• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Nefis Muhasebesi ve Mücahede

NEFİS MUHASEBESİ VE MÜCAHEDE

 

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ:

 

     “(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”   (YUSUF SURESİ – 53. AYET)

 

     Bir damla suya peri gibi güzellik veren Rabbimiz, insanın hamurunu da iki şeyle yoğurmuştur: Melekî haslet olarak akıl; behimî sıfat olarak nefis. Bu ikisi dürülüp yoğrulmuş ve bu keyfiyette halk olunmuştur. Nefis durmadan kötülüğü emreder. O sanki gündüzü olmayan bir gece gibi karanlıktır. Nefsin heva ve hevesi bitmez. O ıslah edilmediği zaman insan için tehlike büyüktür.

     Nasıl ki öldürücü zehirlerden hayatı korumak ve ıstırapları dindirmek mümkünse, nefsin afsun ve zehrinden korunmanın da imkânı vardır. Onu akıl ipi ile iman direğine bağladın mı, seni dalalet batağına çekemez olur. Onu elsiz, ayaksız bırakan takvadır. İnsan takva ve vera sahibi olursa, artık nefis kolay kolay diş geçiremez ve aslan elindeki tavşana döner. Fakat bu hemen ele geçmez. Çetin bir mücahede gerektirir. Peygamberler bile nefsin şerrinden Allah’a sığınmışlardır. O, pek yaman bir düşmandır.

     Aslında nefis tektir ama sıfatı çoktur. Şehvet, öfke, kin, gazap gibi cihetlere yöneldiği zaman; KÖTÜLÜKLE EMREDEN NEFİS olur. Hak cihetine, ibadet ve Salih amellere meylettiğinde ise; NEFS-İ MUTMAİNNE haline gelebilir. Nefsi o hale getirmek insanın saadetidir ve bu, Müslüman’ın en büyük gayesi olmalıdır. Çünkü cennet ve rahmet ondan sonradır. Nefsin istek eli her şeye uzanmak arzusundadır. Onun istek eline takva kelepçesi vurulmadıkça insan rahat vermez ve tehlike olmaktan çıkmaz. Nasıl ki mikrobun bulaşmasına karşı, o mikroptan aşı elde edilerek koruyucu hale getiriliyorsa, ıslah olsun ve arzularına gem vurulmuş nefis te zarar yerine fayda verecek, rıza yollarında adım atacak hale gelir. Allah’ın:

 

وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ:

 

     “Nedamet çeken nefse yemin ederim.” buyurduğu (KIYAME SURESİ – 2. AYET) nefis, işte bu hale gelen nefistir ki; mümin herhangi bir söz ve hareketinde nefsinin kınar, levmeder. Onun dizginini daima elinde tutar ve Rabbine itaate sokar.

     Abdullah b. Selam (RA), bir gün bir bağ odunu kucaklamış evine götürüyordu. Ona dediler ki: “Ey Abdullah! Senin hizmetçilerin var, bu işleri onlar görür. Neden böyle yapıyorsun?” O büyük zat cevap verdi: “Nefsimi deniyorum. Nefis bana hâkim olmadan ben ona hükmediyorum. Eğer o bana hükmedecek olursa bedbahtlardan olurum.”

     Büyük insanların halleri de büyük. Onlar ömürlerince nefisleriyle mücahede etmişler, bir an bile nefis duymamışlardır. Çünkü Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur:

     “Senin düşmanlarının en şiddetlisi, senin iki tarafın arasında bulunan nefsindir.”

     Böyle bir düşmanı olan insan nasıl silahsız, askersiz, ordusuz hayatını devam ettirebilir? Her insanda nefs-i emmare vücud sarayının iman kışlasına alınmadıkça sahibi için pek yaman bir düşmandır. İnsanların yaratılış itibarıyla tabiatlarında bir takım şer kuvvetler vardır. Nefis, bu kuvvetlerin adeta başbuğudur. Bu kuvvetler insanı daima gayrı meşru yollara ve Hakk’a isyana sevk etmek ister. Ve nice insanlar nefsin çiftesini yiyerek helak olmuşlar, cehennem derelerine yuvarlanmışlardır.

     Ölüm zelzelesiyle ömür sarayı yıkılmadan nefsini hesaba çekenler akıllı kişilerdir. Yarın yaparım, başka bir gün yaparım diyenler, nice yarınlar geçer de bir şey yapamadan kabre düşüverirler. Hasan-ı Basri (RA) şöyle buyuruyor:

     “Mümin, devamlı olarak nefsinin başında durur ve onu Allah için hesaba çeker. Dünyada kendilerini hesaba çekenlerin, ahirette hesapları ehven geçer. Ahirette hesabı ağır olanlar, dünyada kendi muhasebelerini yapmayanlardır.”

     Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurmuşlardır:

     “Kıyamet günü hesaba çekilmeden evvel kendi nefislerinizi hesaba çekin, amelleriniz tartılmadan siz onları tartın.”

     Nefsini bugünden hesaba çeken, onun noksanlarını gideren, amellerini vicdan terazisinde tartan ve iman mihengine vuran kişi devlet topunu çelmiş demektir.

     İslam büyüklerinden Ahnef b. Kays, geceleri uyumazdı. Çoğunlukla gece ibadeti dua ve niyazdı. Gece lambanın yanına gider, parmağını mumun alevine tutar, ateşin acısını duyunca kendi kendine: “Ey nefis! Falan gün falan kusuru niçin yaptın?” der, böylece nefsini levmederdi.

     Yine Allah dostlarından Malik b. Dinar (RA) çok kere şöyle derdi: “Allah o kimseye rahmet etsin ki; kusurlarından dolayı nefsini yerer ve Allah’ın kitabına davet eder.”

     Dikkat edilecek husus şudur ki; nefis muhasebe edilirken, ömrün her günü, her saati dikkate alınarak hesaba çekilmelidir. Bir lahza durup düşünelim: 70 yaşındaki bir adamın hayatında kaç gün vardır? 25.550 gün eder. İnsan bunca günün hesabını nasıl verir? İşte hesaba çekilmeden önce bunlar gözden geçirilirse çok güzel bir iş yapılmış olur.

     Allah’ın has kullarından İbni Samte, daima nefsini hesaba çeker ve onu Allah’ın kitabına davet ederdi. Yine bir gün hesaba oturmuştu. Tam 60 yaşına bastığını ve bunun 21.900 gün ettiğini gördü ve hemen bir çığlık attı: “Vay başıma gelene, bir gün itibarıyla 21.000 günah ile Rabbimin huzuruna çıkıyorum. Hâlbuki her günde on binlerce günah vardır.” Daha fazla konuşamadı ve bayılıp düştü. Bir daha da ayağa kalkması mümkün olmadı. O hal ile Allah’ın rahmetine kavuştu. Bu sırada bir ses duyuldu: “Ey kutlu kişi! Sana firdevs-i Â’la ile müjde olsun!” 

     Rabbinin makamından korkanlara ve nefsini hesaba çekenlere elbette cennetler var. Cennetlerin fevkinde Allah’ın rızası ve mübarek didarı var…

 

BÜYÜK CİHAT

 

     Hz Peygamber (SAV),ashabıyla beraber bir savaştan dönüyorlardı. Hz Peygamber (SAV), mübarek başları göğsünde, her zaman olduğu gibi tefekkür, düşünce ve ulviyetin en erişilmez iklimindeler… Bir an başlarını kaldırıp şöyle buyurdular:

     “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz.”

     Sahabe sordu: “Nasıl olur ey Allah’ın Rasülü?” Hz Peygamber (SAV) şöyle cevap verdi:

     “Cihadın büyüğü, kişinin kendi öz nefsiyle cenkleşmesi ve onu yenmesidir.”

     Yine Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Şiddetli pehlivan güreşte hasmını yenen değil, ancak öfkelendiği zaman nefsine sahip olandır.”

     Bilelim ki nefs-i emmare, insanın en çetin, en büyük düşmanıdır. Düşmanın insafına güvenmek ise ahmaklık alametidir. Şeytan ve nefis, ikisi bir kaptan yemek yiyen ahbaplardır. Onları naz ve safa ile beslemek, felakete davetiyedir.

     Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümünden sonrası için amel işleyendir. Aciz, nefsini hevasına tabi kılan ve Allah’tan batıl şeyler arzu edendir.”

     Allah için hiçbir emek ve gayret sarf etme, sonra tutup Allah’tan olmayacak şeyler iste… Bu boş bir temenniden başka bir şey değildir. Dünyada bile boş temenni ile kimseye bir şey verildiği görülmemiştir. Herkes ektiğini biçer. Ekim zamanı tarlaya tohum atmayan kimse, saadet başaklarını nasıl görecektir?

     İslam’da tasavvuf cihanı, nefsi kırbaçlamanın yoludur. O güzide veliler, ömürlerince nefse kırbaç vurmuşlar, bir aslandan kaçar gibi nefis canavarından uzak durmuşlardır. Nefisleri bir şey istediğinde tam onun tersini yapmışlar ve bu şekilde murada ermişlerdir.

     Büyük velilerden Davud Taî (RA), yeni ölmüş, toprak üzerinde yatıyordu. O anda İbni Semmak geldi ve şöyle dedi: “Ey Davud! Tevkif edilmeden önce nefsini tevkif ettin; azap edilmeden önce azap ettin. Bugün de kim için amel ettinse ondan mükâfatını alırsın.”

     O büyük veli gündüzleri oruç tutar, iftar vakti tuzu dahi ekmeğe katık etmeden kuru ekmek yerdi. Kendisine: “Ey âlem şeyhi! Hiç değilse tuzu katık etseniz…” dedikleri zaman şöyle cevap verirdi: “Senelerce canım tuz ister, fakat hayatta olduğum müddetçe tuzun zevkine varamayacağım.” Yine dediler: “Peki, insanın nefsine bunu etmesi reva mı?” Cevap verdi: “O bundan daha şiddetli şeylere layıktır. Şimdi ona tuzu tattırırsam, bu defa da başka bir şey isteyecektir. O ister ben verirsem, isteklerinin arkası kesilmez ve sonunda beni helak eder.”

     Elbette bizler o büyükler gibi yapmaya kadir değiliz. Ne var ki, onlardan ibret alarak zaman zaman nefsin kulağını bükmeliyiz. Nefsin her arzusu yerine getirilirse, artık o azgın bir boğaya döner.

     Bilelim ki nefsin bazı sıfatları mevcuttur. Başlıca yedi sıfatı vardır:

1-) NEFS-İ EMMARE: Bu sıfattaki nefis, gündüzü olmayan gece gibi karanlıktır ve karanlık işleri sever. Şehvetle, kötülükle emreder ve daima şeytanî heveslerin peşinde gider. Allah, Kur’an’da şöyle buyuruyor:

 

إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ:

 

     “Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka.”  (YUSUF SURESİ – 53. AYET)

     Ayette bu şekilde vasfedilen nefis, nefs-i emmaredir. Bu sıfattaki nefis her kötü kapıya anahtar uyduran bir hırsız gibidir ve kötülükten başka bir şey emretmez. İnsan ile nefis arasında en çetin mücadele de nefsin “EMMARE” sıfatında bulunduğu devredir. Bu sıfattaki nefse takva kelepçesi vurulmadıkça insana selamet yoktur. Kalbi iman ve marifet nuruyla dolan mümin kul, selameti yine Rabbine ilticada bulacak ve kendisini Rabbine teslim edecektir. Böylece ilahi imdat eli onu bu büyük düşmanından koruyacaktır.

     İmam-ı Gazalî (RA) nefis hakkında şöyle buyurur:

     “Bilmiş ol ki en büyük ve en çetin düşmanın; seni kuşatan, iki koltuğun arasındaki nefsindir. Daima kötülüğü emreder şekilde yaratılmıştır. İşi, iyilikten uzaklaştırıp fenalığa meylettirmektir. Onu tezkiye edip doğrultmak, Rabbine ve Halikına ibadet için kahır zincirine vurmak, arzularından alıkoyup zevklerinden uzaklaştırmakla memursun. Şayet biraz ihmal edersen azar ve bir daha önüne geçilmez bir hal alır. Durmadan onu uyarır, kınar ve levmedersen o zaman “NEFS-İ EMMARE”’likten çıkar da, Allah’ın kendisine yemin ettiği “NEFS-İ LEVVAME” haline döner.”

     Evet: Nefis bulanık bir su gibi günahın ve kötülüğün derelerine akmak ister. Eğer onu nazla safa ile okşarsan ve kendi haline bırakırsan, bir daha önünü alamazsın. Onu öyle bir şeyle meşgul et ki, o seni meşgul etmesin.

     Allah dostlarından Ebu Saîd-i Harraz (RA), eline bir ayakkabı almış durmadan dikiyor, diktiğini tekrar söküyor ve yine dikiyordu. Bu hali görenler hayretle sordular: “Niçin böyle yapıyorsunuz?” O, tatlı bir tebessümle cevap verdi: “Nefsimi meşgul ediyorum. Ta ki o beni meşgul edip Rabbimden ayırmasın.”

     Öyle ya… Başıboş kalan ve rahatı yerinde olan nefis, hemen her şeye malik olmak sevdasına düşer. Onu kahır zinciri ve takva urganıyla bağlayacaksın ki selamet bulasın…

     Yine Saîd-i Harraz (RA) şöyle buyurur:

     “Nefis durgun suya benzer. Dıştan bakılınca pak, ama biraz hareket edince dibinde saklı hastalık mikropları ortaya çıkar.”

     O büyük velinin kendinden önce bir oğlu vefat etmişti. Bir gece oğlunu rüyasında gördü ve ona sordu: “Evladım! Rabbin sana nasıl muamele etti?” Çocuk şu cevabı verdi: “Beni cennetine koyarak ağırladı.” Ebu Saîd (RA) dedi: “Evladım! Bana nasihat et!” Çocuk karşılık verdi: “Babacığım, buna karşılık yetiremezsin.” O üsteledi: “Olsun, sen nasihat et, ben dayanırım.” Çocuk kelimelerin üstüne basa basa şunları söyledi: “Babacığım! Allah ile arana bir gömlek bile koyma…”

     Ebu Saîd (RA) yaşadıkça bundan sonra sırtına gömlek giymedi. Maksat, gömlek giyip giymemek değil, Allah’a yakınlık ve hep O’nun emrinde olmaktır.

2-) NEFS-İ LEVVAME: Nefs-i levvame, bir kötülük işlediği zaman sahibini levmeder, onu yaptığı kötü işten dolayı kınar ve hemen tevbeye yönelir. Allah, bunun üzerine yemin etmiştir:

وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ:

 

     “Nedamet çeken nefse yemin ederim.”   (KIYAME SURESİ – 2. AYET)

     Nefs-i levvame’ye yemin edilmesi, onun yüksek mertebesine işaret edilmesi içindir. Çünkü nefs-i levvame, bir güzel halin müjdecisidir. Yaptığı bir şerden veya kötülükten dolayı nadim olur, noksan yaptığı bir hayırdan dolayı da müteessir olur. Onu fazlaca yapar. Böyle büyük nuraniyete kanat açar. Böyle bir nefis methe layıktır. Artık bu haldeki nefis için saadet kapıları açılmaya başlar. Bunun arkasından daha güzel neticeler tecelli edecektir.

3-) NEFS-İ MUTMAİNNE: Bu sıfata bürünen nefis, bütün kötülük ve karanlıklardan temizlenmiş ve güzel ahlakla ilahi bir itminana ermiştir. Kalpteki marifet nuru bunu çevrelemiş, kötü sıfatlardan arınmış, güzel huylarla bezenmiş, duru bir ruh haline gelmiştir. Artık o Rabbinden, Rabbi ondan razıdır. Nefs-i mutmaine sahiplerine ölümleri anında şu ilahi hitap erişecektir:

 

يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ:ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً:فَادْخُلِي فِي عِبَادِي:وَادْخُلِي جَنَّتِي:

 

     “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetim gir.”(FECR SURESİ - 27.28.29.30. AYETLER)

     Asr-ı Saadette bir Hz Peygamber (SAV)’in huzurunda bu ayetler okunmuştu. Hz Ebu Bekir (RA) şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasülü! Bu hakikaten güzel.” Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurdu: “Haberin olsun, ölümün anında melek sana onu söyleyecektir.”

     Nefs-i mutmaine sahibi, ebediyetin çiçek bayramına ermiş, devlet topunu çelmiştir. Onun ruhu, bu zevkli hitap karşısında bedenden ayrılır ve sonra: “Haydi gir kullarımın arasına.” denilerek, ruhlar âlemindeki mukarrepler sırasına, ebedi hayata kalktığı zaman da Salihler zümresine girer ve nihayet kendisine: “Gir cennetime…” hitabı erişir. O güzide zümrelerle beraber güzel cennete girerek sonsuz saadete nail olur. Fakat bu devleti elde etmek öyle kolay değildir. Rabbim bizi bu devlete erdirsin.

     Nefsi bu makama yükseltmek, aslanlarla cenk etmekten daha zordur. Nefis cehennemini söndürecek şey de Allah’ın zikridir. Kul, Allah’ı zikrede zikrede nefsin karanlığını giderecek ve onu Rabbinin itaatine sokacaktır.

     Nefsin diğer sıfatları: Radiye, merdiyye, mülheme ve zekiyye’dir.

     Allah’ın peygamberleri, nefs-i mutmaine makamından radiye, merdiyye, mülheme ve zekiyye’ye yükselir. Peygamberlerde, nefs-i emmarenin eseri bile görülmez.

     Allah, şöyle buyuruyor:

قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى:

 

     “Doğrusu feraha ermiştir temizlenen…”   (Â’LÂ SURESİ – 14. AYET)

     Allah, bu ayetten önceki ayetlerde bir takım kudret âsârına yemin ederek insanların dikkatini çekiyor. Kimlerin saadete, selamete, felaha ve necata nail olacaklarını ve kimlerin azaba düşeceğini bir vesile-i intibah olmak üzere haber verdikten sonra şöyle buyuruyor:    

     “And olsun ki: Nefsini temizlemiş olan günahlardan kaçınan, faydalı bilgilerle, Salih amel ve işlerle uğraşmakta bulunan kimse, şüphe yok ki felaha ermiştir. Yani; bütün arzularına ve muratlarına nail olmuştur. Ebedi selamet ve saadete namzet bulunmuştur. Nefsini tezkiye eden, onu Allah’ın itaatine sokan ve güzelce temizlenen bir kişi korkulardan emin olacaktır.”

     “Ve muhakkak ki: Nefsini noksan düşüren de hüsrana uğramıştır.” Yani: Kendi ruhunu ve varlığını, yanlış düşüncelerle, kötü amellerle ifsat eden, daire-i itaatten çıkaran, isyan ve tuğyan felaketlerine uğrayan herhangi bir kimse de hüsrana uğramıştır. Nefsini büyük bir tehlikeye düşürmüştür. İstikbalini büyük bir felakete maruz bırakmıştır. Böyle kimselerin eline nedametten başka bir şey geçmeyecektir. Dünyadaki o fena hareketlerinden dolayı ebedi azaba uğrayacaklardır.

     Bu dünya çemeninde sümbüller gibi boy veren insan, gün gelecek yine sümbüller gibi solacaktır. Ötelere göç vardır. Göç zamanı gelmeden nefsini hesaba çeker, onu itaat zinciri ile bağlar, günahlarına nedamet duyarsa, muradının incisini elde edecektir. İslam büyükleri bize ne güzel örnektir. Onlar, ömürleri boyunca nice bin dertle ağlamışlar, beli bükük mumlar gibi Hak divanına durmuşlardır.

     Allah’ın has kullarından olan Abdullah el-Becelî (RA) de çok çok ağlayanlardandı. Gün batıp gecenin karanlığı dünya üzerine inince Rabbinin dergâhında durur, ellerini bütün sırları bilen Rabbine açar ve hıçkırırdı: “İlahî! Ben, ömrü uzadıkça günahı çoğalan bir kimseyim. Ben, her ne zaman bir günahı terk etmek istersem hemen başka bir şehvet karşıma çıkar. Ey yaradan Allah’ım! Sen beni bağışlamazsan kim bağışlar ki?” Sonra nefsine dönüp ona şöyle derdi: “Vay sana ki, günahın biri kurumadan diğerini yaparsın! Varacağın yer cehennem ise vay sana! Tokmaklar inecekse vay sana! Dileklerin yerine gelmezse vay sana! Rabbin seni bağışlamazsa vay sana!”

     Nefsi nazla sefa ile beslemek ve azdırmak değil, böyle kınamak ve hesaba çekmek lazımdır. Hesapsız tüccar dünya hayatında bile iflas eder. Kaldı ki, ahiret hesabı dünya hesabı ile kıyas edilemeyecek kadar şiddetlidir.

     Allah şöyle buyuruyor:

 

وَلَوْ أَنَّ لِكُلِّ نَفْسٍ ظَلَمَتْ مَا فِي الأَرْضِ لاَفْتَدَتْ بِهِ وَأَسَرُّواْالنَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُاْ الْعَذَابَ وَقُضِيَ بَيْنَهُم بِالْقِسْطِ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ:

 

     “(O zaman) zulmeden herkes yeryüzündeki bütün servete sahip olsa (azaptan kurtulmak için) elbette onu feda eder. Ve azabı gördükleri zaman için için yanarlar. Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez.”  (YUNUS SURESİ - 54.AYET)

     O dehşet günü gelmeden bugünden hesabı görenler, nefsin arzu ve istek eline ve şehvetlerine kelepçe vuranlar temize çıkarlar, aksine nefis ve hevaya tâbi olanlar da helake sürüklenirler. Artık o isyankârları kim kurtarır?

     Hz Peygamber (SAV)’in lisanıyla kendisinden Rahmanî kokular akseden Veysel Karanî (RA),geceleri uyumaz, bir gece için: “Bu gece, rükû gecesidir.” der ve sabahlara kadar rükû halinde bulunurdu. Diğer bir gece için: “Bu gece, secde gecesidir.” der ve bütün geceyi secde halinde geçirirdi.

     Pekâlâ, bu Allah dostların derdi neydi? Elbette biz buna güç yetiremeyiz. Hiç değilse farzları eda ederek ve haramlardan kaçınarak nefsimizi tezkiyeye çalışmalıyız. Çünkü Allah bizi dünyaya gönderirken tertemiz olarak gönderdi. Dünyadan giderken kirli olarak gitmek insanlığın şanına layık değildir. Bizim kalplerimiz ve yüreklerimiz katılaşmış, gözlerimizin yaşı kurumuş, biz tamamen kendimizi unutur hale gelmişiz. Kalp katılığını gidermek için ölümü anmalı ve çok Kur’an okumalıyız. Elbette ecel askeri bir gün bizim de başımıza gelecek, bizim ayağımız da mezarın kumlarına batacaktır. O gün gelmeden günahlarımız için ağlamalı, Rabbimizden af ve mağfiret dilemeliyiz.

     Bir gün bir adam Feth-î Musulî (RA)’im ziyaretine gitti. Onu, elini yüzüne kaldırmış, gözyaşları parmaklarından akmış, ağlar vaziyette buldu. Kendisine biraz daha yaklaştı. Gözyaşlarının kanla karışık olduğunu gördü ve şöyle dedi: “Allah aşkına, kan mı ağlıyorsun?” Feth-î Musulî (RA),gözlerini yükseklere kaldırdı ve şöyle cevap verdi: “Eğer yemin vermeseydin, bunu sana açıklamazdım. Evet, gerçekten kan ağlıyorum. Yaş üzerine kan ağlamam, yaş ağlamamın yalancıktan olmaması içindir.”

     Evet, burada ağlayanlar, orada gülecekler. Gözyaşının olduğu yere rahmet iner. Allah korkusundan dolayı dökülen bir damla yaş, cehennemleri söndürür ve Allah katında o yaştan kıymetli bir damla yoktur.

     Yine aynı zat, Feth-î Musulî (RA)’i, öldükten sonra rüyasında gördü ve sordu: “Ey Feth, Rabbin sana nasıl muamele etti?” O, şöyle cevap verdi: “Rabbim beni bağışladı.” Zat yine sordu: “Peki, kan ağlaman için ne muamele gördün?” O cevap verdi: “Rabbim beni Zat’ına yaklaştırdı ve: “Bu ağlaman niçindi?” diye sordu. Ben şöyle cevap verdim: “Senin hakkın olan bir vacipteki kusurdan sebep.” Bunun üzerine Allah yine sordu: “Ya kan ağlamandaki sebep?” Ben şöyle cevap verdim: “Gözyaşlarımı ispat için.” Allah buyurdu ki: “İzzet ve celalim hakkı için bunları ben istemedim. Çünkü kırk yıl melekler amel defterini bana yükseltti ve hiçbir sayfada hatan yoktu.”

     İşte Allah korkusuyla ağlamanın ve nefsi hesaba çekmenin saadeti… Ey tembel nefsim! Ne zaman gayrete gelecek, ne zaman kusurlarından dolayı gözünün yaşını akıtacaksın? Vah sana ki, sen ibret almayı da bilmiyorsun. Başına nedamet taşı dokunmadan çareler ara, sonra nedamet etmenin bir faydası olmaz…

     Allah (CC),daha o gün gelmeden bizi intibaha, uyanışa, nefsimizi muhasebeye davet ediyor ve şöyle buyuruyor:

 

يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَّا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُّحْضَراً وَمَا عَمِلَتْ مِن سُوَءٍ تَوَدُّ لَوْ أَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ أَمَداً بَعِيداً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَاللّهُ رَؤُوفُ بِالْعِبَادِ:

 

     “Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötülük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir.”   (ALİ-İMRAN SURESİ – 30. AYET)

     Yani: İnsan dünyada iken yapmış olduğu hayrı da şerri de, sevabı da günahı da; az olsun çok olsun, isterse zerre miktarı olsun amel defterinde yazılmış olarak bulacaktır. Eğer ameli hayırsa sevinecek, onu memnuniyetle benimseyecek ve mükâfatına erecektir. Ama ameli şer ise, kötü ameller malikse üzülüp duracak, kendisiyle kötü ameli arasında çok uzaklık olmasını temenni edip duracaktır. “Keşke amelimle benim aramda şark ile garp kadar uzaklık bulunsa…” diyecektir. Ne var ki, buna da imkân olmayacak, beyhude yere kurtuluş arayacaktır. Çünkü vaktinde edilmeyen nedametin insan bir faydası olmaz.

     “Ve Allah sizi” Ey insanlar, “Zat-ı ulûhiyyetinden” (azab-ı elîminden, azamet ve kibriyasına karşı günahkârane hareketlerden) tahzir buyurur (korkutur. Ta ki emr-i ilâhisine muhalif hareket ederek azaba giriftar olmayasınız. İsyana, günaha dalarak kendi nefsinize azabı hazırlamayasınız.)

     “Ve Allah, kullarını çok esirgeyicidir.” O Raûf ve Rahim’dir. Hiç kimseye zerrece zulmetmez. Kulları hakkındaki bu çok merhametinden dolayıdır ki, sizlere şimdiden kıyametin ahvalini haber veriyor ve bu ihtarı buyuruyor. Ta ki, nefis ve hevaya uyarak Allah’ın rızasına muhalif bulunmayınız. Eğer O’nun ve Rasülü (SAV)’in emirlerine değil de kendi hevanıza tâbi olursanız size büyük bir azap dokunur ve kendinize yazık etmiş olursunuz.

     Ey hep kendi iyiliğini görüp duran insan! Bir de Allah’ın keremini ve rahmetini gör. Seni azaptan, kötü akıbetten kurtarmak için güzel öğütler veriyor. Artık nasıl olur ki, yaramaz çocuklar gibi öğüde kulak vermezsin? Bil ki, önüne gelen taşa tekme vuran adam, taşın dişini kırmış olmaz. Ancak kendi ayağını beyhude yere acıtmış olur.

     Muhammed adında adı gibi kendi de güzel bir ve mübarek bir genç vardı. Geceler boyu ibadet eder, gözyaşı incilerini topraklara dökerdi. Bir gün annesi ona acıdı ve şöyle dedi: “Ey benim gözümün nuru oğlum! Ben seni küçüklüğünde ve büyüklüğünde iyi ve temiz olarak tanırım. Nedir, gece-gündüz ibadete sarılıp sanki bir günah işlemiş gibi kendini helak ediyorsun? Oğlum, bu nice bir ağlayıştır?” O akıllı ve nurlu genç, ıslak gözlerini annesine dikip şöyle cevap verdi: “Ey anneciğim! Ben bir kusur işleyip te Allah’ın bana darılıp azap etmeyeceğimden nasıl emin olabilirim? Evet, O’nun rahmetine ümitliyim ama azabından da korkuyorum. Allah’ın kerem eşiğinde acizlik, miskinlik göstermek benim için daha uygundur. Çünkü ben O’nun kuluyum, kula efendisinin hizmetinde olmak yaraşır.”

     Ne kadar güzel bir düşünce ve tatlı bir söz… İşte en zeki ve aklı kimseler bunlar…

     Allah dostlarından Muhammed b.Vâsi (KS) şöyle demiştir: “Biz öyle şanlı kimselere kavuştuk ki, hanımları ile aynı yastığa baş koyar, ama bu halde sabaha kadar sızlanır, ağlar, yastık gözyaşlarından ıslanırdı. Yirmi sene buna devam eder de, ne bu ağlamadan, ne de sızlanmadan hanımlarının haberi olmazdı.”

     Bugün beşer hem dünyasını hem de ahiretini harap hale getirmiştir. Kötülüklerin ve günahın seli herkesi kara derelere sürüklemektedir. Nefsin ve şeytanın azdırdığı kalabalıklar yarınını düşünemez haldedir. Fakat yarın yaman bir gün olacaktır. Bütün gizli haller meydana çıkacak, bütün defterler açılacak ve insan kendi akıbetini okuyacaktır. Allah şöyle buyuruyor:

 

وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَاباً يَلْقَاهُ مَنشُوراً:اقْرَأْ كَتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيباً:

 

     “Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. 
Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.”   (İSRA SURESİ – 13/14. AYETLER)

     Daha önce de ifade ettiğimiz gibi insan, o gün kötü amelleriyle kendi arasında çok uzak mesafeler olmasını arzu eder. Fakat bu temenni kimseyi kurtaramaz. Akıllı kişi kurtuluş çarelerini bugünden arar, bugünden Rabbinin dergâhına yüz tutar, günahı için ağlar, yarına ne hazırladım diye nefsini güzelce hesaba çeker. Hesapsız, kitapsız adamların başlarına ne felaketlerin geldiği çok görülmüştür.

     İslâm büyüklerinden İbrahim et-Teymî, halini şöyle anlatır: “Önce kendimi cennette ve cennetin her türlü zevk-i sefasında imiş gibi kabul ederim. Sonra cehennemide ve cehennemin her türlü azapları içinde kıvranır sanırım. Sonra nefsime döner ve sorarım: “Ey nefis! Ne istiyorsun?” Nefsim cevap verir: “Aman, keşke geri dönüp Salih ameller işleyip te şu cennete gireydim…” Ben de derim ki: “Korkma! Henüz fırsat ve imkânları kaybetmiş değilsin. Rabbin rızası için çalış ve kendini cehennemden kurtar. Cennetin nimetlerine ulaş. Ayağın mezarın kumlarına batmadan yarının için azık edin.”

      İşte İslâm’ın altınla doldurduğu kalplerdeki saffet ve ulviyet! Âlem’e ne büyük ve şanlı Müslümanlar gelip gitmiş ve daha niceleri gelip gidecektir.

     Ey Müslümanlar! Uyumak vakti değil, uyanmak zamanıdır. Eğer bizi ölüm uyaracaksa kendimize çok yazık etmiş oluruz. Nice misaller vererek hem kendi nefsimi, hem de sizleri intibaha getirmek istedim. Allah o kimseye rahmet etsin ki, güzel bir sözü duyar ve onunla amel eder. Allah o kimseye merhamet buyursun ki, nefsinin dizginlerini eline alarak onu itaate sokar. Ve Allah kimseye gönül uyanıklığı versin ki, gözü bakıp gönlü uyuyanlardan olmasın…

     Gönül uyanıklığının çok güzel bir örneği: “Allah dostların İbrahim b. Ethem (RA), bir gün azat etmek üzere bir köle satın aldı. Sonra onu evine götürdü ve dedi ki: “Sana ne pişireyim, nelerden hoşlanırsın?” Kölenin dudakları yay gibi gerildi ve cevap verdi: “Efendim, köle istediğini yiyemez. Efendisi ne verirse ancak onu yer.” Büyük veli tekrar sordu: “Seni nerede yatırayım?” Köle gönlü uyanık birisiydi, şöyle dedi: “Hizmetçi istediği yerde yatamaz, efendisi nerede derse orada yatar.” İbrahim Ethem (RA)’in gönül deryası dalgalandı ve sordu: “Sen ne iş yaparsın?” Kölenin cevabı güzellikte zühreye benzemekteydi: “Köle istediği işi yapamaz. Efendisi ne emrederse ancak onu yapar. Bir an efendisinin hizmetinden gafil olmaz.” İbrahim Ethem yine sordu: “Sen nice bir kişisin?” Köle cevap verdi: “Her an hayatı başkasının elinde olan birisiyim.” İbrahim Ethem sordu: “Peki hür olmak ister misin?” Köle ak güvercinler gibi çırpındı ve cevap verdi: “Ne zaman cehennemden kurtuluş beratı alırsam, işte o an hür olurum. Şimdi hürlük ne gezer?” İbrahim Ethem (RA) bu cevabı alınca değirmen taşları gibi döndü ve gözyaşlarını tutamadı… İbret alabilenlere ne mutlu…

     Biz kendimizi hep emniyet ve selamette biliyoruz. Selamet ise sırat köprüsünden geçtikten ve cennete dâhil olduktan sonradır.

     Asr-ı Saadette bir gündü. Adamın biri güneşin altında kızgın kumlar üzerinde çıplak olarak kendisini yakıp duruyor, nefsinin burnunu topraklara sürtüyordu. Bu sırada Hz Peygamber (SAV)’i bir ağacın altında gölgelenirken gördü ve hemen mübarek huzuruna koştu, şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasülü! Nefsim azdı, onu terbiye için böyle yapıyor, sıcak kumlarla dağlıyorum.” Hz Peygamber (SAV) buyurdular: “Böyle bir mecburiyetin yoktu. Fakat bu hareketinden dolayı senin için gök kapıları açıldı. Allah seninle meleklerine karşı iftihar ediyor.” Sonra Ashab’a dönerek şöyle buyurdu: “Bu kardeşinizden azıklanın. (Yani bunun duasından yararlanın.) Bunun üzerine orada bulunanlar, Bana dua et, bana dua et diye ileri atılınca, Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurdu: “Hepsine birden dua et.” Adam ellerini ulvilik âlemlerine kaldırıp şöyle dua etti: “Allah’ım! Takvayı bunlara azık et. Bunları işlerinde hidayette kıl.” Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurdu: “Allah’ım! Bunu doğrula…” Adam devam etti: “Ya rabbi! Varacakları yeri cennet eyle…”

     Bu hadiseler gösteriyor ki, nefis ihmale gelmez. Hele bir de bizim gibi nefs-i emare sahipleri için tehlike gerçekten büyük. Rüzgârın esişine tabi olan otlar misali nefis ve hevaya tabi olan kimse hüsranın eşiğinde demektir. İslâm büyükleri niçin nefsi durmadan kırbaçlama ihtiyacı duymuşlar düşünmek lazım… Kadife yataklarda yatmak, mermer saraylarda oturmak elbette güzel şey, fakat bir de mezarda yatmak olmasa… İnsan mezarın kumuna batacağını hiç hesap etmez, azık tedarikinde bulunmaz mı?

     Abdülaziz b. Ebî Davud (RA), akşam olunca kendisi için serilen yatağa yaklaşır, eliyle onu okşar ve şöyle derdi: “Ey yatak, ne kadar yumuşaksın! Fakat cennetin döşeği senden daha yumuşaktır.” Sonra kalkar namaza durur, sabaha kadar bu halini muhafaza ederdi.

     Her arzusu yerine getirilen, doyurulan, beslenen, okşanan nefis, hiç rahatını terk edip Hakk huzurunda olmak ister mi? Takva urganıyla sıkıca bağlanmayan nefis, şehvetlere, kötülüklere kaçış kanalları arayacak ve bir an bile hesap gününü düşünmeyecektir. Fakat Allah’ın fermanı var:

     Sen o günü düşünmez, bir şey hesaplamazsın, ama hesaplamadığın nice şeyler karşına dikiliverir… Kaçacak, sığınılacak bir yer de yok… Peki, ne yapacaksın? İşte yapılacak şey buradadır. Burada nefsini hesaba çeken, burada kötülüklerine tevbe eden, burada Rabbine iltica eden burada mağfiret dileyen, burada ağlayan, orada gülecek, ebedi saadetler onun olacaktır.

     Reb’î Hazretleri hikâye ederler: “Veysel Karanî’yi ziyarete gittim ve onu sabah namazında oturur buldum. Namazı bitirinceye kadar kıpırdamadı bile, öyle oturup kaldı. Kendi kendime: “Bu adamı zikir ve tesbihinden meşgul etmeyeyim.” dedim. Öğleyi kılıncaya kadar yerinde durdu. Öğleden sonra da ikindiye kadar oturdu. İkindiyi kıldı akşama kadar oturdu. Akşamı kıldı, bu defa da yatsıya kadar, yatsıyı kıldı, sabaha kadar yerinde kaldı. Sabahı kılıp yerinde oturunca kendisini uyku bastırdı. Bunun üzerine yaralı kuşlar gibi çırpınarak inledi: “Allah’ım! Uyuyan gözden, doymayan mideden sana sığınırım.” Ben de ders ise bu kadar yeter diyerek yanından ayrıldım.”

     Ey safalı, hünerli ümmet! Hiç düşünmez misiniz ki, bu büyük insanların derdi neydi? Eğer ateşten, azaptan korkuyorsanız, nefsinizi bugünden hesaba çekiniz. Küçük çocuk gibi bize ağlar bir göz lazımdır. Çocuk ağlayınca annesi ona süt verir. Bulut ağlayınca çimen güler. Evet:

     “Bir iklim ki yok orda: Gençlik ve ihtiyarlık,

       Kabir evinde ancak imandır bahtiyarlık.”

 

KAYNAK : SOHBETLER     MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU

Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi11
Bugün Toplam628
Toplam Ziyaret5023839
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI