• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Mehmet Akif Ersoy'un "Asr Suresi Tefsiri"

1982’de ilk sayısı çıkan Lale Mecmuası, ilk sayısında okuyucularına Mehmed Akif’in Asr Suresinin tefsirini, bir ek olarak vermiş. Biz de Akif’in bu kıymetli tefsirini alıntılıyoruz.

Asr Suresi

Bismillâhi’r Rahmâni’r Rahîm

Velasrı

İnne’l-insâne lefî husrin

İllel-lezîne âmenû ve amilu’s sâiihati ve tevâsav bi’i-hakkı ve tevâsav bi’s-sabr.


Meali

Asr’a kasem ederim ki, insan muhakkak ziyandadır. Ancak îmanı olan kimselerle âmal-i sâlihada bulunanlar, bir de birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler ziyanda değildir.


Tefsiri:

Müreccah olan kavle göre bu sûre Mekkî’dir. Öyle rivâyet ederler ki, İmam Şafiî; “Kur’an nâmına yalnız bu sûre inmiş olsaydı, insanlara elverirdi; insanlar yalnız bu sûreyi teemmül etmiş olsalardı, onlara kâfi gelirdi” dermiş. Muhakkaktır ki, Ashâb-ı Kirâm’ın ikisi bir yere gelince, bu sûreyi biri diğerine okumadan, diğeri de ona selâm vermeden ayrılmazlarmış! Ashâbın bu âdeti, “teberrük” içindir, zannında bulunanlar, yanılıyorlar. Zira bu sûre-i güzîni okumaktan maksad, içindeki mânâları, husûsiyle hakkı, sabrı tavsiyede bulunmayı karşısındakine hatırlatmaktır. Tâ ki, arkadaşından ayrılmazdan evvel, onda bir hayırlı vasiyet, nasihat varsa onu kendisine celbetmiş olsun.

Hilkat âlemindeki eşyâdan, yahut şuûn-ı kâinattan birine yemin etmek, Kitabullah’da câri olan âdet muktezâsıdır. Bundaki maksad ise, insanlara o cây-i kasem olan şeye ezelden beri mevdû olan hikmeti hatırlatmak, şâyed insanlar onda bir nevi şer tevehhüm etmişlerse, hatâ etmekte olduklarını; fenalığın, şerrin o eşyada olmayıp; o eşyayı kullananların, yâhut o sûrette îtikad edenlerin kendilerinde bulunduğunu anlatmaktır.

Öyle dinler vardı ki, onlara sarılanlar gerek bu kâinatın, gerek onun ihtiva ettiği varlıkların kevn ü fesad olduğunu, onun için hakîkî bahtiyarlık peşinde koşanlar için bunu hor görmek, bugünün nimetlerinden, zevklerinden, eğlencelerinden kaçmak, nefislerini bu kevn ü fesad âleminin üstünde bir âleme ayırmak ve hasretmek gerekeceğini zannederlerdi.

Kur’an, onların bu hususta tamâmile yanıldıklarını açıktan açığa bildiriyor. Allah’ın kitabında vârid olan kasemler, o gibi zanda bulunanların hatâlarını kendilerine bildirmek için ihtiyar olunmuş usul cümlesindendir. Yâni bu eşyâ, hikmet-i ilâhiye’ye mazhariyet bakımından öyle bir mertebede bulunuyor ki, Cenâb-ı Hak onunla yemin ediyor; gûya ki, Cenâb-ı Hakk’ın tâzîmine arz-ı istihkak ediyor. Artık her şeyin hâliki olan ve bütün varlıkların varlığı, kendi vücûd-ı ezelîsi ile kaim olan Hallâk-ı Azîm’in ta’zîmine mazhariyet kadar büyük şeref olabilir mi?

Asır nedir?

Asır, zamanın malûm olan bir cüz’üdür ki, o da, konuşan kimsenin başkalarile yaşadığı müddettir. İster bu müddet senelerin sayısile takdir olunsun da, meselâ yüz sene densin, isterse mikdarı hiç tâyin olunmasın. Yahut öğle ile akşam arasındaki bildiğimiz vakittir. Burada her ikisinin ihtiyârı, doğru olabilir. İnsanlar, evvelkine sövüp saymayı âdet etmişlerdir. Evet, herkes bulunduğu asırdan müştekidir. Sırası geldikçe “bu asır, cehâlet asrıdır, alçaklık, mürüvvetsizlik asrıdır” der. Hayra dâir murad ettiği şeylerin kâffesıni de, kendisinden asırlarca evvel geçmiş olan zamana isnad eder. Onun için Cenâb-ı Hak “asır” namına yemin etmek sûretiyle bu itikadın kalplerden silinmesini, insanlar tarafından hor görülen bir mâhiyetin ta’zîme lâyık sayılmasını murad ediyor.

İkinci mânâya göre ise, asır gerek Kureyş’e, gerek şâir kabilelere mensub olan işsiz bir takım Arapların Harem’de, yâhud şâir mahallerde toplanıp gıybet gibi, ötekini berikini maskaraya almak için hiç faydası olmayan şeylerle uğraştıkları zaman olduğu için, zihinlerde bu zamanın fena bir zaman olduğu, şerden başka bir işe yaramadığı zannı iyice yer etmişti. İşte Cenâb-ı Hak bu fenalığın zamanda olmayıp kendilerinde olduğunu, yoksa o zamanın yerleri, gökleri yaratan Hâlık’a, cây-i kasem olacak derecelerde şeref sahibi bulunduğunu, onun için bu vakti, o vaktin şânına yakışacak surette yaşamak, ulvî işlerle geçirmek, kötü işler yüzünden uğrayacakları ziyandan bu suretle kurtulmak lâzım geleceğini beyan buyuruyor.


Hüsran nedir?

Asır kelimesi iki mânâdan hangisine alınırsa alınsın, buradaki kasem, Cenâb-ı Hakk’ın bize îrâd etmiş olduğu bir hakikati belirtmek için vârid olmuştur ki, o hakikat de insanın hüsran içinde bulunmasıdır. Bu bir haberdir ki, te’kîde muhtaçdır. Zîra halkın bir çoğunun zannına göre bu sûrede istisna edilen a’mâlin, ahvâlin haricinde öyle işler vardır ki, hiç de hüsrânı mûcip değildir. Hattâ bunların inanışına göre, îman saadeti denilen, fazilet denilen kayıtlardan vâreste kalmak; fikir hürriyeti, fiil hürriyeti nâmı altında hiç bir fenalıktan, hiç bir fuhuştan geri kalmamak, ukbâda helâki mucib olsa bile, dünyada nefsin hiç bir hazzını diriğ etmemek ile olurmuş! Yine bu inanışa göre, milletler içinde öyleleri varmış ki, ferdleri heveslerine kapılmak, ihtiraslarına esir olmakla beraber servet kazanmağa devam ettikçe, kuvvet ve kudret sahibi olmak için her çareye baş vurdukça, mes’ud olmaktan geri kalmıyorlarmış!.. İster bu adamlar îman etsinler, ister etmesinler, ister doğru dürüst işler işlesinler, ister işlemesinler; ister birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye etsinler, ister etmesinler, müsavi imiş!..

Bu zannı besleyenlerin sayısı her vakit ve her yerde sayılamıyacak derecede çoktur.

Fakat Kur’ân-ı Kerîm’in telâkkisine göre, bu hatt-ı hareket, hüsrandır. “Husr” lûgatda “dalâl, helâk, noksan” mânâlarına gelir. Yapmış olduğu işin insana getirdiği her şer, husurdur. Hüsran ve hasâret de bu mânâyadır. Zîra insan o işiyle bir faide peşinde koşuyordu. Halbuki, netice böyle zuhur etmiyerek, sa’yi kendisini istediğinden mahrum bıraktığı, bilâkis çekindiğini başına getirdiği için, hüsrana uğruyor. Yâni, maksadı yolunda dalâle uğramış, nefsinin arzûsunu tatmin husûsunda noksanlık göstermiş, fakat peşinde koşarken yorgunluğa uğramış oluyor. Sana elem veren, seni mahrum bırakan, canının sıkıntıya uğramasına, kalbinin ıztırap duymasına sebep olan her şey, aradığın zevk için bir noksandır.

Sen kalbe huzur verecek, maişetini refâha kavuşturacak bir iş işler de, bilâkis ıztıraba düşersen; kasdında dalâla, sa’yinde hüsrâna uğramış olursun. Âyetdeki hüsran ise mutlaktır. Dünyevî veya uhrevî kaydile mukayyed değildir. Sûrede anlatılan vasıfları hâiz olmayan her mükellef için, gerek bu fâni hayatta, gerek onu tâkîb edecek bâkî hayatta hüsrandan bir hisse vardır. Zîra, yukarda söylediğimiz gibi, sûre Mekkîdir. Mekkî sûrelerdeki hitap ise, bir çok âyetlerde umûmîdir.


İman nedir?

Bu sûredeki îman da mutlakdır ve hiç birşey ile mukayyed değildir. Bununla beraber, mûhatapların anladığı mânâdadır, îmanı, umuma karşı hitâba en mülâyim şekilde tarif için şöyle demelidir: îman, nefsin hayır ve şerrin, fazilet ile rezîletin arasındaki farkı yakînen anlaması; bu varlık âlemi üzerinde hayra razı olan, lâkin şerre razı olmayan, fazileti isteyen, lâkin rezîleti istemeyen mutlak bir vücûdun nigehban olduğunu yine o itminân ile bilmesi, mahlûkatı arasından dilediğini esrar-ı İlâhîsinden bâzısına mahrem ederek, bu mümtaz insanları, şâir insanlara doğru yol göstermek, kalplere fâsid heveslerin ve ihtirasların nasıl girebileceğini, akıllara sağlam delillerin her yol ile erişebileceğini bildirmek, vazifesi ile mükellef tutmuş olması da, o Vâcibü’l-vücûd’un rahmet eserlerinden olduğuna îtikad etmesidir. Tâ ki beşer, o sahih delillere yönelsin, o tarîk ile kendisine telkîn olunan hakîkatları iyi karşılayarak kabul etsin; kalbinde fâsid heveslere karşı açık duran menfezleri kapasın, o gibi fâsid ihtirasların, ilerde beklenilecek sirayetine karşı da, kat’î ebedî bir azim ile müdafaada bulunsun.

Yoksa îman, umumiyetle sanıldığı gibi, aklın vicdanın dahli bulunmaksızın, sırf taklidden ibâret olduğu halde kabul olunan mücerred mâhiyet değildir. Bu çeşit îman, peygamberlerin peygamberliğini gerçek saymış bir çok milletleri hüsrandan kurtaramamıştır.

Asıl îmandan maksad, rûhun itminanına, ruhî kuvvetlerin îtikadları benimsemesine bağlı olan îmandır. “Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberine inanmış, sonra hiç bir veçhile şüpheye düşmemiş, Allah yolunda mallarile, canlarile savaşmışlardır. İşte gerçek kimseler bunlardır” âyeti bu hakîkati apaçık anlatıyor. İnsanların, dünya ve âhirette ziyandan kurtuluşu bu îmana bağlıdır.

İnsanların babalarından işiterek öğrendiği, bir Müslüman çocuğunun mânâsını, mâhiyetini anlamaksızın diline doladığı, hamiyet sevkîle müdafaasına kalkıştığı îmana gelince, bunun Allah nezdinde hiç bir değeri yoktur. Çünkü, herhangi dîne mensup bir kimse, bu şekilde yetişir. Allah nezdinde kabul olunan îman, ancak ruhun o itminanıdır ki, ruh onun sayesinde ulvî bir cevherin içine sindiğini hisseder. Kalbin o itikadıdır ki, kalp içindeki mevkiini yine kalp takdir eder. Rûhu, hakîkî hayata kavuşturan rûhu kemâle yükseltecek her şeyi hazırlayan îman, bu türlü îmandır. İman olmadığı halde îman dedikleri şey ise, ruhları tahrib eden, insanları felâkete sürükleyen bir baş belâsından başka bir şey değildir.


“A’mâl-i sâliha” nedir?

Sûredeki a’mâl-i sâliha’ya gelince, akl-ı selimin reddetmediği o hayırlı işlerdir ki, herkese faydası dokunur, herkesin menfaatile hemâhenk olarak yapılır. Bunların bir kısmı, bütün mahlûkatına her türlü hayır ve iyiliği lütfeden Allah’a karşı arz-ı şükrânı ifâde eder. Dînin emrettiği ibâdetler gibi. Bir kısmı da, hayır yolunda malını fedâ etmek, muhtaç olanlara yardım etmek; yâhud verilen hükümlerde adaleti gözetmek, her hangi bir kimsenin zulme uğramasına imkân vermemek gibi bir takım iyi hareketlerdir. Bir kısmı da emânet gibi, iffet gibi, insaf gibi, ihlas ve muhabbet gibi güzide sıfatların asıl kaynağından sâdır olan faziletlerdir.

Demek ki, ister bedene bağlı bir zâhirî hareket şeklinde tecelli eden, ister rûha âid bir bâtınî vasıf şeklinde göze çarpan her şey a’mâl-i sâliha cümlesindendir. Nefis, mücâhede ile a’mâle alıştırılırsa, a’mâli benimser ve bunları îtiyâd eder. Dînin emrettiği hükümler, bu a’mâl çevresi içindedir. Onun için, kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin akıl yolile keşfettikleri faziletler de bu a’mâl sırasına girer. A’mâl-i sâlihanın öyle esasları vardır ki, bütün insanlarca kabul edilmiş ve hepsi tarafından tanınmıştır ve onun için bunlar üzerinde ihtilâf vuku’ bulmaz. Bu yüzden, bu esaslar Kur’anda “mâruf” diye bahis mevzûu edilir ve zıdlarına da “münker” denilir. Yâni, “mâruf” olan esaslar akl-ı selimin kabul ettikleri; “münker” olanlar da, onun red ve inkâr ile karşıladıklarıdır.


“Tevâsı” nedir?

Tevâsı, iki şahısdan birinin diğerine bir şeyi tavsiyede bulunmasıdır. Sûre-i şerife, müminlerin birbirlerine hakkı tavsiye ettiklerinden bahsediyor. Hak, bâtılın mukabilidir. Mânâsı hemen herkesçe mâlûm olmakla beraber, insanların çoğu bu mânâyı cüz’iyâta hamlederek yanılırlar. Meselâ içlerinden biri kalkarak bâtıl olduğu apâşikâr olan bir bâtılı, hak sûretinde telâkki etmek ister. Eğer sûredeki hak kelimesi, tavsiye eden adamın telâkkisine bağlı olmak lâzım gelseydi, o zaman mânâ şöyle olurdu: “Her biri, arkadaşına hak olduğuna inandığı şeyi tavsiye eder ve o tavsiye ettiği şeyi kabul etmesini ister.” Halbuki birinin hak olarak tanıdığını ve tavsiye ettiğini bir başkasının aynı şekilde tanıması ve onun hak olduğuna kail olması beklenmiyeceğine göre, o takdirde “tevâsı”, münâkaşa ve mücâdeleye yol açar. Âyet-i kerîmenin istediği, bu değildir. Onun istediği, iki şahısdan her birinin diğerinde, hak olduğuna inanmış olduğu şeyi araştırmayı tavsiye etmesi, onu hakkın delillerini bulmağa ve asıl hakka varmak için çalışıp çabalamağa teşvik etmesidir. Şâyed hakkı tavsiye eden adam, muhâtabının yaptığı araştırmada sapıttığını görürse, delil ikame ederek onu doğru yola çevirecek, onun istidlâlde taksirini anlarsa onu ikaz edecek, işlerin iç yüzüne nüfuz etmeksizin dış yüzünde kaldığım hissederse, iç yüze nüfuz etmesini sağlayacaktır. Fakat bu vazife yalnız bir tarafa âid değildir, iki taraf da birbirine karşı ayni vazifelerle mükelleftirler ve “tevâsı”nın mânâsı budur.


Hakkı Tavsiye

Birbirine hakkı tavsiye etmek a’mâl-i sâliha çevresi içindedir. Onun ayrıca adiyle, sanıyle zikrolunmasından maksad, hakkın şanını yükseltmek, onun başlı başına bir kurtuluş esası olduğunu anlatmaktır.

Hakkı tavsiye eden bir adamın, kendi vasiyeti ile amel etmese de, bu vazifeyi yapmakla kurtulmuş olacağını ve kurtuluşun yalnız tevâsı’ye bağlı olduğunu sanması yanlıştır. Çünkü “hakkı tavsiye eden kimse”den maksad, “hak üzere olan ve hakkı tavsiye eden”dir. Zâten başkasına bir şeyi tavsiye eden kimsenin, o şeyden en büyük payı almış olması gerektir. Yoksa bir işi lâyikiyle yapmayan ve lâyıkıyle yaptığı bir tarafından belli olmayan kimse, nasıl olur da başkalarını o işi yapmağa dâvet eder, yâhud dâvet etse de muvaffak olabilir? Kendileri “münker” olan şeylerden çekinmedikleri halde, insanları “mâruf” olan şeylere sevk etmek isteyenlerin, muvaffak olmaları şöyle dursun, insanları vardırmak istedikleri gâyeden büsbütün tiksindirirler. Kur’ân-ı Kerîm ise, ziyandan kurtuluşu, evvelâ herkesin hak üzerinde olmasına, sonra o hakkı tavsiye etmesine bağlamaktadır ve işin doğrusu da budur.


Sabır nedir?

Sabır ise bütün güzide ahlâkın ana kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de yetmiş yerde zikrolunması, değerinin büyüklüğünü gösteren bir delil olarak îrad edilir. Fakat bu sayıyı ileri sürmek, o kadar büyük bir fayda temin etmez. Bize lâzım olan nokta, Hak Buyruğu’nun bu fazileti öğerek, sabırlı kimselerin mutlaka muvaffak olacaklarım, mutlaka murada ereceklerini müjdelemesidir.

Sabır, rûhun o kudret kaynağıdır ki, hak yolunda dayanılması güç olan bütün mihnetlere katlanmak, nefsin hoşlanmadığı bütün meşakkatlere göğüs germek, ancak onun sâyesinde mümkündür. Bütün beşeri meziyetlerin kemâli, bu meziyete bağlıdır. Bu seciyeden mahrum olmak, yâhud bu kudret kaynağından istifâde edememek, bir insan için en büyük felâkettir. Fertleri bu bakımdan zaafa uğramış olan bir milletin, her şeyi zayıf olur ve bütün kuvvet kaynakları tükenir.

Bunu bir misâl ile izah edelim:

Milletlerin birine bakıyoruz, onu ilim bakımından geri görüyoruz. Sebebi nedir? Cehalet ile pençeleşmekten ve onu yenerek ilim ile aydınlatmak için uğraşmaktan yüz çevirmektir. İlim sahibi olmak ise, uzun uzadıya çalışmağa, bir çok sıkıntılara göğüs germeğe bağlıdır. Bu çalışmayı ve bu gayreti göze alamıyanlar, yâni cehâlete karşı savaş açmağa dayanamıyanlar, mukallidlikle iktifâ ediyor ve karanlık içinde yaşıyorlar. Bunlar “sabır” faziletinden mahrum insanlardır. Bunlar ilim yolunda hiç bir meşakkate göğüs germemiş, hiç bir gayret sarf etmemiş oldukları halde, geçmişlerin gayretlerine kuru saygı göstermekle, onların gece gündüz çalışmış olduklarını anmakla kendi hareketsizliklerinin, gayretsizliklerinin kusurunu örtmüş olacaklarını sanıyorlar. Halbuki bunlar, geçmişlerine karşı hakîkî saygı beslemiş olsaydılar, onları kendilerine rehber sayarlar, onların tuttukları yolu tutarlar, araştırma yolunda katlandıkları yorgunlukların bir kısmına olsun katlanırlar, elhâsıl onlar gibi çalışırlar, çabalarlar, onların varamadıkları şâhikalara tırmanırlar ve böylece sabr dediğimiz o yüksek meziyeti hâiz kimseler olduklarını isbât ederlerdi.

Milletleri bırakarak, fertlere bakalım:

Fertler içinde öyleleri vardır ki, bir şeyler öğrenmek için çalışır ve öğrenir. Fakat öğrendiğini başkalarına öğretmeğe tâkat getirmez. Yani sabredemez. Böylesi hakkında verilecek hüküm onun sabır faziletinden mahrum olduğudur.

Yâhud bir talebe, mektebine bir sene veyâ iki sene devam eder, sonra tahsil güçlükleri yüz göstererek dersi bırakır, yâhud okuduğunu anlamak hususunda gevşek davranır, yâhud babası tahsil masrafını kısmak isteyerek oğlunu kendisi için daha kârlı saydığı başka bir işe sürükler, oğlu da ilim peşinde koşmaktan vaz geçerek cehâlet yoluna dalar. Bunların hepsi sabır ve sebat faziletinin zaafından ileri gelen kötülüklerdir.

Tamahkâr bir adamın bütün işi gücü, malını tutmak ve elinden çıkarmamaktır. Böylesi, bir çok hayırlı işler karşısında kaldığı halde, hepsinden yüz çevirir ve hiç birine de yardım etmek istemez. Böylece, vatanına ve milletine zulmetmiş, milletini hor görmüş olur. Bu adamın elini bağlıyan sebebi araştıracak olursak, “sabr”ındaki zaaf derhal göze çarpar. Çünkü bu adam, vâhimesinde dolaşıp günün birinde üzerine çökmekle kendisini tehdid eden zarûretin korkunç hayâline karşı duracak derecede bir sabr’a, bir metânete mâlik olsaydı, kendini bu hırstan kurtarır ve milletine mutlaka faydalı olurdu.

İsrâfa dadanan bir adanı, keyfi uğrunda bir çok şeyler heder eder. Hevesine baş eğen bir adam, türlü türlü kepâzeliklere dalar, nihâyet günün birinde varı yoğu biter, hâli fenalaşır, eskiden İtibar sâhibi olduğu halde sefâlete uğrar. Bütün bunlara uğramasının sebebi, nefsânî hava ve heveslerine mukavemet göstermemesi, yani sabredememesi, kendini uçurumlara yuvarlanmaktan alıkoyamamasıdır. Bu adam, nefsânî temayüllerine karşı sabır ve metânet göstermiş olsaydı, hem serveti elinden gitmez, hem kendisi de bu felâkete düşmezdi.

Elhâsıl bütün rezâili saymak, hepsinin asıl sebeplerini araştırmak istemiş olsak, ya sabrın zaafında, yahut yokluğunda karar kılarız. Bütün faziletleri de sayacak ve faziletlere kan ve can veren kaynağı araştıracak olursak, yine sabr’a varırız.

Mevkii bu derece yüksek olan bir fazilet, Hak Buyruğu’nda anılmağa liyâkat kazanmaz mı?

Hak, ilmin medâr-ı hayatıdır. İtminan onunla hâsıl olur. Ve akıl, onunla yakîn sâhasına varır. Sabır bütün faziletleri faaliyete geçirir, bütün kötülükleri def eder ve bütün iyiliklere varlık verir. Bu kadar kıymetli iki esas, insanların başarabilecekleri en değerli işler arasında, herhalde en fazla anılmağa lâyıktır. Çünkü herkesin dikkatini bunların üzerinde toplamak ve herkesi bilhassa bu iki esasa tutunmağa teşvik etmek bu sâyede mümkün olur.

*

Şimdiye kadar verdiğimiz bu izahat, sûre-i celîle’de bahis mevzuu olan bütün esasları kısaca belirtmiş ve insanlar içinde hüsrandan kimlerin kurtulmuş olduğunu açığa vurmuştur.

Bizim beyân etmiş olduğumuz mânâya göre îman, insan ruhunun o tavrıdır ki; insan, bulunduğu fena halden kurtulmak için o tavra yükselmiştir.

İnsanların nefsi, şehvetlere düşkünlük bakımından, hayvanlar gibidir. Bir farkı, geçmişteki bir zevkini hatırlamak, gözönüne getirmek, gelecekte duyacağı bir hazzı tasavvur edebilmektir. Bu yüzden, ülfet etmiş olduğu lezzetleri elde etmek, istikbalde onları kat kat sağlamak için gösterdiği hırs, hayvanların hırslarıyle ölçülmiyecek derecededir. Her nefis, heveslerinin ve hırslarının gözettiği zevki elde etmek için kuvvetlerini kullanır. Beşerin her ferdi kendisi için lezzetli, yahut faydalı tahayyül ettiği her şeyi elde etmek, nâhoş, yâhud muzır saydığı bir şeyi mahvetmekten başka bir şey düşünmezse, bundan büyük bir fenâlık tasavvur olunabilir mi? Çünkü bu takdirde, arzu ettiği bir şeyi başkasının elinde görünce, onu gasb için hücum edecek, yâhud kendisi için muzır saydığı şeyi ortadan kaldırmak için saldıracak.

Bir saldırganın tecâvüzünü önlemek için, hücuma uğrayan şahsın kuvvetinden başka bir engel yok. İçlerinden biri de hayrın, yâhud şerrin, faziletin yâhud rezîletin aslına astarına inanmıyor. Herkesin nazarında hazzı: Hoş veya faydalı gördüğü şeyden ibaret. Ama o şey başkası için fenâ, yahut muzır olmuş, kendisince müsâvî...

Beşeriyetin hayır ile şerri ayırt edemediği devrini tasvir eden bu vaziyet, hayır ile şerri ayırd edememenin ne büyük bir mahrûmiyet ve ne büyük bir felâket olduğunu vuzuh ile belirtmiyor mu? Bu vaziyetin en büyük hüsran olduğu âşikâr değil midir?

Hayr ile şerri ayırt etmek esâsına, şuuru lâhak olmayan her ferdin dalâletten, kötülükten hissedar olması pek tabiî olduğu gibi, bu ferdin diğer fertlerle olan muâmelâtında haksız davranacağı da muhakkaktır. Ama bu ferd hayr ile şerri ayırd edebilirse vaziyet değişir. Başkasına vereceği ezânın kendisine de ezâ getireceğini anlar. Gitgide bu yüzden vicdan azâbı duymağa başlar.

Fakat hayr ile şerri ayırt etmek kâfi değildir. Beşeri kurtaracak kuvvet, her bir hareket ve her bir amel kendisine müntehi olan o fevka’l-hayâl kudrete, o saltanat-ı kâhireye îman etmektir. Çünkü O’na iman etmeyen, mâsivanın O’na müsahhar olduğunu anlamayan insanın gözü kör, basireti aksak, vehmi büyük ve güvendiği her şey sarsaktır. Böylesi, karşısında gördüğü kuvvetlerin her birini, mevcudiyetinin kaynağı sanır; onun kendi hayatı üzerinde müessir olduğuna zâhib olur. Sebebini anlamadığı bir şer kendisine isabet ederse, o karşılaştığı kuvvetlerden birini sebep olarak tahayyül eder; yâhud emeği olmaksızın kendisine bir hayr isabet edecek olursa, vâhimesi o hayr için körü körüne bir kaynak icad eder. Bu yüzden nazarında ilâhlar çoğalır, her şeyin sebebini araştırmak ve bulmak yolu yüzüne kapanır ve bunun neticesi olarak, hayatına ait bütün işlerde güvenilmeğe lâyık olmayan şeylere güvenir durur. Bu ise putperestliğin alabildiğine inkişaf etmesine, beşer aklının bu yüzden bozuldukça bozulmasına ve insanlığın hüsrandan hüsrana uğramasına sebebiyet verir.

Fakat gördüğümüz bütün kuvvetlerin bir kuvvetten sâdır olduğuna, o kuvvetin de bir irâdenin idâre etmekte olduğu nizama tâbi’ olduğuna îman eden kimse, karşılaşacağı hayrın, yahut şerrin sebebine vâkıf oluncaya kadar araştırmalarda bulunmak ister, yâhud işi mukadder esbâba vardırmak her akıl için vâcib olduğuna îtikad eden insan, şüphe yok ki, bu dalâlin şerrinden emin kalır ve kâinatta mevcut olan eşyânın hepsi de gözüne müsâvî görünür; cümlesinin bir Allah’a âid olup, bu hususta hiç birinin diğerine karşı bir imtiyâzı olmayacağını; arada bir fark varsa, husûsiyetler İtibariyle olacağını yakînen anlar, bu sâyede kalbi her bakımdan sükûnete kavuşur; birliğine inandığı Allah’a karşı itimâdı artarak a’mâl ve ef’âlinde O’nun ezelî kanununu aşmaz, esbâb ve müsebbibâtın tâbi’ olduğu nizamdan ibret alarak huzur ve itmînân içinde yaşar, kudret-i İlâhiye hakkında anlayabileceği mertebeyi anladıktan sonra, hiç bir şeyden korkmaz olur.

Bu yüksek hikmetin insanlar arasında doğru yolları gösterecek, şek ve şüphe perdelerini açarak müjdeciler ve peygamberler zuhurunu icap ettireceğine inanmayan, o güzide varlıkların peygamberliğini teyid eden delillere karşı göz yuman insan, bu mürşitlerin irşadından istifade olunmaksızın elde edilmesi güç, yahut büsbütün imkânsız bir takım bilgilerden, hakikatlerden mahrum kalır, hayatî meselelerin bir çoğunu anlayamaz, ef’âlinin çoğunda doğru yolu göremez; hayra çalışmak isterken şerre düşer, menfaat ümid ettiği yerden zarar görür. Acaba, bundan büyük bir ziyan olur mu?

Fakat Allah’a karşı îmanını, şu bizim beyan ettiğimiz tarzdaki îmânını kaybeden adamın giriftar olacağı hüsranın ilk derekesi, kudret ve azameti bütün varlık âlemini sarmış olan Kaadir-i Mutlak’a tam îtimaddan doğan azim kuvvetinden mahrum olmasıdır. Mahrum olacağı nimetin en hafif derecesi de, güçlüklerle karşılaştığı zaman, ruhun en büyük desteğinden uzak düşmesidir. Uğrayacağı ziyanın en nâçiz mertebesi ise, türlü türlü hava ve hevesler arasında şaşkın kalarak yöneleceği doğru yolu gösterecek bir rehber bulamaması, içinden çıkamayacağı karanlıklara düşmesidir.

Hangi mahrûmiyet bundan daha büyük olur?

Fakat bu mahrûmiyet fertlere has değildir. Çünkü milletler de fertler gibi bu mahrûmiyete uğrarlar.

A’mâl-i sâliha, en çok, sağlam îmana bağlıdır. Bununla beraber, halk içinde şu zannı da besleyenler var: Gûyâ, îman ef’âle tesiri olmayan, bâtında kalan bir hayâli, bir mücerred mâhiyeti ifade eder bir kelimedir! Yâhut, bir şahsın kendini diğerinden ayırt etmek üzere edinmiş olduğu îtikaddır. Bir müslümanın muvahhid olduğuna, Hazret-i Muhammed’in ümmetinden bulunduğuna îtikad ederek, şâir dinlere bağlı olan kimselerden kendim ayırdığı gibi! Yâhut bir dine mensup olup, herkes gibi o dine ait olduğu sanılan her şeye itikad etmekle beraber, kendini o dînin muktezasınca harekete mecbur görmemesi gibi! Böyle bir îman, sahibini hüsrandan kurtaramaz! Şüphe yok ki, hüsrandan kurtulmak için amel-i sâlih lâzımdır. Bu yararlı iş ve hareketlerin ne olduğunu yukarda anlattık. Bunları ihmal edenlere, gerek dünyada, gerek âhirette yüklenecek ziyan kadar büyük ziyan tasavvur olunamaz. Hüsrâna bu mânâyı verdikten sonra, o îmanı kaybedenlerin ve yararlı iş ve hareketleri terk edenlerin de hüsran içinde oldukları tavazzuh eder. Çünkü âyet-i kerîme, müminlerden olmayan ve yararlı işler işlemeyenlerin hüsran içinde olduklarını, apaçık bildiriyor.

Bunun ise hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun, hangi hâl üzere bulunursa bulunsun, bütün beşere şâmil olduğunda şüphe yoktur.

Sûre-i celîlede milletlerin de, fertlerin de ziyandan kurtuluşunu temin edecek iki esas (îman ve a’mâl-i sâliha) zikrolunduktan sonra, iki esas daha vârid olmuştur ki, bunların her biri fertlerin el birliğiyle gerçekleşir. Bunlar, birbirine hakkı tavsiye etmek, birbirine sabrı tavsiye etmek! Tek fert, bunları tek başına edâ edemez. Çünkü “birbirine tavsiye” ancak müteaddid şahıslar tarafından yapılabilir. O halde sayıları ne kadar çok olursa olsun, milletin fertlerinden her biri tanıdığı şâir fertlere hakkı talep ve iltizam ile, her işte sabr ve metanet dairesinde hareket ile vasiyette bulunmadıkça hüsrandan kurtuluş yoktur. Eğer tek bir şahıs bu vazifeyi îfâ eder ve başkasına vasiyette bulunur, lâkin başkaları onun îfâ ettiği bu vazifeden geri durursa, cümlesine behemehal dünyada hüsran gelecektir. Zîra bir milletin en büyük kısmı, haktan ve herkesi hakka çağırmaktan yüz çevirir ve kalplerdeki sabır ve metânet zaafa uğrarsa, şüphe yok ki, o millet bâtılın istilasına uğrar; o milletin azmi körleşir, hâli fenâlaşır ve böylece kendisi izmihlâl uçurumunu boylamış olur. Dünyada bu böyledir. Âhirete gelince, orada ziyan, yalnız vazifesini yapamayana, yâhut kendisine hak ve sabır tavsiye olunduğu halde, bu tavsiyeyi dinlemeyene ve kabul etmeyene âid olur. Eğer tavsiyede bulunan adam, sözünün dinlenmesi için muhtaç olduğu vasıtaları elde etmez de, muhâtabının adem-i kabûlü, kendisinin nasihat hususunda tuttuğu yoldan ileri gelirse, yani o nasihatları başka bir suretle anlattığı takdirde kabul etmesi ümid olunursa, o zaman âhıretteki hüsrandan onun da hissedar olması lâzım gelir.

Kötülüklerin alabildiğine yayıldığını gördükleri halde, ağızlarını açmayan, kötülüklerin önünü almak için hiç bir harekette bulunmayan bir millet, hangi kurtuluşa lâyık olabilir? Kötülükler ise, fertlerin bozulmasına ve milletlerin çökmesine sebep olur.

Birbirine hakkı tavsiyeye, birbirine sabrı tavsiyeye iki esas dahil oluyor ki, biri mârûfu emir, diğeri münkeri nehiydir. Zîra hak ile vasiyette, hakka davette bulunan adam bâtıldan nehy etmedikçe bu vazifeyi tamâmile îfâ etmiş sayılmaz. A’mâl-i sâlihanın güçlüklerine sabr ile tavsiyede bulunan adam a’mâl-i rezîlenin kötülüklerini, güzel işlerin bırakılmasından husule gelecek neticeleri anlamadıkça ve göstermedikçe maksada varamaz. Fertlerinden her biri elinden geldiği derecede bu farzı eda etmeyen bir millet için, dünya ve âhirette ziyandan kurtulmağa imkân yoktur.

Hüsrandan kurtulmak isteyen her millete şu farzı eda etmek vâcibdir: O da, hayrı tavsiye etmek, şerden korunmak, yahut birbirine hakkı, birbirine sabrı tavsiye etmek.

Şayet bir millet ahlâkça uğradığı alçalmalar yüzünden hayr namına, hak namına vuku bulan tavsiyeleri kötümsüyor, yahut herkesi hayra davet etmek hususunda gevşeklik göstermeyi tercih ediyorsa, bu hal o milleti dünyada zillet, esâret ve izmihlâle, âhirette azâba sürükler.

Bir millet, bu yolda gevşeklik gösterdiği halde, onun ıslâh edilemiyeceğine inanarak ortalıktaki fenalığa yalnız kalben bûğzetmek suretiyle, dünyadaki hüsrandan olmasa bile, uhrevî hüsrandan kurtulacağına kâil olmak, hiç bir kimse için câiz olmaz. Gerçi, bugünkü Müslümanlardan bir kısmı, bilhassa din âlimleri buna zâhib olmaktadır. Fakat, bu zehablarında pek büyük hatâ ediyorlar. Çünkü bunların vazifesi, kendilerinden yüz çevrilse de, başka ne yapılsa da, halkı irşâd etmek ve ziyandan kurtulmanın yolunu göstermektir. Onun için, bu vazifeyi başarmaktan kaçınmağa imkân yoktur. Şu var ki, gerek ulemâya, gerek ulemâdan görünenlere bu vazifeyi edâ için hâlin, zamanın bütün icaplarını, her milletin husûsiyetlerini nazar-ı dikkate almaları, söz söylemenin usûlünü öğrenmeleri, söz söyleyebilmeleri için milletlerin tarihini, milletleri yükselten ve alçaltan âmillerin mâhiyetini öğrenmeleri, ahlâk ilmine, rûhiyat ilmine vâkıf olmaları, elhâsıl “bâtıl fikirler akıllara nasıl yol bulur, akıl ile hakkın arası nasıl bulunur, insanlar şerden nasıl korunur, hayra nasıl cezbedilir?” gibi bütün incelikleri bellemeleri ve ona göre insanlara hitab etmeleri lâzımdır. Bunları öğrenmeden halka karşı söz söylemeğe teşebbüs ettikleri takdirde, halka bir şey öğretemiyecekleri için, halkın vebâlini yüklenmiş olurlar. Bunların, âciz olduklarını söylemeleri de bir fayda temin etmez. Zîrâ bunlar dedikodu ile, elfaz münakaşası ile o kadar vakit kaybediyorlar ki, kayıp ettikleri bu vakit, müsbet ilimleri tahsil etmelerine fazlasile kâfi gelir Bunlar da, eski büyükler gibi, ilim tahsiline çalışırlarsa Allah da onlara yardım eder. Halbuki, böyle yapacaklarına lüzumsuz bir takım tahayyüllere dalarak, vakit kaybediyor; sonra acz iddia etmekle, vebalden kurtulmayı umuyorlar. Bunlar mâzeretlerinin kabul olunmasını değil, başlarına bir belânın gelmesini beklemelidirler.

Bu belâdan kurtulmak isteyenler, gösterdiğimiz tarzda çalışmalı, uğraşmalı ve bu sûrenin anlattığı dört esâsa sarılmalıdırlar. Çünkü bu dört esas, insanların bahtiyarlığını temine kâfidir.


LÜGATÇE

A’mâl : Emeller, istekler.

A’mâl-i sâliha : Faydalı iş ve hareketler.

Arz-ı istihkak etmek : Hak kazandığını belirtmek Ashâb-ı kiram : Hz. Muhammed’in arkadaşları Cây-i kasem : Yemine sebep olan şey.

Dalâl : Sapıklık.

Diriğ ; Esirgeme, kıyamama.

Ef’âl : Fiiller, işler.

Esbâb : Sebepler, gerekler.

Fevka’l-hayâl : Hayâlüstü olan.

Gıybet : Dedikoduculuk.

Halik : Yaratan, Hâlkeden, Allah.

Hallâk-ı Azim : En büyük Yaratan.

İhtiyâr : Seçilmesi serbest olan.

İstidlal : (Delâlet’den), bir delile göre sonuç çıkarma. İtminan : Emin olma, inanma, kesin bilme.

Kaadir-i Mutlak : Mutlak kudret sahibi olan Allah. Kevn ü fesâd : Olma ve bozulma hâli

Maişet : Yaşayış, yaşama, yaşamak için gerekenler. Mâsiva : Allah’dan gayrı bütün varlıklar.

Mekki : Mekke’de nâzil olan.

Mevdû : Emânet edilen.

Muktezâ : Gereken, gereği.

Muvahhid : (Vahdet’den) Allah’ın birliğine inanan. Müreccah : Tercih olunan.

Müsahhar : (Sihr’den), büyülenmiş, büyü ile aldanmış. Müsebbibât : (Sebeb’den), sebeb olanlar.

Nigehban : Gözcü.

Sa’y : Çalışma, emek.

Sûre-i güzîn : Seçme sûre.

Şuûn-ı kâinat : Kâinattaki vak alar.

Ta’zîm : Saygı gösterme.

Teberrük : Mübârek ve uğurlu saymak.

Teemmül : Derin düşünmek.

Te’kîd : Sağlamlaştırma, pekiştirme.

Vücûd-ı ezeli : Başlama noktası olmayan varlık.

Not: Bu esere Şehir Üniversitesi’nin erişime sunduğu Taha Toros Arşivi'nden ulaşılmıştır.

 

Alıntılayan: M. Murtaza Özeren - www.dunyabizim.com/

1523 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam608
Toplam Ziyaret5023819
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI