Hicretin üzerinden sekiz yıl geçmişti. Savaşa gerek kalmadan Mekke'yi fetheden oldukça kalabalık Müslüman ordusunun başında Hz. Muhammed vardı. O, bu şanlı zaferin büyüsüne kapılmamış; mübarek şehir Mekke'ye mağrur bir komutan edasıyla değil Allah'ın verdiği bu nimete şükretmenin bilinciyle başını önüne eğerek girmişti.1
Genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle Mekke halkı, Safâ tepesinde Resûlullah'a bağlılıklarını bildiriyor ve insanlar bölük bölük Allah'ın dinine giriyorlardı.2 Biat etmek üzere yanına gelenlerden biri onunla konuşmaya başlamıştı. Fakat bu büyük insanla karşı karşıya gelmek ve onunla konuşmak kendisini o kadar heyecanlandırmıştı ki titremeye başladı. Bunu gören Hz. Peygamber,
هَوِّنْ عَلَيْكَ فَإِنِّى لَسْتُ بِمَلِكٍ إِنَّمَا أَنَا ابْنُ امْرَأَةٍ تَأْكُلُ الْقَدِيدَ
“Sakin ol! Ben bir kral değilim. (Güneşte) kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.”[1] diyerek onu rahatlattı.
Hayatının en görkemli sahnesinde dahi kibre kapılmayarak tevazudan ayrılmayan Allah Resûlü bu davranışıyla bir insanlık dersi vermiş, ashâbına da aynı tavrı sergilemeleri gerektiğini bildirmiştir. Onlara, “Allah birdir!” dedikleri için kendilerini akıl almaz işkencelere maruz bırakan ve âciz bir şekilde öz vatanlarını terk etmeye mecbur bırakan müşriklere galip geldikleri bu büyük günde büyüklenmemeleri gerektiğini şu sözleriyle hatırlatmıştır:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللَّهَ قَدْ أَذْهَبَ عَنْكُمْ عُبِّيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ وَتَعَاظُمَهَا بِآبَائِهَا… وَالنَّاسُ بَنُو آدَمَ وَخَلَقَ اللَّهُ آدَمَ مِنْ تُرَابٍ
“Ey İnsanlar! Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir... İnsanlar, Âdem'in çocuklarıdır ve Allah, Âdem'i topraktan yaratmıştır...”[2]
Kibir, kişinin başkalarını küçük görerek nefsini onlardan üstün saymasıdır. Kibir kavramı genellikle “fahr” yani övünme, “ucb” diye ifade edilen kendini beğenmişlik ve “ihtiyal” yani büyüklenme gibi kavramlarla birlikte ele alınır. Zira bunların hepsi birbirini körükleyen ahlâkî tutumlardır.
Kimi zaman soyluluk, güzellik, fiziksel güç gibi yaratılıştan gelen birtakım özellikleri; kimi zaman da Allah'ın kendisine sonradan bahşettiği zenginlik, makam, ilim ya da nüfuz gibi nimetler, kıskançlığa ve bencil tutkulara meyilli olarak yaratılan insanı5 kendini beğenmeye sevk eder.
Önceleri kendini beğenen kişi, zamanla sahip olduğu güzel özelliklerle övünmeye, başkalarından farklı olduğunu düşünerek büyüklenmeye başlar. Çevresindekileri küçük görerek kendisinin “en üstün” olduğu hissine kapılır ve böylece kibir hastalığına yakalanır.
Kibirli insan daima kendisinden yüksektekilere bakar, onları kıskanır, onlar gibi olmak, hatta onları geçmek için çabalar durur. Bu arzusuna ulaşamazsa hayattan zevk alamaz hâle gelir ve sürekli hâlinden şikâyet eder. Arzusunu gerçekleştirdiğinde de sonuç çok farklı değildir. Zira her yükselişinde daha üstün kimselerin olduğu düşüncesi elindekilerle yetinmekten, bunlarla mutlu olmaktan uzaklaştırır onu; doyumsuz hâle getirir. Halbuki insanlığa rehber olan Hz. Peygamber,
انْظُرُوا إِلَى مَنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَلاَ تَنْظُرُوا إِلَى مَنْ هُوَ فَوْقَكُمْ فَهُوَ أَجْدَرُ أَنْ لاَ تَزْدَرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ
“Sizden daha aşağı olanlara bakın! Sizden üstün olanlara bakmayın! Allah'ın nimetini küçümsememeniz için en uygun olanı budur.”[3] sözleriyle hâline şükreden kanaatkâr bir kul olmayı tavsiye etmektedir.
Kibirli insan kendini dev aynasında görür. Hâli vakti yerindeyse kendisi gibi olmayan birçok insanın karşılaştığı sıkıntılardan uzak olması, dilediğine dilediği zaman ulaşabilmesi, istediklerini başkalarına yaptırabilmesi gibi kolaylıklar onu kimseye muhtaç olmadığını düşünmeye sevk eder. Çevresindekilerin eleştirileri ve uyarıları onun için bir değer ifade etmez. Getirdikleri emirleri beğenmedikleri için büyüklük taslayarak peygamberlerini yalanlayan ve hatta öldürenler gibi “kalbi perdelidir” , gerçeği göremez.7
Kendisinin her şeyi iyi bildiğinden emin olan, zekâsına hayran bu kendini beğenmiş insan asla hata yapmayacağını, kendisine bir kötülük dokunmayacağını ve elindekilerin bir gün yok olmayacağını zanneder... Malına, makamına, nüfuzuna güvenerek bu nimetlerin geçici birer imtihan vesilesi olduğunu8 aklına bile getirmez. Kendisini var eden bu nimetlere sımsıkı sarılır, onları kimseyle paylaşmak istemez, cimrileşir ve bencilleşir. Dahası onları hak ettiğini ve hatta kendisinin elde ettiğini düşünerek9 kullara teşekkürü ve Rabbine şükrü unutur.
Kur'ân-ı Kerîm böbürlenip duran bu şımarık insanların tavrını şöyle dile getirmektedir:
وَلَئِنْ أَذَقْنَا الإِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ إِنَّهُ لَيَئُوسٌ كَفُورٌ
“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak şüphesiz o ümitsiz ve nankör oluverir.
وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ نَعْمَاءَ بَعْدَ ضَرَّاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ عَنِّي إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ
Ama kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırırsak, 'Kötülükler benden gitti.' der...”10 Bu sevimsiz hâliyle dostlarını da kaybeden kişi, kendisinden yararlanmaya çalışan dalkavukları dostu sanır. Böylece gerçekleri örterek kişinin kendi kurduğu hayal dünyasında yaşamasına neden olduğu için Allah Resûlü kibri şöyle tanımlamıştır:
الْكِبْرُ بَطَرُ الْحَقِّ وَغَمْطُ النَّاسِ
“Kibir, hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.”[4]
İnsana daima kötülüğü ve hayâsızlığı emrettiğinden,12 “apaçık bir düşman” olarak tanıtılan13 şeytanın Kur'ân-ı Kerîm'de bahsedilen en belirgin özelliği kibridir. Allah Teâlâ insanı yarattığı zaman meleklerine, ona saygı ile eğilmelerini emretmişti. Bu buyruğa İblis dışında herkes uymuştu. O ise Rabbine karşı gelmiş, Âdem karşısında eğilmekten yüz çevirmiş ve büyüklenmişti.14
Yüce Allah kendisine,
قَالَ مَا مَنَعَكَ اَلَّا تَسْجُدَ اِذْ اَمَرْتُكَ
“Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” diye sorduğunda şöyle cevap vermişti:
قَالَ اَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَني مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طينٍ
“Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın.”[5]
Böylece kibir ve gurur, şeytanın Hakk'ın huzurundan kovularak lanetlenmesine neden olmuştu.16
Şeytanı “şeytan” yapan kibir, tarih boyunca pek çok insanın yoldan çıkmasına sebebiyet vererek Hakk'ı yalanlayanların ve isyancıların ortak özelliği olmuştur. Nitekim kendisine anahtarlarını güçlü bir topluluğun zorlukla taşıyabildiği, eşi benzeri görülmemiş bir servet bahşedilen Kârûn,17
قَالَ اِنَّمَا اُوتيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ عِنْدي
“Bunlar bana bendeki bilgi (ve beceri)den dolayı verilmiştir.”[6] diyerek kibirlenmişti. Yere göğe sığmayan nefsi Hz. Musa'ya tâbi olmayı hazmedememiş ve sonunda isyanı seçmişti; tıpkı Firavun gibi. Firavun daha da ileri gitmiş ve
فَقَالَ اَنَا رَبُّكُمُ الْاَعْلٰى
“Ben sizin en yüce rabbinizim.”[7] diyerek ilâhlık iddiasında bulunmuştu.19
Peygamber Efendimize cephe alan müşriklerin de inkârının büyük sebebi kibirleriydi. Toplumun önde gelenleri, halk içinde söz sahibi olmayan, gelir düzeyi düşük, öksüz ve yetim birine gökten vahiy geldiğine inanmak istememiş,
وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هٰذَا الْقُرْاٰنُ عَلٰى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظيمٍ
“Bu Kur'an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!”[8] diyerek itiraz etmişlerdi.
Kendilerini üstün sayan bu kişiler Hz. Muhammed'e geldiklerinde onun yanında nüfuzu olmayan, zayıf, fakir sahâbîleri görünce onlarla oturmaya tenezzül etmemişler ve Allah Resûlü'ne, “Biz senin yanına geldiğimiz zaman onları (köleleri) yanından kaldır.” demişlerdi. Ayrıca üstünlüklerinin belli olması için kendisiyle konuşmaya geldiklerinde oturmak üzere Resûlullah'tan özel bir yer tahsis etmesini istemişlerdi.21
Kibir, kıskançlık, cimrilik, açgözlülük, nankörlük ve bencillik gibi Müslüman'a yaraşmayan pek çok kötü duyguyu hatta Hakk'a isyanı beraberinde getirir ki bu duyguların hâkim olduğu kalpte Müslümanlık alâmeti olan sevgi,22 merhamet23 ve güven24 gibi duyguların gelişmesi mümkün değildir.
Bunun için Hz. Peygamber, güzel giyinmekten hoşlandığını ancak bunun kibir anlamına geldiğinden endişe ettiğini söyleyen bir kişiye kalbinin ne hissettiğini sormuş, o kimse Hakk'ı bilen ve onunla mutmain olan bir kalbe sahip olduğunu söyleyince, böyle bir kalpte kibir olmayacağını belirtmiştir.25
Ayrıca kendini başkalarından büyük gören bu tür insanların çoğalması, İslâm Dini'nin öngördüğü bireylerin “birbirine kenetlenmiş tuğlalar gibi” kaynaştığı,26 dayanışmaya ve paylaşıma dayalı toplumu oluşturmaya engel olur. Bu nedenle İslâm Dini'nde kibirden kaçınmanın gerekliliği üzerinde önemle durulmuştur.
Resûlü'nün âmâ bir sahâbîye surat asmasına razı olmayan27 Yüce Yaratan insanı başkalarını küçümsemekten ve büyüklük taslamaktan nehyetmiştir.
وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.”[9] diyerek uyarıda bulunmuş ve
اَيَحْسَبُ اَنْ لَنْ يَقْدِرَ عَلَيْهِ اَحَدٌ
“O (insanoğlu), kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?”[10] sözleriyle aslında yalnızca âciz bir kul olan insana, bu konumunun farkında olarak hareket etmesi gerektiğini bildirmiştir.
Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişinin cennete giremeyeceğini haber veren30 Allah Resûlü,
مَنْ أَحَبَّ أَنْ يَمْثُلَ لَهُ الرِّجَالُ قِيَامًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ
“İnsanların kendisi için ayağa kalkmasından hoşlanan kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.”[11] buyurmuştur.
Böylece kibre giden yolları da yasaklamış; kaplan derisi üzerine oturmak,32 ipek ve atlastan kıyafetler giymek, altın ve gümüşten mutfak eşyaları kullanmak33 ve ziynetlerle gösteriş yapmak34 gibi kibir alâmeti olan davranışlardan da uzak durulmasını istemiştir.
Resûlullah kibrin kötülüğü ve ondan sakınmanın gerekliliği üzerinde o kadar çok durmuştur ki sahâbenin önde gelenleri dahi bu kötü hastalığa yakalanmaktan korkar hâle gelmiştir. Nitekim Hz. Peygamber bir gün ashâbını,
مَنْ جَرَّ ثَوْبَهُ خُيَلاَءَ لَمْ يَنْظُرِ اللَّهُ إِلَيْهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
“Kim elbisesini kibirlenerek yerlerde sürürse Allah kıyamet günü o kimseye (rahmet nazarıyla) bakmaz.” diyerek uyarmıştı. Bunu duyan Hz. Ebû Bekir telaşla, “Ey Allah'ın Resûlü! Eteğimin bir tarafını kaldırmazsam sarkıyor.” diye kendi hâlini açıklama gereği duymuş, Hz. Peygamber de onu şu sözlerle rahatlatmıştı:
إِنَّكَ لَسْتَ تَصْنَعُ ذَلِكَ خُيَلاَءَ
“Sen bunu kibirlenerek yapan kimselerden değilsin.”[12]
Diğer Müslümanlar da aynı hassasiyeti göstermişlerdir.36 Çünkü insanın her an her hareketinde kendisini başkalarından üstün görme tehlikesi vardır; ibadetlerinde bile.37
İslâm Dini bir yandan kişiyi kibirden olabildiğince uzaklaştırmayı hedeflerken bir yandan da onun ruhuna alçakgönüllülüğü yerleştirmeye çalışır.38 Zira,
وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا
“Rahmân'ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, 'selâm!' der (geçer)ler.”[13]
Mümin, ihtiyaç sahibi kimselerin varlığını hesaba katarak yaşar, israfa kaçma korkusu ve lüks yaşamanın kendisine anlamsız bir gurur vereceği endişesiyle mütevazı bir hayatı tercih eder. Bu niyetinden dolayı, imkânı olduğu hâlde yalnızca Allah'ın rızasını gözeterek kıymetli ve gösterişli elbiseler giymeyi terk eden kişinin, kıyamet gününde herkesin gözleri önünde iltifata tâbi tutulup cennet elbiselerinden dilediğini giymekle ödüllendirileceği ifade edilmiştir.40
Ayrıca mütevazılığın cennet ehlinin özelliklerinden olduğu bildirilmiş41 ve alçakgönüllü davranmanın aslında bir yücelme sebebi olduğu ifade edilmiştir:
وَمَا تَوَاضَعَ أَحَدٌ لِلَّهِ إِلاَّ رَفَعَهُ اللَّهُ
“...Allah için tevazu gösteren kişiyi Allah ancak yüceltir.”[14]
Mütevazı kişi Allah tarafından yaratıldığının, içinde bulunduğu nimetlerin O'na ait olduğunun bilinciyle O'nun rızasını kazanmaya çalışan kimsedir. Yüce Allah Kitabı'nda tevazu sahibi kimseleri müjdeleyerek onların şu özelliklerine dikkat çekmektedir:
…وَبَشِّرِ الْمُخْبِتينَ ﴿34﴾ اَلَّذينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِرينَ عَلٰى مَا اَصَابَهُمْ وَالْمُقيمِي الصَّلٰوةِ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
“... Alçakgönüllü kimseleri müjdele! Onlar, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, başlarına gelen (musibet)lere sabreden, namazı dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayan kimselerdir.”[15]
Böylece mütevazı kişi herkes gibi kendisinin de Allah'ın bir kulu olduğunu, O'nun katında üstünlüğün ancak takva ile olduğunu bilir.44 Amellerin niyetlere göre değer kazanacağına45 inandığından diğer insanların Allah nazarında kendisinden daha üstün olabileceğini düşünür. Bu nedenle diğer insanları küçümsemez; onlarla Allah'ın emrettiği şekilde kırgınlık, kıskançlık ve küskünlükten uzak, sevgi, saygı, dayanışma ve yardımlaşma içerisinde kardeşçe yaşar.46
İnsanlığa Kur'an ahlâkını yaşayarak gösteren Hz. Peygamber onlara tevazuu da yaşayarak öğretmiş, oldukça sade bir yaşam sürmüştür.47 “Âlemlere rahmet” olarak gönderilen48 bu Elçi, yaşamının hiçbir anında “beşer” olduğunu unutmamış ve Allah tarafından kendisine verilen yüce meziyetlerle kendini büyük görmemiştir.
Kendisini canından çok seven ashâbın ona aşırı övgülerde bulunmasını istememiş ve onları bu konuda uyarmıştır:
لاَ تُطْرُونِى كَمَا أَطْرَتِ النَّصَارَى ابْنَ مَرْيَمَ ، فَإِنَّمَا أَنَا عَبْدُهُ ، فَقُولُوا عَبْدُ اللَّهِ وَرَسُولُهُ
“Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa'yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırılık göstermeyin. Şüphesiz ki ben Allah'ın kuluyum. Onun için bana 'Allah'ın kulu ve resûlü' deyin.”[16]
Kendisi için ayağa kalkılmasını hoş görmemiş,50 toplumun en fakir kesimiyle birlikte oturup kalkmış, yemiş içmiş,51 çocukları dahi selâmından mahrum bırakmamıştır.52 Bu tutumuyla insanlara örneklik eden Allah Resûlü sık sık insanları kibirden sakındırıp alçakgönüllü olmaya çağırmıştır: “Allah bana, mütevazı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti.” 53
Geçmiş ümmetlerden kıssalarla insanlara kibrin âfetini göstermeye çalışmış54 ve
بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ
“...Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter...” demiştir.[17]
Tevazu sahibi olmak Müslümanlığın gereklerindendir. Ancak her şeyde olduğu gibi tevazuda da aşırıya kaçmamak önemlidir. Zira mümin hem kendisinin hem de Müslüman kardeşinin saygınlığını ve şerefini korumakla memurdur.56
Müminler kendilerini hakir görenlere karşı kararlı ve asil duruşlarını korumalı, şereflerinin ayaklar altına alınmasına müsaade etmemelidir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiği gibi:
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ
“Muhammed, Allah'ın Resûlü'dür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin (kararlı ve tavizsiz), birbirlerine karşı da merhametlidirler.”[18]
Hz. Peygamber'in, sıtma hastalığından dolayı zayıf düşen ashâbına, Mekke'ye geldiklerinde onları âciz görerek onlarla alay etmek isteyen müşriklerin önünden geçerken remel yaparak yani çalımlı bir şekilde yürüyerek tavaf etmelerini emretmesi de bu amaca mâtuftur.58
İslâm'a göre kibir, insana yaraşmaz ve azamet sadece Allah'a yakışan bir sıfattır. O'nun dışındaki her büyüklük geçici ve izafî olup gerçek büyüklük O'na mahsustur; O en yüce olandır. Müslümanlar da her gün ezanlarında, namazlarında ve zikirlerinde, “Allâhü ekber” diyerek O'nu tesbih etmekte ve Rablerinin yüceliğini dillendirmektedirler.
[1] İbn Mâce, Et’ıme, 30
[2] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 49.
[3] Müslim, Zühd, 9.
[4] Müslim, Îmân, 147.
[5] A’râf, 7/12.
[6] Kasas, 28/78.
[7] Nâziât, 79/24.
[8] Zuhruf, 43/31.
[9] İsrâ, 17/37.
[10] Beled, 90/5.
[11] Ebû Dâvûd, Edeb, 151-152.
[12] Buhârî, Fedâilü ashâbi’n-nebî, 5.
[13] Furkân, 25/63.
[14] Müslim, Birr, 69.
[15] Hac, 22/34-35.
[16] Buhârî, Enbiyâ, 48.
[17] Müslim, Birr, 32.
[18] Fetih, 48/29.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam