İnsan, varlığını, hayatını ve kaderini bağlı gördüğü bir güce inanma ve bağlanma eğilimindedir. Aslında bu, onun güvenli ve huzurlu bir hayat arayışının tezahürüdür. Söz konusu eğilim, dinin kapsamlı ve yalın bir tanımına da karşılık gelmektedir. Zira en yalın ifadeyle din, kökeni ve dayanağı ne olursa olsun kişinin kendi hür iradesiyle seçtiği yaşam biçimi ve aynı zamanda itikadi, hukuki, siyasi, ahlaki, ferdî ve içtimai bütün değerlerin kaynağıdır. Bu yönüyle hayat yolculuğunda insanı ruhsal, zihinsel ve duygusal açıdan şekillendiren unsurların başında gelen din, teorik zeminde insana bir hayat nizamı telkin ederken pratikte de telkin ettiği değerler manzumesi ekseninde ahlaki bir duruşa referans olmaktadır.
Diğer taraftan insanın içsel yönünü tanımlayan “kişilik” ve dışa yansıyan yüzünü ifade eden “kimlik” inşasında yadsınamaz gücüyle din, köklü, kuşatıcı ve evrensel bir sosyal kurum olarak hemen her türlü tutum ve davranışın baskın belirleyicisidir. Bu sebeple bireysel ve sosyal hayatta dinin karşılık bulamayacağı veya müdahil olamayacağı bir alandan söz etmek, din ile ilişkilendirilemeyecek bir söz, tavır ve davranıştan bahsetmek subjektif bir değerlendirme olmanın ötesine geçemeyecektir. İnsana ve hayata dair herhangi bir anı veya mekânı dinden soyutlama girişimi de böyledir. Şayet bir din, müntesiplerine yaşam biçimi teklif etmiyorsa ya da hayatın tamamını kuşatmıyorsa o din, hayat için bir aksesuar olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Bu gerçekten hareketle dinsiz bir hayatın mümkün olamayacağını söylemek, iddialı bir yaklaşım olmasa gerektir. Herhangi bir dine inanmadan, onun telkin ettiği hayat tarzını benimsemeden veya teklif ettiği ilke, ölçü ve değerlere bağlı kalmadan yaşama iddiası, irdelenmeye açık epistemolojik bir yanılsamadır. Buna herhangi bir kutsalı olmadığını iddia eden veya kutsal bir şeyin varlığını kabul etmeyen yaklaşımlar da dâhildir. Çünkü böyle bir yaklaşımı savunan kimselerin de aslında yaşam biçimlerini dayandırdıkları ve benimsedikleri değerlere referans addettikleri soyut veya somut başka bir varlık yahut inanç sistemi bulunmaktadır. Bunun adı, bilim, sanat, insan, vicdan, nefis, şeytan vb. her şey olabilir.
Şu bir gerçek ki dinin hayatla sıkı bir ilişkisi vardır. Her insan ve her toplum, otorite (rab) kabul ettiği herhangi bir varlığın, olgunun veya sistemin değerleri üzerine bir hayat inşa eder. Dolayısıyla hayata yön veren ve (itikadi, siyasi, ferdî, içtimai, hukuki ve ahlaki) değerlere referans olan her ne ise onu din olarak tanımlamak mümkündür. Nitekim Kur’an’da, kendi heva ve hevesini ilah edinenlerden bahsedilmektedir. (Furkan, 25/43.) Bununla birlikte inkârcıların varlık ve hayat tasavvurları tenkit edilirken onların yaşam biçimleri “din” olarak nitelendirilmektedir. Kâfirun suresi bunun en açık örneğidir. Ancak Kur’an-ı Kerim’de, onların inandıkları, benimsedikleri ve yaşadıkları dinin Allah katında kabul görmeyeceği, buna karşın makbul ve muteber olan yegâne dinin İslam olduğu ifade edilmektedir. İslam’ın yegâne makbul din oluşu, sahip olduğu kaynak, getirdiği ilkeler ve hayata dair ortaya koyduğu tevhid, adalet, merhamet, emanet gibi değerler sebebiyle eşsiz bir inanç sistemi ve ideal bir hayat nizamı teklif etmesindendir. Çünkü onun dışındaki bütün inanç sistemleri, varlığı, hayatı ve ötesini bütün boyutlarıyla izah etme noktasında yetersiz kalmakta; insanın anlam arayışına doyurucu cevaplar verememektedir. Bu sebeple Allah’ın insanlar için seçip gönderdiği, beğenip razı olduğu İslam’dan başka bir din arayışına girenlerin ahirette ziyan edenlerden olacağı haber verilmektedir. (Âl-i İmran, 3/19, 85; Maide, 5/3.) Vahyin işaret ettiği “hak din-batıl din” ayrımı da bu meyanda okunması gereken bir tasniftir.
Dinin bir başka işlevi de toplumsal hayat standardı oluşturmasıdır. Din, genellikle müntesiplerinin aynı durumlarda benzer tutum sergilemelerine zemin teşkil eder. Fakat zaman zaman böyle olmadığı da vakidir. Bu durum, dikkatleri din ile ilgili bir başka gerçekliğe yöneltmektedir. Esasen dinî kimliği aynı olan ve hatta kendini dindar olarak tanımlayan insanların benzer durumlarda farklı tutum ve davranışlar sergilemesi, din olgusunun nesnel gerçekliğinden ziyade öznel din algısının belirleyiciliğine işaret etmektedir. Hatta din algısı çoğu zaman dinin nesnel gerçekliğini gölgede bırakacak bir etkiye sahip olabilmektedir.
Din algısı, diğer tüm algılar gibi manipülatif etkilere daima açıktır. Nitekim duygu ve algıların sistematik manipülasyona maruz kaldığı günümüzde, dinin baskıcı, müdahaleci, zorlayıcı ve sınırlayıcı unsur olarak görülmesi ve onun temsil ettiği değerlerin hayatın dışına itilmesi, çokça müşahede edilen bir durumdur. Aslında bu durum, dine karşı yeni din ihdas etme teşebbüsünün bir yansımasıdır. Bir başka ifadeyle dinler arası mücadelenin bir tezahürüdür. Bu mücadelede yenik düşen taraf, sadece bazı zamanların, davranışların, merasimlerin çeşnisi (enstrümanı) hâline dönüştürdüğü dini, hayatın diğer alanlarından soyutlayabilmektedir. Örneğin doğum, ölüm, düğün, vb. zamanlarda müntesibi olduğu dinin telkin ettiği değer ve ilkeler çerçevesinde bir tutum benimserken diğer zamanlarda sanki o dinin bir teklifi veya dinî ilke ve değerlerin etkisi yokmuş gibi bir tutum sergileyebilmektedir. Böylece hayattan parça parça koparılan din, zamanla soyut bir kimliğin silik bir ifadesi olarak vicdana hapsedilmiş sadece bir aidiyet referansına dönüşebilmektedir. Nihayetinde dinin hayatın her alanına müdahil olmaması gerektiği kabulüyle başlayan bu süreç, hakikatte kişinin kendi dinini hepten yeni bir din telakkisine kurban etmesiyle sonuçlanabilmektedir.
Bu tehlike, en fazla da hayatın tamamını kuşatacak ilke ve değerler telkin eden bir inancın müntesipleri olarak Müslümanları tehdit etmektedir. “Hangi çağda yaşıyoruz? Bu devirde olacak şey mi?” gibi klişe ifadelerle bugün İslam’ın bazı ilke, ölçü ve hükümlerinin ötelenmeye çalışılması ve zamanın, mekânın, hayatın bazı bölümlerine özerklik atfederek oralarda dinden azade bir davranış biçimi tercih edilmesi, başka nasıl izah edilebilir ki? Müslümanın namazdaki duyarlılığını, oruç ve hac ibadetindeki hassasiyetini aile ortamında, çalışma hayatında, sosyal hayatta, eğitimde, ticarette, ziraatta, sanatta, eğlencede vs. görememek, başka ne ile açıklanabilir ki? Şayet bir Müslümanın camideki duygu dünyasıyla çarşıdaki duygu dünyası farklılaşmış; ibadet ederken gösterdiği berrak ve müstakim duruş, hayatının diğer alanlarında bulanıklaşmışsa bu durumun din algısı noktasında derin bir yanılgı ve devasa bir savruluş olduğunu görmek zorundayız. Zira İslam, hayatın tamamını kuşatan, insana yolunu ve yönünü gösteren, sözüne, sükûtuna, tutumuna ve büsbütün hayatına istikamet veren bir dindir.
İslam’ı kendisi için din olarak seçen ve gereklerine iman eden kimse elbette Müslümandır. Ancak Müslümanlık, sadece ikrardan ibaret değildir. Bu ikrar, aynı zamanda duygu, düşünce ve eylem boyutuyla hayatın her alanının İslam’a göre tanzim edilmesini gerektirir. Müslümanın hayatında İslam’ı ilgilendirmeyen bir alan varsa orayı tanzim eden başka bir din var demektir. Zira insanın duygu, düşünce ve davranışlarını yasladığı değerlere kaynaklık eden veya bir başka ifadeyle değerler sisteminin merkezine konan şey, aslında benimsenen dinin ta kendisidir.
Bize bu gerçeği fark ettirecek, bizi kendimizle yüzleştirecek, fıtri kıvamımızı koruyup gerçek kişilik ve kimliğimizle varlık gösterebilmemizin yolunu açacak dostlara daima ihtiyaç duyarız. Bu ihtiyaç, fıtratımıza yabancılaştıran gelişmelerin bizi günbegün örselediği modern zamanlarda kendini daha fazla hissettirmektedir.
Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Ağustos 2023