Bir gün Allah Resûlü ashâbı ile birlikte Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Cuhfe yakınlarında Harrar denilen yere geldiklerinde bir dereye rastladılar. Medineli sahâbî Sehl b. Huneyf, burada yıkanmak istedi.
Sehl, beyaz tenli, yakışıklı bir insandı. O sırada Medine'ye ilk hicret eden sahâbîlerden olan Âmir b. Rebîa, Sehl'i gördü ve birden ağzından onu öven sözler dökülüverdi. Hemen ardından Sehl olduğu yere yıkıldı. Görenler durumu alelacele Hz. Peygamber'e bildirdiler. Sehl, ne başını kaldırabiliyor ne de ayağa kalkabiliyordu. Kendisine muhtemelen Âmir'in nazarı değmişti.
Resûlullah (sav), onlara kimden şüphelendiklerini sordu. Onlar da, “Âmir b. Rebîa ona baktı.” dediler. Resûl-i Ekrem (sav), Âmir'i derhâl yanına çağırtarak öfkeli bir şekilde,
عَلاَمَ يَقْتُلُ أَحَدُكُمْ أَخَاهُ إِذَا رَأَى أَحَدُكُمْ مِنْ أَخِيهِ مَا يُعْجِبُهُ فَلْيَدْعُ لَهُ بِالْبَرَكَةِ
“Neden biriniz kardeşini öldürüyor? Biriniz kardeşinde beğendiği, hayran kaldığı bir şey gördüğü zaman ona mübarek olması için dua etsin.”[1]
Arapça asıllı bir kelime olan “nazar”, “bakış ve görüş” anlamına gelir. Türkçede daha ziyade, “göz değmesi veya bakmak suretiyle maddî ve mânevî bir etki meydana getirmek” anlamına gelir.
Bu anlamda Arapçada nazar kelimesi yerine, “ayn” veya “isâbetü'l-ayn” tabirleri kullanılır. Başlangıcı tam olarak bilinmemekle birlikte nazar inancı, tarih öncesi dönemlere kadar uzanmakta ve İslâm öncesi Arap kültüründe de var olduğu bilinmektedir.3
Kur'ân-ı Kerîm'de “en güzel kıssa” olarak takdim edilen4 Yusuf'un (as) hikâyesini5 bilmeyen yoktur. Özetle; kardeşleri tarafından kıskanılan ve bir kör kuyuya atılan Yusuf'u, kader Mısır'a hâkim yapar. Bir süre sonra kuraklık her yanı kasıp kavurur. Herkes gibi Yakub (as) ve oğulları da Yusuf'un (as) kapısına muhtaç olurlar. Boylu poslu ve güzel giyimli oğullarını, yiyecek temini için ikinci kez Mısır'a gönderirken Hz. Yakub, onlara, gerek güvenlik açısından bir tehlike doğmaması gerekse de kem gözlerin bakışlarına maruz kalmamaları için6 Mısır'a değişik kapılardan girmelerini tavsiye eder.7
Nazarın varlığına işaret ettiği söylenen bu olay dışında, Kur'an'da, Kalem sûresinin son âyetinde de göz değmesinin gerçekliğine değinilmektedir:
وَاِنْ يَكَادُ الَّذينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِاَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ اِنَّهُ لَمَجْنُونٌ
“O inkâr edenler Zikr'i (Kur'an'ı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. Hâlâ da (kin ve hasetlerinden), 'Hiç şüphe yok o bir delidir.' derler.”[2]
Peygamber Efendimize olan kin ve hasetleri bakışlarına yansıyan müşrikler onu âdeta öfke dolu nazarlarıyla yok etmek istiyorlardı. Eğer Allah'ın (cc) koruması olmasaydı, ona bir fenalık yapacaklardı. Ayrıca, Yüce Allah tarafından Felâk sûresinde,
(وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ) “Ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden (Allah'a sığınırım).”[3] denilerek, bizzat kendine sığınılmasını emretmesi ile nazar arasında bir ilgi söz konusudur. Zira nazarın oluşmasında haset duygusunun önemli bir rolü vardır.
Kur'ân-ı Kerîm'de, dolaylı olsa da varlığına işaret edilen nazarın, Hz. Peygamber'in, (الْعَيْنُ حَقٌّ) “Göz değmesi gerçektir.”[4] şeklindeki açık ifadeleriyle kesinlik arz etmesi, onun sağlıklı bir şekilde anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. Çünkü halk arasında nazar, birtakım yanlış anlamalar ve hurafelerle iç içe geçmiş bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Batı'da “psikokinezi” ismiyle anılan nazar, metapsişik veya parapsikolojik yani insanın normal sınırlar dâhilindeki duyuş, düşünüş ve davranışlarını aşan olaylardan biri olarak kabul edilir. Dolayısıyla mahiyeti tam olarak anlaşılamayan bir olay olarak nazar, yalnızca fiziksel ya da maddî dünyanın gerçeklerine dayalı pozitivist bakış açısına sahip bilim adamları tarafından pek kabule şayan görülmemektedir.
Tıbbî açıdan nazar, “insan gözünden çıkan ışınların, dikkatle ve kıskançlıkla bakış esnasında yoğunluk kazanması ve bu yoğun ışınların karşı organizmanın atomlarının çalışma düzenine tesir icra etmesi” şeklinde açıklansa da çoğu tıp doktorları tarafından, bir hastalık sebebi olarak kabul edilmez, nazarın etkisine ve gücüne inanılmaz. Fakat parapsikoloji ile uğraşan bilim adamları, nazarı bilimsel açıdan incelemeye değer görmüşlerdir.
Nazarın asıl kaynağı haset duygusudur. Bu duyguda, düşmanlık, kin ve intikam mevcuttur. Nazarın etki düzeyinde, haset duygusunun şiddeti çok önemlidir. Haset duygusu ne kadar şiddetli olursa nazarın gücü de o kadar şiddetli olur.
Nazar, gayri ihtiyarî vuku bulduğundan az ya da çok her insanda vardır. Ama güçleri, etkileri ve devamlılıkları değişiklik gösterir. Bazen gıpta, özenme, imrenme gibi dostça duygular, hatta ebeveynlerin çocuklarına sevgisi bile nazara sebep olabilir. Yani nazar, iyi niyetli insanlardan da çıkabilir. Nazar, kötü insanlardan çıktığında ise daha etkili ve olumsuz bir sonuç doğurur. En kötü nazar, inançtan yoksun, Allah sevgisinden mahrum, kalpleri haset ve kin duygularıyla dolu aç ruhlu insanlardan gelir.
Dolayısıyla burada, müminin başkasına ait bir güzellik veya imrenilecek bir durum gördüğünde vereceği tepki büyük önem arz etmektedir. Kişi bu tepkisini, haset dolu bakışlarla ifade ettiğinde son derece olumsuz bir tabloyla karşılaşabilir. Öyleyse Müslüman, beğenilen, hayran kalınan, kısacası övgüye lâyık bir şey gördüğünde, onu ölçüsüzce övmemeli, ona haset etmemeli ve o şeyin mübarek olması için (mâşallah-bârekallah diyerek) dua etmelidir.33 Allah Resûlü, aynı gerekçeyle Arapların yaşamında son derece önemli bir yeri ve değeri olan atlar için de bereketle dua edilmesini tavsiye buyurmuştur.34
Halk arasında da yaygın olan, “Nazar, haktır ve deveyi kazana, insanı mezara koyar.” sözü, nazarın toplum nezdinde ne kadar güçlü bir olgu kabul edildiğini göstermektedir. Ayrıca,
الْعَيْنُ حَقٌّ وَلَوْ كَانَ شَىْءٌ سَابَقَ الْقَدَرَ سَبَقَتْهُ الْعَيْنُ…
“Göz değmesi (nazar) gerçektir. Eğer kaderin önüne geçecek bir şey olsaydı nazar onun önüne geçerdi...”[5] hadisi de nazarın etki gücüne işaret etmektedir. Bununla birlikte nazarın etkisinin sınırsız olmadığı ve ilâhî takdirin önüne hiçbir şeyin geçemeyeceği asla unutulmamalıdır.
Bir hadis-i şerifte
تَدَاوَوْا فَإِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَضَعْ دَاءً إِلاَّ وَضَعَ لَهُ دَوَاءً غَيْرَ دَاءٍ وَاحِدٍ الْهَرَمُ
“Ey Allah'ın kulları tedavi olunuz; Allah, ihtiyarlık hariç verdiği her hastalığın şifasını da yaratmıştır.”[6] buyuran Rasûlullah'ın, nazarın yani kötü niyetli bakışların etkisiyle ortaya çıkan hastalıkların tedavisine kayıtsız kaldığı düşünülemez. Kur'an'ın, “Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. ”13 anlayışına uygun olarak “(Nazar'dan) Allah'a sığının. Çünkü göz değmesi gerçektir.” 14 buyuran Resûl-i Ekrem (sav), aynı zamanda Kur'an'dan belirli sûre yahut âyetlerin okunmasını (rukye yapmayı) emretmiş ve bunu kendisi de uygulamıştır.15
Ca'fer b. Ebû Tâlib Mûte Savaşı'nda şehit düştüğünde16 Esmâ bnt. Umeys ile evliydi ve geriye üç yetim bırakmıştı. Bunlardan biri de Abdullah b. Ca'fer idi.17 O, başlarına gelen bu felâket günlerini şöyle anlatır: “Allah Resûlü Ca'fer ailesine üçüncü gün gelip, 'Artık kardeşim için ağlamayın.' buyurdu. Sonra, 'Kardeşimin çocuklarını bana getirin.' dedi. Bizi Resûlullah'a götürdüler. Birer kuş yavrusu gibi idik. Allah Resûlü, 'Bana berberi çağırın.' buyurdu ve bizi tıraş ettirdi.”18
Hz. Peygamber bu çocukların iyice zayıflamış olduklarını görünce Esmâ'ya, bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Esmâ, “Hayır, bir ihtiyaçları yok; ancak onlara çabuk nazar değiyor.” dedi. Rahmet Elçisi de, “Öyleyse onlara rukye yap (oku)!” deyince, Esmâ, bunu yapması için Hz. Peygamber'e (sav) ricada bulundu. Fakat Allah Resûlü, Esmâ'dan, çocuklarına kendisinin okumasını istedi.19
Bir gün kıymetli eşi müminlerin annesi Ümmü Seleme'nin evinde, benzi sararmış bir kız çocuğu gördüğünde,
اسْتَرْقُوا لَهَا ، فَإِنَّ بِهَا النَّظْرَةَ
“Bu çocuğa nazar değmiş, ona hemen rukye (okuyarak tedavi) edin.”[7] buyurdu.
Yine Şefkat Peygamberi, gözü gibi sevdiği torunları Hasan ve Hüseyin'i,
أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّةِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ ، وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ
“Her tür şeytandan, haşereden, kem nazardan Allah'ın tam kelimelerine (sonsuz iradesine ve hükmüne) sığınırım” duasıyla Yüce Allah'ın korumasına havale etmiş, Hz. İbrâhim'in de oğlu İsmâil ve İshak'ı bu sözlerle Allah'ın (cc) himayesine havale ettiğini bildirmiştir.[8]
Ebû Saîd el-Hudrî'nin naklettiğine göre cinlerin şerrinden ve göz değmesinden Allah'a sığınıp değişik dualar okuyan Hz. Peygamber (sav), Felâk ve Nâs sûreleri indirildikten sonra diğer okuduklarını bırakmış ve sadece bu sûreleri okumaya başlamıştır.22
Nazardan korunmak için Muavvizetân adıyla anılan Felâk ve Nâs sûrelerinin okunması dışında, halk arasında “mâşallah”, “bârekallâh” gibi dinî metinlerin yazılı olduğu künyelerin taşınması, ev araba veya iş yerlerinde Kalem sûresinin elli birinci âyetini içeren levhaların asılması gibi uygulamalar da esasen asıl şifayı verenin Allah olduğu inancının birer yansımasıdır.
Nazara karşı dua ve rukye dışındaki önlemleri; meselâ, nazar boncuğu gibi nesneler taşımak, at nalı ve kafası asmak yahut Şamanist gelenekten gelen kurşun dökmek gibi âdetleri İslâm dini uygun bulmamış ve bunları asla meşru görmemiştir. Birçok hadiste, gerek insanların, gerekse hayvanların boyunlarına nazarlık türünden çeşitli nesnelerin asılması yasaklanmış,23 Hz. Peygamber bunu yapanların kendisinden uzak olduklarını24 ve Allah'ın korumasından da mahrum kalacaklarını söylemiştir:
مَنْ عَقَدَ عُقْدَةً ثُمَّ نَفَثَ فِيهَا فَقَدْ سَحَرَ وَمَنْ سَحَرَ فَقَدْ أَشْرَكَ وَمَنْ تَعَلَّقَ شَيْئًا وُكِّلَ إِلَيْهِ
“Kim düğüm yapar sonra ona üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirk koşmuş olur. Kim de (kendisini koruması için nazarlık ve benzeri) bir şey takarsa, o taktığı şeyin korumasına havale edilir.”[9]
Nazarlık takma âdeti, câhiliye Araplarının kendileri için son derece değerli olan at ve develerine göz değmesin diye aldıkları bir önlemdi. Allah Resûlü (sav) ise ilâhî yardım dışında başka aracılardan medet uman ve herhangi bir fayda sağlamayan bu uygulamayı yasaklamıştır.26
Özellikle nazardan sakınmak amacıyla vücuda dövme yaptırmak da aynı şekilde yasaklanmıştır. Dövme yaptırmakla nazar arasındaki bu münasebetten dolayıdır ki27 bir hadiste nazarın hak olduğu, dövme yaptırmanın da yasaklandığı hususu bir arada zikredilmiştir.28
Hz. Peygamber'in, nazardan korunmak için Allah dışında başka şeylere sığınmamaları yönünde ümmetine yaptığı uyarılar, tevhid inancının zedelenmemesi hedefine mâtuf olmalıdır. Zira dinde meşru olmayan bu tür korunma yöntemleri, sadece Allah'a ait olan sıfatların eşyaya devredilmesi anlamını taşımaktadır.
Câhiliye döneminden beri uygulanan bir yöntem olmasına rağmen Allah Resûlü (sav), içinde şirk olmadıkça rukye yapmakta yani Kur'an'dan âyetler okumada bir sakınca görmemiş29 ve onu zaman zaman tavsiye etmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in rukyeyi tavsiye etmesinin nedeni iyi anlaşılmalıdır. O, öteden beri insanların yapageldikleri, bâtıl inanışlardan kalan bazı yanlış uygulamaların önüne geçmek istemiştir. Çünkü şifayı veren Allah'tır ve buna inanılmalıdır. Dolayısıyla nazardan korunmak için yapılacak en güzel şey Allah'ın âyetleri ve dua ile yardım dilemektir.
Bunun kişi üzerindeki olumlu etkisi göz ardı edilmemelidir. Ancak Peygamberimizin bu tavsiyesi, günümüzde muskacılığın ve üfürükçülüğün meşruluğuna gerekçe gösterilmemelidir. Bugün pek çok amaçla kullanılan muskaların rukye ile bir ilgisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamber muska takılmasını da hoş görmemiştir.30 Bu nedenle çeşit adlarla insanların zaaflarından çıkar sağlayan istismarcı kimselere gidilerek onlardan şifa beklenmesi, yanlış bir tutumdur. Zira Allah Resûlü, nazardan dolayı Esmâ'nın çocuklarına okumasını tavsiye ettiğinde bile buna kendisi de dâhil kimseyi aracı kılmamış ve Esmâ'ya, “Onlara sen oku.” buyurmuştur.31