غَيْرَ أَّنهُمْ لا يَسْتَطِيعُونَ الْخُرُوج مِنْهَا. وَقَالَ الثَّالِثُ: اللَّهُمَّ اسْتَأْجَرْتُ أُجَرَاءَ وَأَعْطَيْتُهمْ أَجْرَهُمْ غَيْرَ رَجُل وَاحِدٍ تَرَكَ الَّذي لَهُ وَذَهَبَ، فَثَمَّرْتُ أَجْرَهُ حَتَّى كَثُرَتْ مِنْهُ الأَمْوَالُ، فَجَاءنِي بَعْدَ حِين فَقَالَ: يَا عَبْدَ الله أَدِّ إِلَيَّ أجْرِي، فَقُلْتُ: كُلُّ مَا تَرَى مِنْ أَجْرِكَ: مِنَ الإبِلِ وَالْبقَرِ وَالْغَنَمِ وَالرَّقِيقِ. فَقَالَ: يَا عَبْدَ اللَّهِ لا تَسْتَهْزِئُ بِي ! فَقُلْتُ لا أَسْتَهْزِئُ بِكَ، فَأَخَذَهُ كُلَّهُ فاسْتَاقَهُ فَلَمْ يَتْرُكْ مِنْهُ شيْئاً، اللَّهُمَ إِنْ كُنْتُ فَعَلْتُ ذلِكَ ابْتِغَاءَ وَجْهِكَ فَافْرُجْ عَنَّا مَا نَحْنُ فِيهِ، فَانْفَرَجَتِ الصَّخْرَةُ فَخَرَجُوا يَمْشُونَِ.
Ebû Abdurrahman Abdullah İbn Ömer İbnü’l–Hattâb (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.)’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir: “Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine: Yaptığınız iyilikleri anlatarak Allah’a dua etmekten başka sizi bu kayadan hiçbir şey kurtaramaz, dediler. İçlerinden biri söze başlayarak: Allahım! Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Birgün hayvanlara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak atana kadar uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler. Rabbim! Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al! diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi. Bir diğeri söze başladı: Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. (Bir başka rivayete göre: Bir erkek bir kadını ne kadar severse, ben de onu o kadar seviyordum). Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul etti. Ona sahip olacağım zaman (bir başka rivâyete göre: Cinsî münasebete başlayacağım zaman) dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım. Allahım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi. Üçüncü adam da: Allahım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet türedi. Birgün bu adam çıkageldi. Bana: Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi. Ben de ona: Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim. Adamcağız: Ey Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü. Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler”.[15]
VI. YARARLANILABİLECEK BAZI KAYNAKLAR
1.Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn, IV,376-386
2. Süleyman ATEŞ, T. D. V. İslâm Ansiklopedisi, “ihlâs” maddesi.
3. Nevevî, Riyazü’s-salihin Terceme ve Şerhi, Müt. M. Yaşar KANDEMİR, İ. L. ÇAKAN, R. KÜÇÜK, Erkam yay., İst., 1997, I/89-140;
4.Komisyon, Kur’an Yolu, D.İ.B, Yay., Ankara, 2003, (ilgili ayetlerin tefsiri.)
[1] Bu vaaz projesi Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Dr. Mehmet CANBULAT tarafından hazırlanmıştır.
[2] Beyine, 98/5
[3] Ebû Dâvûd, Cenâiz 56, (III,538).
[4] Buhârî, Bed’ü’l–vahy 1, (I,2); İmân 41, (I,20); Nikâh 5, (VI,118); Müslim, İmâret 155, (II,1515,1516).
[5] Buhârî, Büyû` 49, (III,19-29); Hac 49, (II,159); Müslim, Fiten 4–8, (III,2209-2210-2211).
[6] Buhârî, Menâkıbü’l–ensâr 45, (IV,253); Cihâd 1, 27, (III,200,210); Müslim, Hac 445, (I,986); İmâret 85, (II,1487).
[7] Müslim, İmâre 159, (II,1518).
[8] Buhârî, Zekât 15, (II,116).
[9] Buhârî, Cenâiz 37, (II,82-83); Vesâyâ 2, (III,186); Nefekât 1, (VI,189); Merdâ 16, (VII,9); Daavât 43, (VII,160); Ferâiz 6, (VIII,5) ; Müslim, Vasıyyet 5, (II,1250-1251).
[10] Müslim, Birr 33, (III,1987).
[11] Buhârî, İlim 45, (I,40); Cihad, 15, (III,206); Farzu’l–humüs 10, (IV,51);Tevhîd 28, (VIII,189); Müslim, İmâre 150, 151, (II,1513).
[12] Buhârî, Îmân 22, (I,13);Diyât 2, (VIII,37); Fiten 10, (VIII,92); Müslim, Kasâme 33, (II,1308); Fiten 14, 15, (III,2213-2214).
[13] Buhârî, Salât 87, (I,122-123); Ezân 30, (I,158-159); Büyû` 49, (III,20); Müslim, Tahâret 12, (I,208); Mesâcid 272, (I,459).
[14] Buhârî, Rikâk 31, (VII,187); Müslim, Îmân 207, 259, (I,118).
[15] Buhârî, Büyû` 98, (III,37-38); İcâre 12, (III,52-52); Hars ve’l–müzârea 13, (III,69-70); Enbiyâ’ 53, (IV,147-148); Edeb 5, (VII,69-70); Müslim, Zikir 100, (III,2099).