Arap toplumunun önemli kabilelerinden olan Kureyş'in Mahzûmoğulları kolundan olan Fâtıma bnt. Esved1 kavminin asaletine gölge düşürecek bir davranışta bulunmuş, tanınmış kimselerin adını kullanarak insanlardan ödünç mücevherat alıp onları satmıştı.2
Bu durum, Hz. Peygamber'e aksettirilmiş, o da hadiseyi hırsızlık olarak değerlendirip kadına hırsızlık cezası uygulanmasına hükmetmişti. Ancak Fâtıma'nın mensup olduğu seçkin kabilenin ileri gelenlerine göre böyle bir ceza kabilenin şanına leke getirecekti. Onur meselesi hâline getirdikleri bu olayda Fâtıma'nın ceza almasını önlemek adına çeşitli yollara başvurdular. Öncelikle Allah Resûlü'nün huzuruna çıktılar ve akıllarından geçen ilk teklifi sundular: “Yâ Resûlallah! Bu kadının kesilmesi gereken eline karşılık kırk okka (altın veya gümüş) fidye versek!” Resûlullah cevap verdi:
تُطَهَّرَ خَيْرٌ لَهَا
“(Cezasını çekip günahını) temizlemesi kendisi için daha hayırlıdır!”
Allah Resûlü, “daha hayırlıdır” diyerek başka çözümlere işaret etmiş görünse de aslında verdiği cevap çok açık idi. Zira onun tarzı böyle idi. Rahmet Peygamberi, karşılaştığı olumsuz durumlarda duyduğu en acıtıcı sözlere dahi böyle tepki verirdi.
Ancak insanlar anlamak istememişlerdi. Aksine onun bu üslûbundan cesaret alıp Fâtıma'yı affetmesi için bir aracı göndermeyi düşünmüşlerdi. Bu aracı, geri çeviremeyeceği kadar sevdiği biri olmalıydı. Akıllarına, Hz. Peygamber'in azatlısı Zeyd'in oğlu Üsâme geldi. Onunla konuşup kendisini ikna ettiler. Üsâme de Allah Resûlü'ne gidip bu kadının affedilip edilemeyeceğini sordu. Hz. Peygamber'in cevabı açık olduğu kadar sert idi:
أَتَشْفَعُ إِلَىَّ فِى حَدٍّ مِنْ حُدُودِ اللَّهِ
“Allah'ın hükümlerinden birini yerine getirmemem için aracılık mı yapıyorsun?”
Üsâme hatasını anlamıştı: “Ey Allah'ın Resûlü! Benim için Allah'tan af dileyemez misin?” diye sordu. Ancak Efendimiz, bu dersin Üsâme ile sınırlı kalmasını istemiyordu. İnsanları topladı ve onlara, takva dışında hiçbir özelliğin üstünlük sayılmadığı bir dinin Peygamberi olarak, her insanın işlediği suç karşılığında eşit muamele göreceğiyle ilgili şu veciz konuşmasını yaptı:
يَا أُسَامَةُ إِنَّمَا هَلَكَتْ بَنُو إِسْرَائِيلَ حِينَ كَانُوا إِذَا أَصَابَ الشَّرِيفُ فِيهِمُ الْحَدَّ تَرَكُوهُ وَلَمْ يُقِيمُوا عَلَيْهِ وَإِذَا أَصَابَ الْوَضِيعُ أَقَامُوا عَلَيْهِ لَوْ كَانَتْ فَاطِمَةَ بِنْتَ مُحَمَّدٍ لَقَطَعْتُهَا
“Ey Üsâme! İsrâiloğulları, halkın ileri gelenlerinden biri suç işlediğinde onu cezalandırmadıkları ama sıradan biri aynı suçu işleyince ceza tatbik ettikleri zaman helâk edildiler. Eğer (hırsızlık yapan) Muhammed'in kızı Fâtıma bile olsa onun da elini keserdim.”1
Allah Resûlü, Fâtıma bnt. Esved olayı için söylediği bu sözlerle, esasında evrensel bir ilkeye dikkatleri çekmekteydi: Eşitlik... Buna göre, insanların hukuk karşısında asalet ve soy gibi özellikleri dolayısıyla zayıf ve kimsesiz kişilerden ayrı bir muameleye tâbi olmaları, imtiyaz sahibi olarak görülmeleri, cezalardan muaf tutulmaları gibi ayrıcalıklı tavırlar kesinlikle kabul edilemez. Bu tür çifte standartlı uygulamalarla eşitlik olgusunun ihlâl edilip çiğnenmesi, Allah Resûlü'nün uyardığı üzere ahlâkî değerlerin ve adaletin sonunu hazırlayarak, önceki ümmetlerde olduğu gibi, toplumları helâke sürüklemektedir.
Eşitlik ilkesinin hukuk ve yargı alanlarındaki yansımaları toplumsal huzur ve adaletin sağlanması için çok önemlidir. Ancak eşitlik, sadece belirli konularda değil, hayatın her alanında riayet edilmesi gereken önemli değerlerden biridir. Zira insanların eşit haklara sahip olması gerektiği ilkesinin hem hukukî hem de ahlâkî yönü bulunmaktadır. Eşitlik duygusu, ahlâkî bir erdem olması yönüyle, öncelikle her ferdin vicdanında yer etmelidir. Buna göre kişi, insan olma niteliği bakımından diğer insanları kendisiyle aynı değerde görmeli ve haklar konusunda herkesin aynı derecede olduğunu düşünmelidir.
Yüce Yaratan şöyle buyurmaktadır:
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُوا
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.”2
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثِيرًا وَنِسَٓاءً
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinizden sakının.”3
İslâm, fark gözetmeksizin, bütün insanlığa hitap etmektedir. Bu durum, hem Yüce Allah'ın, hem de Mübarek Elçisi'nin “Ey insanlar!” şeklindeki hitaplarında açıkça görülmektedir. Bu çağrıda belirli bir insan topluluğuna değil, bu mesajları önemseyip kulak veren bütün insanlara seslenilmektedir. Buna göre, bütün insanlar Âdem ve Havva'dan gelmeleri dolayısıyla aralarında hiçbir fark gözetilmeksizin eşittir, eşit haklara sahiptir. Küçük bir aile ocağında aynı ana babadan doğan çocuklar arasında bir üstünlük düşünülemeyeceği gibi, dünya üzerinde de kıyamete kadar bütün insanlar denktir.
Nitekim,
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي اٰدَمَ
“Biz, gerçekten insanoğlunu onurlu/saygın kıldık.”4 yani ona büyük bir değer verdik derken de Cenâb-ı Allah, aralarında herhangi bir ayrıma gitmeden, mutlak olarak “insan”a atıfta bulunmakta, dünya üzerindeki bir canlı türü olarak onun diğer varlıklar karşısındaki konumundan bahsetmektedir. Dolayısıyla üstün ve değerli olan, bir cins olarak diğer canlılarla mukayese edilen insandır.
Farklı cinsiyete, kavme, milliyete mensup, farklı özelliklere sahip olan insanlar özleri itibariyle birdirler. Aynı atadan gelen insanların farklı kimliklerde yaratılmalarının tanışıp kaynaşmalarını sağlamak gibi çeşitli hikmetleri bulunmaktadır. İnsanların kendi iradeleri dışında sahip oldukları hiçbir özellik onları Allah katında diğerlerinden daha üstün kılamaz. Aynı asıldan gelen insanların sahip oldukları fiziksel özellikleri de bir üstünlük vesilesi olamaz. Zira Allah katında insanları değerli kılan tek ölçü vardır, o da takvadır.9 Her türlü üstünlük vesilesini yok sayarak bütün insanların eşitliğini ilân eden bu ilkeyi Allah Resûlü insanlığa şu şekilde bildirmiştir:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَلَا إِنَّ رَبَّكُمْ وَاحِدٌ وَإِنَّ أَبَاكُمْ وَاحِدٌ أَلَا لَا فَضْلَ لِعَرَبِيٍّ عَلَى أَعْجَمِيٍّ وَلَا لِعَجَمِيٍّ عَلَى عَرَبِيٍّ وَلَا لِأَحْمَرَ عَلَى أَسْوَدَ وَلَا أَسْوَدَ عَلَى أَحْمَرَ إِلَّا بِالتَّقْوَى
“Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap'a; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur...”5
Hz. Peygamber'in insanlara eşitlik çağrısı yaptığı bu dönemde üstünlük ölçüsü olarak soy, kabile, ırk, dil, renk, zenginlik, asalet gibi özellikler ön plandaydı. Zenginle fakirin, kadınla erkeğin, siyahla beyazın, hür ile kölenin, soylu ile kimsesizin, Arap'la Acem'in asla eşit olamayacağı bir düzendi bu. Allah Resûlü ise köle ile efendisinin eşit olduğunu bildirerek, her türlü eşitsizliğin yerine evrensel değerleri, herkesi kuşatan İslâm kardeşliğini getiriyordu. Ancak insanların asırlardır alışageldikleri bu ayrıcalıklı düzen, onların eski alışkanlıklarını terk ederek İslâm'ı kabullenmelerini zorlaştırıyordu. Kimi zaman İslâm'a girdikten sonra bile câhiliye anlayışının izlerini insanların üzerlerinde görmek mümkün olabiliyordu.
Nitekim Habeşli siyah bir köle olan Bilâl ile Ebû Zer arasında geçen tartışma üzerine11Ebû Zer, Bilâl'i zenci olan annesinden dolayı ayıplamış ve bu olay üzerine Allah Resûlü şu sözleri söylemişti:
يَا أَبَا ذَرٍّ أَعَيَّرْتَهُ بِأُمِّهِ إِنَّكَ امْرُؤٌ فِيكَ جَاهِلِيَّةٌ
“Ey Ebû Zer! Onu annesinden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde hâlâ câhiliye(den izler) bulunan bir kimsesin!”
Allah Resûlü, sözlerinin devamına şunları ekleyerek kişinin hizmetçisiyle arasında insan olma yönünden hiçbir farkın bulunmadığını bildiriyor, ashâbına sevgi, merhamet ve eşitliğe dayalı İslâm kardeşliğini tavsiye ediyordu:
إِخْوَانُكُمْ خَوَلُكُمْ ، جَعَلَهُمُ اللَّهُ تَحْتَ أَيْدِيكُمْ ، فَمَنْ كَانَ أَخُوهُ تَحْتَ يَدِهِ فَلْيُطْعِمْهُ مِمَّا يَأْكُلُ ، وَلْيُلْبِسْهُ مِمَّا يَلْبَسُ ، وَلاَ تُكَلِّفُوهُمْ مَا يَغْلِبُهُمْ ، فَإِنْ كَلَّفْتُمُوهُمْ فَأَعِينُوهُمْ
“Hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir. Öyle ki Allah onları sizin ellerinizin altına emanet etmiştir. Her kimin eli altında böyle bir kardeşi bulunursa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerinin yetmeyeceği zahmetli bir iş yüklemeyin. Şayet yüklerseniz, onlara yardım edin.” 6
Bununla birlikte Allah Resûlü, câhiliye dönemi hukukunun temelini teşkil eden ve toplumda yaygın olarak uygulamaları görülen hür-köle ayrımının yerine de tamamen insanların eşitliği prensibine dayalı olan ehliyet ve liyakate sahip olma şartını getirmiştir.
Nitekim azatlı bir köle olan Zeyd b. Hârise'nin oğlu olmasına rağmen Üsâme b. Zeyd'i ordu komutanlığına atamış, toplumun ileri gelenlerinin yerine bir kölenin oğlunun komutanlığa atanmasını yadırgayan insanların bu konudaki eleştirileri üzerine şu sözleri söyleyerek toplumsal eşitliğin önündeki her türlü engeli kaldırmak istemiştir:
إِنْ كُنْتُمْ تَطْعَنُونَ فِى إِمْرَتِهِ فَقَدْ كُنْتُمْ تَطْعَنُونَ ، فِى إِمْرَةِ أَبِيهِ مِنْ قَبْلُ ، وَايْمُ اللَّهِ إِنْ كَانَ لَخَلِيقًا لِلإِمَارَةِ ، وَإِنْ كَانَ لَمِنْ أَحَبِّ النَّاسِ إِلَىَّ ، وَإِنَّ هَذَا لَمِنْ أَحَبِّ النَّاسِ إِلَىَّ بَعْدَهُ
“Siz onun komutanlığını eleştiriyorsunuz, daha önce babasının komutanlığına da dil uzatmıştınız. Allah'a yemin olsun ki Zeyd komutanlığa gerçekten lâyık idi ve bana insanların en sevimlilerindendi. Kendisinden sonra bu oğlu da bana insanların en sevimlilerindendir.”7
Allah Resûlü, insanlar arasındaki ilişkilerde gözetilmesi gereken bir ilke olarak eşitlik prensibini hayatın çeşitli alanlarında uygulamıştır. Muhataplarına eşitlik, denge ve adalet zemininde hitap eden Sevgili Peygamberimiz, eşitlik duygusunun da pek çok değerin aşılandığı ailede kazanıldığına işaret ederek, çocuklar arasında da bu prensibin gözetilmesini istemiştir.
Bir defasında, oğlu Nu'mân'a malının bir kısmını hediye ettiğini söyleyen babası Beşîr b. Sa'd'a, diğer çocuklarına da bu şekilde hibede bulunup bulunmadığını soran Hz. Peygamber, “Hayır.” cevabını alınca,
أَلَيْسَ يَسُرُّكَ أَنْ يَكُونُوا لَكَ فِى الْبِرِّ سَوَاءً
“Çocuklarının sana iyilik etmeleri konusunda eşit davranmaları seni mutlu etmez mi?” diye sormuş, Beşîr'den, “Evet (mutlu eder.)” karşılığını alması üzerine de,
فَلاَ إِذًا
“O hâlde böyle yapma!” buyurmuştur.8
Resûl-i Ekrem,
فَاتَّقُوا اللَّهَ ، وَاعْدِلُوا بَيْنَ أَوْلاَدِكُمْ
“Allah'tan korkun, çocuklarınız arasında adaleti gözetin.”9 buyurarak evlâtlar arasında hiçbir konuda adaletsizlik yapılmaması gerektiğini, aile içinde adalete uygun davranmanın Allah'a karşı olan sorumluluk bilinci ile doğrudan alâkalı olduğunu belirtmiştir.
Allah Resûlü'nün, “Eş'ar kabilesine mensup olanlar bendendir, ben de onlardanım.” diyerek Eş'arîlere duyduğu sevgiyi dile getirmesinin sebebi de aralarında eşitlik prensibini gözetmiş olmalarıdır. Zira onlar yiyecekleri azaldığında bir araya gelerek ellerindeki yiyeceği bir tek bez içinde toplarlar, sonra da bunu aralarında eşit olarak paylaşırlardı.10
Ahlâkî boyutu ile hayatımızda önemli yere sahip olan eşitlik ilkesinin hukuk alanındaki yansımaları ayrıca önem arz etmektedir. Zira eşitlik ve adalete en fazla ihtiyaç duyulan alan hukuk ve yargıdır. İnsanların hak ve adalet arayışında oldukları bu alanlarda herhangi bir kişi veya zümreye gücü, itibarı, malı, şöhreti veya çıkar hesabı sebebiyle uygulanan ayrıcalık, toplumsal barış ve huzuru derinden sarsacaktır.
Eşitsizlik sebebiyle gerçekleşen adaletsiz uygulamalar neticesinde, insanlar kişi ve kurumlara karşı güven problemi yaşayacaklar ve toplumda telâfisi mümkün olmayan tahribatlar meydana gelecektir. Bu durumun hassasiyetinin bilincinde olan Allah Resûlü, karşılaştığı davalarda buna göre hüküm vermiştir.
Bir gün, her ikisi de Yahudi olan Benî Nadîr ve Benî Kurayza kabileleri, aralarındaki bir diyet davasını hâlledemeyip Resûlullah'a müracaat ederler. Benî Nadîr, kendini dindaşları olan diğer kabileden üstün görmekte, bu sebeple maktullerini de daha şerefli sayıp tam diyet istemektedir. Onlara göre Kurayzaoğulları daha az şerefli olduğu için maktullerine de yarım diyet ödenmelidir. Sonunda Allah Resûlü'nü hakem tayin ederler. Bunun üzerine onlar hakkında Mâide sûresinin şu âyeti nâzil olur:
وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ
“Eğer aralarında hükmedersen, adaletle hükmet. Zira Allah âdil davrananları sever.”11
Bunun üzerine Hz. Peygamber bu iki kabile arasında eşitliğe dayanarak hüküm vermiş, diyetlerini eşit kılmıştır.19 Ayrıca Müslümanların da kısas ve diyet hususunda kanlarının eşit olduğunu bildirmiştir.20 Zira hâkime düşen, hissiyatı ve ön kanaatleri ne olursa olsun taraflara eşit muamelede bulunmak, onları aynı dikkatle dinlemek, delilleri değerlendirip adaletle karar vermektir. Bu nedenle Allah Resûlü, yargının temelini teşkil eden eşitlik prensibine ısrarla dikkat çekmiştir:
أَقِيمُوا حُدُودَ اللَّهِ فِى الْقَرِيبِ وَالْبَعِيدِ وَلاَ تَأْخُذْكُمْ فِى اللَّهِ لَوْمَةُ لاَئِمٍ
“Allah'ın belirlediği müeyyideleri size yakın olsun uzak olsun herkese olduğu gibi uygulayın. Sakın hiçbir kınayanın kınaması sizi bundan alıkoymasın.”12
Yemen'e kadı olarak gönderdiği Hz. Ali'ye, yargılama usulü olarak taraflara eşit muameleyi şöyle tavsiye etmiştir:
إِذَا تَقَاضَى إِلَيْكَ رَجُلاَنِ فَلاَ تَقْضِ لِلأَوَّلِ حَتَّى تَسْمَعَ كَلاَمَ الآخَرِ فَسَوْفَ تَدْرِى كَيْفَ تَقْضِى
“İki kişi, aralarında hüküm vermen için sana geldiklerinde birini dinler dinlemez hüküm verme. İkincisini de dinle. Böylece nasıl hüküm vereceğini daha iyi anlarsın.”13
İslâm dini, câhiliye zihniyetini ve onun sahip olduğu çarpık değerler sistemini tamamen ortadan kaldırarak yerine hak, hukuk ve adalete dayalı yeni bir anlayış inşa etmiştir. Bu ilâhî sistemin getirmiş olduğu eşitlik anlayışına göre, eskiden asla eşit olamayacak hür ile köle eşit konuma geldiği gibi, imanı sayesinde bir kölenin hür bir müşrikten daha değerli olduğu şeklindeki yeni bir üstünlük anlayışı da getirilmiş oldu.23
Bu durumu Allah Resûlü şu şekilde dile getiriyordu:
قَدْ أَذْهَبَ اللَّهُ عَنْكُمْ عُبِّيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ وَفَخْرَهَا بِالآبَاءِ مُؤْمِنٌ تَقِىٌّ وَفَاجِرٌ شَقِىٌّ وَالنَّاسُ بَنُو آدَمَ وَآدَمُ مِنْ تُرَابٍ
“Allah, sizdeki câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini ortadan kaldırmıştır. 'Takva sahibi mümin' ve 'bedbaht günahkâr' ayrımı vardır. İnsanlar Âdem'in çocuklarıdır. Âdem ise topraktan yaratılmıştır.”14
Böylece kul olma yönüyle aynı asıldan gelen ve eşit haklara sahip olan insanlar, Allah'a karşı olan tutum ve davranışlarıyla birbirlerinden ayrılmakta ve üstün olabilmektedirler. Cinsiyet ayrımının da önemsiz olduğu bu anlayışa göre Allah Teâlâ, erkek veya kadın olsun iyi bir mümin olan her kula güzel bir hayat ve fazlasıyla mükâfat sözü vermektedir.25 Zira Allah'ın kullarının bir kısmını diğerinden üstün görmesinin yegâne ölçüsü takvadır.26
İslâm'da eşitlik ilkesi, insanların sahip oldukları erdemleri, kuşandıkları değerleri, liyakat gibi vasıfları göz önünde bulundurmak suretiyle daha da anlamlı hâle gelir. Buna göre eşitlik, hak edene hakkını vermekle yani adalet kavramıyla birlikte değerlendirilir. Eşitlik ve adaletin aynı şey olmadıkları, kimi zaman eşitliklerin adaletsizliği doğurabildiği bilinmektedir. İnsanlar konumlarına bakılmaksızın hukukî şahsiyet olarak kabul edilmeleri yönüyle eşittir. Ancak adalet, hakların, herkesin yeteneğine, emeğine, toplumda oynadığı role göre dağıtılması olarak tanımlandığında, her eşitliğin adaleti sağlayamadığı görülmektedir. Kur'an'da bu hususa işaret eden pek çok âyet bulunmaktadır:
اَفَمَنْ كَانَ مُؤْمِنًا كَمَنْ كَانَ فَاسِقًا لَا يَسْتَوُنَ
Mümin ile fâsık eşit değildir.15
اَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ سَاجِدًا وَقَٓائِمًا يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
Geceleyin bütün insanlar uyurken ibadet eden, âhirette vereceği hesabı düşünerek boyun büküp Rabbinin rahmetini dileyen kimse ile bunu inkâr eden kişi eşit değildir.16
اَفَمَنْ يَتَّقِي بِوَجْهِهِ سُٓوءَ الْعَذَابِ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَقِيلَ لِلظَّالِمِينَ ذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ
Kıyamet gününde yüzünü azabın şiddetinden korumaya çalışan kimse (kendini bundan yana güvende hisseden kimse ile) eşit değildir.17
اَفَمَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَ اللّٰهِ كَمَنْ بَٓاءَ بِسَخَطٍ مِنَ اللّٰهِ
Allah'ın hoşnutluğunu gözetenle Allah'ın hışmına uğrayan eşit değildir.18
وَمَا يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَصِيرُ ﴿١٩﴾ وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُ ﴿٢٠﴾ وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُ ﴿٢١﴾ وَمَا يَسْتَوِي الْاَحْيَٓاءُ وَلَا الْاَمْوَاتُ اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِــعُ مَنْ يَشَٓاءُ وَمَٓا اَنْتَ بِمُسْمِــعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ ﴿٢٢﴾
Görmeyenle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediğine elbette işittirir; ama sen kabirlerdekilere de işittirecek değilsin!19
لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ غَيْرُ اُو۬لِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ وَكُلاًّ وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ وَفَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ اَجْراً عَظ۪يـماًۙ ﴿٩٥﴾
Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturup kalanlar, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmekte olanlara eşit olamazlar. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah bütün müminlere o güzel geleceği vaad etmiştir, ama mücahidleri -çok büyük bir karşılıkla- oturanlardan üstün kılmıştır.20
لَا يَسْتَوِي مِنْكُمْ مَنْ اَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ اُو۬لٰٓئِكَ اَعْظَمُ دَرَجَةً مِنَ الَّذِينَ اَنْفَقُوا مِنْ بَعْدُ وَقَاتَلُوا وَكُلاًّ وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰى وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
İçinizden fetihten önce harcayan ve savaşanlar ötekilerle bir değildir. Onların derecesi, daha sonra harcayan ve savaşanlardan üstündür. Bununla birlikte Allah her birine en güzel olanı vaad etmiştir. Allah yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.21
Rahmet Peygamberi, insanlığın zulmün karanlığında yaşadığı, insanı insan yapan bütün değerlerin yitirilmeye yüz tuttuğu, ahlâkî değerlerin yerini yapay üstünlük vesilelerine bıraktığı bir topluma hitap ediyordu. Onun insanlığa sunmuş olduğu evrensel ilkeler zulüm ve haksızlığın yerini eşitlik ve adaletin almasında bir dönüm noktası olmuştu.
İlâhî vahiy ile yaratılanlar içerisinde en değerli yere sahip olan insana, insan olmasından kaynaklanan tabiî hakları iade edildi. İslâm'ın hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün insanlara sunduğu bu haklar ile o gün geçerliliği olan bütün ayrımcılık ve imtiyaz sebepleri bertaraf edilmiş oldu. Tıpkı o güne olduğu gibi bugüne de hitap eden ve geçerliliğini kıyamete kadar koruyacak,
اَلنَّاسُ كَأَسْنَانِ الْمُشْطِ
“Bütün insanların tarağın dişleri gibi” birbirlerine eşit oldukları gerçeği ilân edildi.22
1 Nesâî, Kat’u’s-sârık, 6.
2 Hucurât, 49/13.
3 Nisâ, 4/1.
4 İsrâ, 17/70.
5 İbn Hanbel V, 411.
6 Buhârî, Îmân, 22
7 Buhârî, Eymân ve nüzûr, 2.
8 İbn Mâce, Hibe, 1.
9 Buhârî, Hibe, 13.
10 Buhârî, Şirket, 1.
11 Mâide, 5/42.
12 İbn Mâce, Hudûd, 3.
13 Tirmizî, Ahkâm, 5.
14 Tirmizî, Menâkıb, 74.
15 Secde, 32/18.
16 Zümer, 39/9.
17 Zümer, 39/24.
18 Âl-i İmrân, 3/162.
19 Fâtır, 35/19-22.
20 Nisâ, 4/95.
21 Hadîd, 57/10.
22 Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, 1/145.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam