Mekke'nin fethedildiği gün Cüheyne kabilesinin sancağını taşıyan Zeyd b. Hâlid'in1 anlattığına göre, bir adam Sevgili Peygamberimize gelir ve ona altın veya gümüş para bulduğunda ne yapması gerektiğini sorar. Allah Resûlü,
اِعْرِفْ عِفَاصَهَا وَوِكَاءَهَا ، ثُمَّ عَرِّفْهَا سَنَةً ، فَإِنْ جَاءَ صَاحِبُهَا وَإِلاَّ فَشَأْنَكَ بِهَا
“Keseyi ve bağını kapalı tut. Sonra onu bir sene ilân et. Şayet sahibini bulamazsan onu harcayabilirsin. Ancak günün birinde sahibi çıkacak olursa ona ödersin.” cevabını verir. Bunun üzerine adam, “Ey Allah'ın Elçisi! Peki, kayıp bir koyun bulduğumuzda ne yapalım?” diye sorunca Sevgili Peygamberimiz,
هِىَ لَكَ أَوْ لأَخِيكَ أَوْ لِلذِّئْبِ
“Onu al (ve ona sahip çık! Sahibini bulamazsan) o ya senin, ya din kardeşinin yahut kurdundur.” buyurur. Adam, “Ey Allah'ın Resûlü! Kaybolmuş develer hakkında ne dersin?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz kızdığını belli ederek,
مَالَكَ وَلَهَا مَعَهَا سِقَاؤُهَا وَحِذَاؤُهَا ، تَرِدُ الْمَاءَ وَتَأْكُلُ الشَّجَرَ ، حَتَّى يَلْقَاهَا رَبُّهَا
“Onlardan sana ne! Onların sağlam tabanları ve (bedenlerinde depolanmış) suyu vardır. Sahipleri onları buluncaya kadar kendi başlarına sularını içerler, otlayarak karınlarını doyurabilirler.” buyurur.1
Sevgili Peygamberimiz, dinimizde korunması gerekli beş temel değerden biri olan mal emniyetini sağlamak için, özellikle o dönemde ve coğrafyada çok sıkı koruma altında olmayan mal ve eşyanın, buluntu adıyla başkalarının eline kolayca geçmesini önlemek amacıyla gerekli tedbirleri almıştır. Yağma geleneğine sahip bir toplumdan başkasının hakkını üzerine geçirmemek için titizlik gösteren bir ümmet oluşturan Allah Resûlü, bu konuda duyarlılık gösteren ashâbının soruları karşısında yapılması gerekenleri etraflıca anlatmış, buradan hareket eden İslâm âlimleri de fıkıh kitaplarında “lukata” yani “kayıp eşya hukuku” diyebileceğimiz müstakil bölümler oluşturmuşlardır. Yapılan bu uyarı ve açıklamalara rağmen yanlışta ısrar edip din kardeşinin yitik malına göz dikenler kendilerine zarar vermiş olacaklardır. Allah Resûlü'nün şu sözü bu konuda çarpıcı bir uyarı içermektedir:
ضَالَّةُ الْمُسْلِمِ حَرَقُ النَّارِ
“Bir Müslüman'ın yitirdiği buluntu mal, (bulanın elinde) bir ateş korudur.”2
Hz. Peygamber, bulunan malın ilân edilmesini, sahibinin araştırılmasını ve korunmaya alınmasını istemekle,4 o malın, bulan yanında bir emanet gibi muhafaza edilerek zayi edilmemesi ve sahibine en kısa zamanda ulaştırılması amacını gütmüştür. Bu yüzden, “Yâ Resûlallah! Kaybolmuş bir koyun buldum ne yapayım?” diyen sahâbîye,
فَاجْمَعْهَا حَتَّى يَأْتِيَهَا بَاغِيهَا
“Onu al, sahibi gelinceye kadar yanında muhafaza et!”3 buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz bulunan bir eşyanın bir sene ilân edilmesini, şayet sahibi gelmezse ondan istifade edilebileceğini, yine de bu eşyanın bir emanet olduğunu, dolayısıyla sahibinin gelmesi durumunda iade edilmesi gerektiğini belirtmiştir.6
Burada, yitik malı bulan kişinin hassas davranması gereken husus, malın, sahibi olduğunu iddia eden kişiye gerçekten ait olup olmadığını tespit etmektir. Bunun için de bulduğu şeyin özelliklerini iyi tespit edip bunları malın sahibi olduğunu iddia eden kimselere sorması gerekir. Bu uygulama, hem buluntunun kendi malına karışmasını önleyen hem de yitik mal sahibinin hakkını koruyan bir tedbirdir. Çünkü hakkı olmadığı şeyi sahiplenmede bir sakınca görmeyen, haram kazançtan sakınma duyarlılığı olmayan kötü niyetli insanların bu durumu istismar etmeleri mümkündür. Bunun neticesinde malı kaybedenin de, bulan kişinin de zarara uğraması muhtemeldir.
Bundan dolayı Resûl-i Ekrem buluntu malın güvence altına alınmasını istediği gibi, onun herkese verilmesini de uygun bulmamıştır. İçinde yüz dinar olan bir keseyi bulan Übey b. Kâ'b, Peygamberimize başvurmuş, o da bir yıl ilân etmesini söylemişti. Übey bir yıl ilân etmiş, ancak sahibi çıkmamıştı. Hz. Peygamber'e tekrar gelmiş, o (sav), bir yıl daha ilân etmesini söylemişti. Üçüncü kez gelince ona şöyle demişti:
“Bulduğun paranın kesesini, sayısını ve kesenin ağız bağını iyi koru. Sahibi gelir (de bunları doğru haber verir) ise keseyi ona ver, gelmezse ondan yararlan!”4
Konuyla ilgili hadislerin bir kısmında ise ilânın bir yıl yapılması gerektiği, bir yılın sonunda sahibi bulunmayan malın kullanılabileceği, fakat üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin asıl sahibi geldiğinde, buluntunun veya bedelinin kendisine verilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Peygamberimiz,
مَنْ وَجَدَ لُقَطَةً فَلْيُشْهِدْ ذَا عَدْلٍ - أَوْ ذَوَىْ عَدْلٍ - وَلاَ يَكْتُمْ وَلاَ يُغَيِّبْ فَإِنْ وَجَدَ صَاحِبَهَا فَلْيَرُدَّهَا عَلَيْهِ وَإِلاَّ فَهُوَ مَالُ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ
“Kim yitik bir mal bulursa derhâl (onu emanetine aldığına dair) güvenilir bir veya iki kişiyi şahit tutsun. Bulduğunu gizleyip saklamasın. Sahibini bulursa derhâl ona teslim etsin. Sahibini bulamazsa bu, Allah'ın dilediği kimseye verdiği bir maldır.”5 buyurmaktadır.
Başka bir hadiste ise bir yılın sonunda sahibi bulunamadığı için satılan bir malın, sahibi geldiğinde mümkünse iade edilmesini, değilse bedelinin sahibine verilmesini istemekte ve şöyle buyurmaktadır:
مَنْ وَجَدَ عَيْنَ مَالِهِ عِنْدَ رَجُلٍ فَهُوَ أَحَقُّ بِهِ وَيَتَّبِعُ الْبَيِّعُ مَنْ بَاعَهُ
“Bir kimse, malını birisinin yanında bulursa onu almaya (herkesten daha fazla) hakkı vardır. Malı satın alan da (parasını) satıcıdan alır.”6
Peygamber Efendimiz bu uygulamayı kendi aile efradına da tavsiye etmiştir. Ebû Saîd el-Hudrî'nin anlattığına göre Hz. Ali yolda yürürken bir dinar görür ve onu eşi Hz. Fâtıma'ya verir. Hz. Fâtıma da bunu harcamanın haram olup olmadığını öğrenmek için babasına sorar. Allah Resûlü, onun Allah'ın bir rızkı olduğunu söyler. Bunun üzerine Hz. Fâtıma bu parayla satın aldığı bazı şeylerle yemek pişirir. Peygamberimiz de onlarla beraber bu yemekten yer. Daha sonra kaybolan parasını soruşturan bir kadın gelir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ey Ali! Kadına dinarı geri ver!” buyurur. Bunun üzerine Hz. Ali hiç vakit kaybetmeden kadına parasını geri öder.7
Sehl b. Sa'd'ın aktardığı bir başka rivayete göre ise Hz. Ali yerde bir altın para bulmuştu. Evde çocukları açlıktan ağlaşmaktaydı. Hemen gidip onunla biraz un, biraz da et satın aldı. O altını da kasaba rehin olarak bıraktı. Hz. Fâtıma unla hamur açtı, ateşe tencereyi koydu, et ve ekmeği pişirdi. Peygamber Efendimizi de davet ettiler. Hz. Fâtıma olanları babasına anlattı. Ona bunu helâl görüp görmediğini sordular. Efendimiz de, “Allah'ın adıyla yiyin.” buyurdu.
Beraberce oturup yemek yerken, evin önünde, “Allah aşkına, İslâm aşkına!” diyerek iki gözü iki çeşme, kaybettiği altınını arayan bir delikanlı belirdi. Allah Resûlü, bu delikanlıyı çağırdı. Efendimiz onun çarşıda parasını düşürdüğünü öğrenir öğrenmez Hz. Ali'yi kasaba gönderdi ve rehin tuttuğu altın parayı geri göndermesini, etin parasını kendisinin ödeyeceğini söyledi. Bunun üzerine kasap altın parayı gönderdi, Allah Resûlü de delikanlıya altınını verdi.11
Ancak Hz. Peygamber, muhafaza etme arzusu dışında buluntu malın alınmasını uygun görmemiş, onun sorumluluğunun ağır olduğunu bildirmiştir. Sahâbeden Münzir b. Cerîr şahit olduğu bir olayı şöyle anlatır:
“Bir gün babamla birlikteydim. Babamın sığırlarını güden çoban, sürüyü yanımıza getirdi. İçlerinde bize ait olmayan bir sığır vardı. Babam çobana, 'Bu kimin?' diye sordu. Çoban, 'Sürüye karışmış, kimin olduğunu bilmiyorum.' dedi. Bunun üzerine babam Cerîr, 'Onu derhâl sürüden çıkar! Çünkü ben Resûlullah'ı (sav),
لاَ يَأْوِى الضَّالَّةَ إِلاَّ ضَالٌّ
'Kayıp bir hayvanı, ancak kendi de kaybolan (istikametini yitirmiş) kimse sürüsüne katar.' buyururken işittim.' dedi.”8
Bununla beraber Peygamber Efendimiz, koruma altına alınmadığı takdirde telef olmayacak veya fazla bir zarar görmeyecek malların alınmamasını istemiştir. Meselâ, yitik develerin hükmünü soran bir sahâbîye, develerin kendi başlarına yaşamlarını sürdürebileceklerini belirterek onların kendi hâllerine bırakılması istikametinde cevap vermiştir.13
Halifeliği döneminde Hz. Ömer'in uygulaması da bu şekilde olmuştur. Özellikle onun döneminde kayıp develer serbestçe dolaşır, kimse de onlara karışmazdı. Ancak Hz. Osman (ra) döneminde sayıları oldukça artıp istismarlar çoğalınca, Hz. Osman bu develerin önce ilân edilmelerini, sonra da satılmalarını, sahibi gelirse parasının ona verilmesini emretmişti.14
Hz. Osman'dan sonra, durum biraz daha değişti. Hz. Ali yitik develerin, sahipleri adına korunmak üzere tutulmalarında Hz. Osman'ın fikrini kabul etmekle beraber, bunların satılarak paralarının verilmesinin, sahiplerini zarara sokabileceği görüşündeydi. Çünkü devenin bedeli bizzat devenin yerini tutamaz ve sağladığı faydayı sağlayamazdı. İşte bu yüzden Hz. Ali develerin toplanılarak Beytülmâl tarafından bakılmalarına ve sahipleri çıkınca da teslim edilmelerine karar verdi.15
Peygamber Efendimizin asıl maksadını göz önünde bulundurdukları için Hz. Osman ve Hz. Ali'nin bu yaptıkları, onun (sav) hükmüne aykırı değildi. Zira insanların ahlâkı bozulmuş, hak-hukuk anlayışı zayıflamış ve birtakım kimseler harama el uzatır olmuşlardı. Böyle bir yerde yitik deve ve sığırları kendi hâllerine terk etmek, onları zayi etmek ve sahiplerine bir daha dönmemelerine sebep olmak demekti. Bu ise Hz. Peygamber'in kastetmediği bir durumdu.
Bu uygulamadan anlaşılmaktadır ki Hz. Peygamber'in sünnetini ve İslâm'ın temel ilkelerini çok iyi kavramış bulunan yakın arkadaşları, şartların değişmesiyle gerekli tedbirleri almaktan çekinmemişler ve yeri geldiğinde burada olduğu gibi bir önceki uygulamadan farklı bir tatbikata geçebilmişlerdir.
Rahmet Peygamberi buluntu mal ile ilgili ortaya çıkabilecek ihtilâfları önlemek için şahit tutulmasını da tavsiye etmiştir. Mal sahibini mağdur etmemek ve yitik malı bulan kimseyle aralarında doğabilecek tartışmaların önüne geçme adına başka insanların tanık tutulması güzel bir çözüm yoluydu. Hz. Peygamber, “Kim yitik bir mal bulursa, (onu emanetine aldığına dair) güvenilir bir veya iki kişiyi şahit tutsun. Bulduğunu gizleyip saklamasın. Sahibini bulursa derhâl ona teslim etsin. Sahibini bulamazsa bu, Allah'ın dilediği kimseye verdiği bir maldır.”9 buyurarak, buluntu konusunda şahit tutularak sorumluluğun paylaşılmasını istemiştir.
Şayet buluntu, yukarıda zikredilen tedbirleri almayı gerektirecek kadar değerli bir şey değilse ve iade edilmediği takdirde mal sahibinin fazla bir kaybı olmayacağı veya bunu önemsemeyeceği tahmin ediliyorsa, mal sahibinin hakkı mahfuz olmakla beraber uzun süre beklemeye gerek kalmadan kullanılabileceği belirtilmiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz değnek, kamçı, ip gibi çok değerli olmayan buluntu eşyaların kullanılmasına izin vermiştir.17
Eğer buluntu, bozulabilecek veya telef olabilecek yiyecek cinsinden bir şey ise Allah Resûlü bunların yenilmesinde de bir sakınca görmemiştir. Nitekim bir gün bulduğu bir hurma tanesi için, “Zekât malı olma ihtimali olmasaydı yerdim.” buyurmuştur.18
Hz. Peygamber'in bu konudaki tatbikatını iyi kavrayan seçkin ashâbı da onun yöntemini takip etmişlerdir. Örneğin Hz. Ömer, buluntu malın muhafaza süresini, malın değerine ve sahibini araştırma imkânına göre belirliyor, bazı durumlarda bu süreyi üç gün, bazen de bir yıl olarak tespit ediyordu.19
Hz. Peygamber'in buluntu mal konusundaki uyarıları20 Müslümanların bu tür malları sahiplenmeye heves etmemeleri amacına yöneliktir. Nitekim o, kalabalığın yoğun olduğu hac döneminde buluntu malların, sahipleri tarafından bulunabilmeleri için alınmamalarını tavsiye etmiş,21 Mekke'de bulunan yitiklerin de ancak insanlara duyurmak şartıyla alınabileceğini bildirmiştir.22
Böylece Müslümanlara, kayıp malları yanlarında bulundurmanın, sorumluluk gerektiren bir yük olduğu bilincini aşılamış, bu malları en kısa zamanda sahiplerine ulaştırmalarını, sahipleri bulunamazsa muhtaç olanlara ya da bunların toplandığı merkezlere teslim etmelerini öğretmiştir.
Hz. Ömer ve Süfyân b. Abdullah arasında geçen şu diyalog, sahâbenin bu anlayışı hayata geçirdiğinin bir göstergesidir. Süfyân b. Abdullah, bir heybe bulmuş ve Hz. Ömer'e getirmişti. Hz. Ömer, “Bunu bir yıl duyur, sahibini bulursan ona verirsin, aksi hâlde bu senin olur!” dedi. Süfyân heybeyi bir yıl duyurmuş ama sahibini bulamamıştı. Ertesi yıl hac mevsiminde Hz. Ömer'e rastlayınca yanında taşıdığı bu heybeden söz etti. Hz. Ömer de, “Artık o senindir. Çünkü Resûlullah (sav) bize böyle emretti.” dedi. Süfyân, “Benim buna ihtiyacım yok.” karşılığını verince, Hz. Ömer onu alıp Beytülmâl'e koydu.23
Bulunan bir malı sahibine teslim etmenin ve bunun için çaba göstermenin takdir edilmesi gereken bir erdem olduğunda şüphe yoktur. İnsanî değerlerin erozyona uğradığı, haram kazançtan uzak kalmanın, başkalarının mallarını ve haklarını gözetmenin fazla önemsenmediği, üstelik hırsızlıkların, gaspların ve kapkaç olaylarının sıkça yaşandığı günümüz dünyasında böyle bir erdeme sahip olmanın daha da önemli hâle geldiği şüphesizdir.
Kendisi için istediğini, mümin kardeşi için de isteme24 inanç ve bilinci ile yaşaması beklenen Müslüman, kendi malını koruyup kolladığı kadar kardeşlerinin mallarını da koruyacaktır. Kendi yitiğini bulduğunda ne denli sevinirse, başkalarının yitiğini sahiplerine kazandırarak onları da sevindirecektir. Aslında İslâm'daki “kul hakkı”, “emek”, “alın teri”, “helâl kazanç” gibi kavramlar ve bunlara dayalı temel ilkeler, buluntu karşısındaki tavrın ne kadar İslâmî ve de insanî bir sorumluluk olduğunu ortaya koymaya yetmektedir.
Günümüzde çeşitli kurumlardaki “kayıp eşya büroları” yitiğin sahibine ulaştırılması vazifesini icra etmektedir. Ancak bu büroların işlevini sürdürebilmesi için, insanımızın kayıp konusunda bilinçli ve duyarlı olması gerekmektedir. Bu duyarlılık ise küçük yaştan itibaren hem ailenin, hem de okulun vereceği eğitim ve öğretime bağlıdır.
Netice itibariyle kayıp eşya ve mal konusunda duyarsız kimse, aslında kendisini, kişiliğini kaybetmiş demektir. Bu konuda nebevî öğretiye göre hareket edenler ise sahip oldukları ulvî değerleri hâlâ yitirmediklerini, benliklerini, kimliklerini koruduklarını göstermektedirler.
1 Buhârî, Müsâkât, 12
2 İbn Mâce, Lukata, 1.
3 Ebû Dâvûd, Lukata 1.
4 Buhârî, Lukata, 1.
5 Ebû Dâvûd, Lukata, 1.
6 Ebû Dâvûd, Büyû’, 78.
7 Ebû Dâvûd, Lukata, 1.
8 Ebû Dâvûd, Lukata 1
9 Ebû Dâvûd, Lukata, 1
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam