Her taşı tevhide şahit olan belde, selam yurdu, nübüvvet diyarı ve göklerin kapısı Kudüs. İslam peygamberlerinin tevhid, adalet, hukuk ve merhamet mücadelesine tarih boyunca sahne olan kadim şehir. Müslümanlıkla yoğrulmuş sokaklarıyla İslam’ın izzet ve medeniyetine asırlarca ayna tutan kutlu mekân…
Cenab-ı Hakk’ın çevresini mübarek kıldığı ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’yı bağrında barındıran Kudüs, İslam ümmeti için nebiler emaneti bir şehirdir. “Şayet oraya gidemez ve orada namaz kılamazsanız, bari oranın kandillerini aydınlatacak yağ gönderin!” buyuran Hz. Peygamber’in (s.a.s.) teşvikiyle Müslümanlar, Mescid-i Aksa’ya ve ona kucak açan Kudüs’e hizmet etmeyi asırlar boyu büyük bir iştiyakla sürdürmüşlerdir. Kudüs’ün milletimiz nezdinde de özel bir değeri ve anlamı vardır. Yıllara meydan okuyan camileri, medreseleri, imarethaneleri, hastaneleri, yetimhaneleri, hamam, çarşı ve çeşmeleriyle Kudüs, şanlı tarihimizin eşsiz mirası ve kahraman ecdadımızın aziz yadigârıdır. Başkalarının insafına terkedilemeyecek kadar bizim ve bizden bir şehirdir.
Ne hazindir ki bir asır önce titreyen omuzlarımızdan kayıp da peygamber katillerinin kanlı ellerine düşen bu şehir, düştüğü günden beri huzur ve esenliğe hasret çekmektedir. Kudüs ve onun mübarek çevresi, bugün tam anlamıyla bir vahşete şahit olmaktadır. Azgın ve sapkın bir topluluğun insanı insanlığından utandıracak katliamlarına sahne olmaktadır. Bütün dünyanın gözleri önünde bir millet, açlık, susuzluk, çaresizlik içinde ölüme terkedilmekte; eşi görülmemiş bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Hanesi tarumar edilmiş babalar kan ağlamakta; evladını kaybetmiş annelerin figanı gökleri yırtmakta; tüyü bitmemiş yetimlerin feryadı yürekleri parçalamaktadır.
Filistin’de olup bitenler, yeni medya araçları sayesinde dünyaya daha hızlı yansıdığından pek çok insan, bu trajedinin yeni farkına varsa da gerçek şu ki peyderpey işgal edilen Filistin, bu acıyı yüz yıldır yaşamaktadır. Ancak, bugün dünya yeni bir milada tanıklık etmektedir. Babasının şehit olduğu gün doğmuş, annesinin şehadetine şahit olmuş, zulme karşı sapan taşıyla kıyama durmuş izzetli çocukların heybeti, âdeta cihanı titretmektedir. Yeryüzündeki iki milyar Müslümanın sadece iki milyonuna tekabül eden Gazze, İslam’ın izzetiyle bir taraftan küresel terör devletlerine meydan okurken aynı zamanda insanlığa Müslüman asaletini, adaletini, şefkat ve merhametini tanıtmaktadır. İman, sabır ve metanetiyle karanlık dünyanın ufkuna bir güneş gibi doğmaktadır. Samimiyet, istikamet, azim ve dirayetiyle varoluşun ve hayatın anlamına dair insanlığa yeni bir ufuk açmaktadır. Başta İslam dünyası olmak üzere tüm insanlığın küresel bir örgütlü kötülükten kurtuluş umudu, âdeta Gazzeli yetimlerin damarlarında dolaşmaktadır.
Nitekim Gazze’nin bu onurlu direnişi, Batı’nın hak hukuk, ahlak ve özgürlükler bağlamındaki bütün iddialarının koca bir yalan olduğunu tüm açıklığıyla gözler önüne serdi. İnsanlığa barış ve huzur getirme iddiasıyla ortaya çıkan bütün ideoloji ve politikaların, sadece belli odakların çıkarını korumaktan başka bir anlam ifade etmediğini ortaya koydu. Gazze, gerçekte kimin özgür kimin tutsak olduğunu bütün dünyaya gösterdi. Artık insanlar, güçlünün haklı olmadığını fark etti. Bu, insanlığın geleceği adına elbette ümit vericidir.
Ancak, emperyalist güçlerin söz konusu siyonist vahşeti alenen desteklediği bu topraklarda, dünyadan tecrit edilmiş bir coğrafyada haksızlığa, hırsızlığa, işgale ve zulme karşı tek başına göğüs geren bir avuç Müslüman, buna daha ne kadar direnebilecek? İslam dünyası bu trajediyi ne zaman umursayacak? Bu asil ve izzetli direnişe kim omuz verecek? Ne yapmalı da İslam’a kıble olmuş, Müslümanlara istikamet, müminlere izzet, insanlığa sekinet kazandırmış bu mübarek beldeyi yeniden hürriyetine kavuşturup selam yurduna dönüştürmeli? Vicdanına paryalığı yedirememiş her Müslümanın bu sorulara bir cevap aradığı günlerdeyiz. Zilleti reddeden herkesin Kudüs, Gazze ve Filistin için bir kurtuluş yolu bulma, bu mübarek beldeyi düştüğü yerden kaldırma arzusuyla çırpındığı zamanlardayız.
Ne var ki kendisi tutsak olanların başkalarını özgürleştirmesi mümkün değildir. Zira Müslümanlara uygulanan bu hayâsızca vahşet karşısında âdeta eli kolu bağlanmış, dili tutulmuş İslam ülkelerinin hâli pürmelali ortada. Ümmet olma şuuru örselenmiş Müslümanların Kudüs’ü kurtaracak mecali yok. Her birimiz farklı bir yola revan olmuş gidiyoruz. Kimimiz Müslümanlara çevrilmiş namluları belki sustururuz düşüncesiyle İslam dünyasının bağrına paslı bir hançer gibi saplanan İsrail’i boykot gayretinde. Kimimiz sudan bahanelerle milyonlarca Müslümanın kanına girmiş bir canavarın suçunu yüzüne vurarak onu yaptığından utandırma derdinde. Kimimiz mahalle camilerimiz cemaate hasretken hangi Müslümanla Mescid-i Aksa’yı kurtaracağız karamsarlığıyla pes etme raddesinde. Elbette tüm bunlarda hakikatten bir pay var fakat gerçek şu ki acziyete ram olmuş, olup bitenleri seyretmekteyiz. Belki de gökten bir kurtarıcı beklemekteyiz.
Aslında bütün bu manzaralar, hakikat medeniyetinden ne denli uzaklaşmış olduğumuzun resmidir. Zira Müslümanlar olarak her birimiz, ayrı bir vadide yolunu kaybetmiş yolcular gibiyiz. Bir yandan, “Kudüs bizimdir!” sloganıyla meydanları inletirken diğer yandan “biz” kavramını ırk, dil, mezhep ve meşrep taassubuna kurban verdiğimizin idrakinden bile yoksun durumdayız. Bir yandan “La ilahe illallah, Muhammed Resulüllah” derken tevhidin zorunlu bir sonucu olarak kuşanılması gereken vahdet ve cihat şuurundan mahrum vaziyetteyiz. Bilinçlerimiz yara bere içinde. Böylece zulme karşı kuvvetle mukavemet yerine düşmanlarımızı oturduğumuz yerden sadece dua ile alt edeceğimizi zannediyoruz. Yok! Yok! Yaralı bilinçleri iyileştirmeden iyiliğe ulaşmak mümkün olmayacak.
Bu süreçte bizden bildiğimiz nicelerinin, “Filistin’den, Kudüs’ten, Gazze’den bize ne!” teranelerine şahit olmak ayrı bir acıtıyor yüreklerimizi. Esasen bu, asırlara sâri zihinsel bir işgalin neticesidir. Zihinlerin işgal edilmesi, toprakların, şehirlerin, hanelerin işgal edilmesinden daha vahimdir. Çünkü fiziksel işgale maruz kalanların kalbinde düşmana öfke ve hürriyete özlem büyürken zihinsel işgale düçar olanların yüreğinde kendinden olana nefret, düşmanına teslimiyet kök salmaktadır.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen asla ümitsiz değiliz. Gün elbette dönecektir. Yiğit düştüğü yerden kalkacak ve Kudüs, mutlaka aslına rücu edecektir. Ancak, nasıl düştüğünü bilmeyen nasıl kalkacağını da bilemez. Dolayısıyla Kudüs’ü düştüğü yerden kaldırmak için öncelikle onun düşmesine sebep olan zaaflarımızın farkına varmak ve onlardan kurtulmak gerekmektedir. Zira Kudüs’ü düşüren başkaca düşüşler vardı. Önce rehavet düştü üzerimize, sonra düşmanın gölgesi… Ardından yaftalamalar, dışlamalar, ötekileştirmeler… Fitne ve tefrika ateşiyle tutuşan yüreklerden vahdet şuuru düştü. Kabaran bencillikle örselenen “biz” düştü. Biz düşünce Yemen düştü, Kudüs düştü, Şam düştü. Kırım, Kerkük, Gence, Bosna tam düştü. Sarsılan her yer, ya zulmün pençelerine ya küfrün zindanlarına düştü. Elimizden düşen, aklımızdan, kalbimizden, dilimizden de düştü. Türkistan’dan Endülüs’e uzanan, Yemen’den Balkanlar’a yayılan yekvücut bir coğrafyanın payına hicran düştü. Şimdi her biri yeniden ayağa kalkmak için uzanacak bir el, tutunacak bir dal arıyor.
Hiç şüphesiz o el, üç kıtada altı asır dalgalanan adalet sancağının yegâne varisi olan bu milletin elidir. Diline, rengine, ırkına bakmaksızın her mazluma merhametle uzanan Anadolu’nun elidir. Bu el, titrerken düşürdüklerini yeniden kavrayıp kaldıracak potansiyele sahip son kaledir. Başta Kudüs olmak üzere İslam coğrafyasının hürriyetine giden yol buradan geçmektedir. Bu millet, sadece İslam âlemi için değil, bütün mazlum coğrafyalar için en önemli kaldıraçtır. Bunun için değil miydi tekrar ayağa kalkmasın diye köklerine uzanan damarlarını kurutmaya yeltenmeler. Biliyorlardı ki bu milletin kıyamı, âlem-i İslam’ın kıyamı olacak, milyonlarca Müslüman yeniden vahdetin ve izzetin lezzetine varacak.
Artık uyanmalıyız. Şayet bugün Gazze’de fütursuzca işlenen katliamlar, bizi gafletten uyandırıp kendimize getirmezse bu uyku hepimizi yokluğa mahkûm edecektir. Ayağa kalkıp boy vermek, göklere yükselmek için köklere tutunmak gerekir. Kendi inanç ve medeniyet köklerimize sımsıkı tutunmak durumundayız. Bizi biz yapan değerleri kuşanmak, yaşatmak, güçlendirmek ve geleceğe taşımak için var gücümüzle çalışmak zorundayız. Bizi köklerimizden koparan, değerlerimizden uzaklaştıran, kendimize yabancılaştıran her türlü fitne ve tuzağa karşı basiretle, ferasetle hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Bugün bize, bütün farklılıklarımızı zenginliğimiz sayarak bir olmak düşer. Alt aidiyetlerimizi vahdet harcıyla karıp biz olmak düşer. Bizi ayrıştıran, yoran, parçalayan, kardeşliğimize kasteden her sözden, her bakıştan ve her duruştan sakınıp gür olmak düşer. Bunu başarabilirsek yaklaşık bir asırdır her dem yeniden doğrulmak için çırpınıp duran Kudüs, Gazze ve bütün mazlum coğrafyalar, o zaman gerçek bir hürriyete kavuşacaktır. Uğrunda verilen bu asil mücadele, yolunda dökülen bunca acı ve gözyaşı, anlamını o zaman bulacaktır.
Kudüs elbet bizimdir. Biz kendimize geldiğimizde o da gelecektir.
Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Ocak 2024