Yaşadığımız çağın belirgin özelliklerinden biri, samimiyete meftun ruhlara ızdırap veren yapaylığıdır. Bireysel ve toplumsal hayat standartlarını farklı bir boyuta taşıyan 18. yüzyıldaki sanayi devriminden bu yana bilim ve teknolojinin gelişim seyrine paralel olarak tohumdan gıdaya, giyimden tıbba kadar pek çok alanda yapay olana yöneliş hızlanmıştır. Arz-talep ilişkisinin sonucu olarak endüstriyel teknoloji alanındaki gelişmeler mekanikleşmeyi ivmelendirmiş, neticesinde insanları günbegün doğal olandan uzaklaştıran yapaylık, adeta bir gelişmişlik emaresi olarak telakki edilir olmuştur. Dijital teknolojiye hızlı geçişle birlikte de yapaylık, insanı ayrıcalıklı kılan kabiliyetlerle mukayese edilecek boyutlara ulaşmıştır. Gelinen noktada hücre, organ, rahim, zekâ gibi beşeri unsurların yapaylığından ve yarınların büyük oranda yapay enstrümanlarla tasarlanacağından bahsediyoruz. Yaşananlar, gelecek kuşakların bu sentetik dünyada doğal olanla tanışabilmesi için bir hayli çabaya ihtiyaç duyacaklarını hissettirmektedir. Bu sebeple modern çağa ait olan hemen her şeyin üzerine yapaylık (sunilik) etiketi vurulması eğreti durmayacaktır. Belki de insanlık tarihi boyunca yapaylığın bu kadar yaygınlaştığı, özendirildiği ve hatta kutsandığı başka bir dönem yaşanmamıştır.
Şu bir gerçek ki yaşadığı çağa ruhunu veren insandır. Zamanın, mekânın ve hayatın karakterini belirleyen de insandır. Buna mukabil insanın karakter ve kimlik inşası sürecinde zaman ve mekânın belirleyiciliği de göz ardı edilemez bir gerçektir. Nitekim sözüm ona modern çağın yapay, suni ve sentetik karakterinin çağdaşlarına sirayet ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Günümüz insanı, yaşadığı dönemin karakteristik yapaylığından belirgin izler taşımaktadır. Algının hakikate, görüntünün manaya, çokluğun niteliğe tercih edildiği günümüz dünyasında yapaylık, davranış kalıplarından sosyal ilişkilere kadar adeta gündelik hayatın her alanında yoğun bir şekilde hissedilmektedir. En çok da ibadet, ahlak ve tavır boyutuyla dini hayatı sarmalayan bir samimiyetsizlik olarak tezahür etmektedir. Konusu ne olursa olsun samimi, saf ve doğal olandan boşalan tüm alanlara imaj, gösteriş, çalım ve yapmacıklık egemen olmakta; olmak yerine olmuş gibi görünmek, yapmak yerine yapar gibi davranmak, bir sanat olarak icra edilir hale gelmektedir.
Yapaylığın eşyada/nesnede olması anlaşılabilir belki ama insanın yapaylığı, kabul edilebilir bir durum değildir. Ne var ki onun bu yönelişini pekiştiren bir takım kişisel ve sosyal saikler vardır. Örneğin itibar, statü, mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî emel ve ihtirasların yanı sıra sosyal kınanma, dışlanma, yabancılaşma, yalnızlaşma gibi korkular, bu bağlamda zikredilebilir. Ayrıca görünme, bilinme, beğenilme gibi yaratılıştan gelen ve gururu okşayan arzuların da insanı yapmacık/suni tavırlara sevk eden bir yönünün bulunduğu açıktır. İnsanı samimiyetten/doğallıktan uzaklaştıran söz konusu arzular, onu günbegün dış faktörlerin etkisi altına alabilmekte, bayağılaştırarak süflî hedeflere güdüleyebilmektedir. Böylece her şeyi görüp gözetenin farkındalığıyla samimi bir şekilde var olmanın asaletine karşın riyakâr bir duruşun sefaleti, kısa sürede amaca ulaşmanın etkin bir yöntemi olarak hayatın merkezine yerleşmektedir.
Kökeni insanlıkla yaşıt olan bu olgu, günümüzde iletişim ve etkileşim olanaklarının yaygınlaşmasıyla birlikte çağın karakterini tanımlayacak kadar belirgin bir temayül haline dönüşmüş durumdadır. Sentetik dünyanın popüler kültürüne ait imaj, reklam, moda gibi unsurların ayartıcılığıyla sürekli değiştirme, yenileme ve süslenme gereksinimi oluşturulması bu temayülü daha da pekiştirmektedir. Bugün hayat tasavvuru ve yaşam tarzlarının büyük oranda saplantıya varacak derecede bir gösteriş üzerine inşa ediliyor olması, insanlık adına kaygı vericidir. Esasen bu durum, varoluş gayesinden uzaklaşmanın ve insanı erdemli kılan değerlere yabancılaşmanın bir tezahürüdür. Hakikat ile algı, madde ile mana ve dünya ile ahiret arasındaki dengenin kaybolmasıyla bunalan ruhların tüm benliklerini bir damla huzur için arızi/geçici olana hasretmelerinin vahim bir sonucudur. Oysa gerçek huzur ve mutluluğa ulaşabilmenin yolu, kalb-i selimden geçmektedir.
Bu sebeple gidişatın değiştirilmesi, ancak suni, yapay, sahte gibi nitelemelere müstahak olan modern hayat paradigmalarıyla formatlanmış kalplerin yeniden fıtrî kıvamına kavuşturulmasıyla mümkün olacaktır. Zira insanın düzelmesi kalbin düzelmesine bağlıdır. Kalbin selameti ise insanı değerli kılan sorumluluk (takva) bilinci ve hayata ruh kazandıran samimiyetle kaimdir. Bu başarıldığında insanı yapaylığa ve gösterişe yönelten arayışlar tüm anlamını yitirecek; idrakine erilmiş dindarlığın bir tezahürü olarak hayata, duygusal zafiyetler ve dış dünyadaki etkenler değil, arı-duru bir kalbin taşıdığı şuur istikamet verecektir.
Meseleye Kur’an ve sünnet perspektifinden bakıldığında selim bir kalbin temel ölçütü olarak “ihlas” kavramının öne çıktığı görülmektedir. Niyette safiyet, fikirde istikamet ve eylemde samimiyetin nirengi noktası olan ihlas, sahici dindarlığın öznel fakat en gerçekçi ölçütüdür. “Bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” (Süleyman Ateş, “İhlas”, DİA, XXI, 535-536) anlamına gelen ihlas; kalbi, her türlü batıl inanç, düşünce ve tasavvurdan temizlemektir. Herhangi bir ibadeti, meşru bir fiili veya hayırlı bir faaliyeti ifa ederken görsünler, duysunlar, desinler gibi kaygılardan, dünyevî çıkar hesaplarından ve süflî gayelerden kalbi arındırarak tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a yönelmek ve sadece O’nun hoşnutluğunu gözetmektir. Bu yönüyle ihlas, dünyevileşmenin yaygınlaştığı bir vasatta, hayatın uhrevi boyutunun her an farkındalığıyla yaşamayı sağlayan önemli bir denge unsurudur.
Diğer taraftan kişinin dindarlık düzeyini işaret etmesi bakımından ihlasın “öznel bir ölçüt” olması, onun kalbin ameli olmasıyla alakalı bir durumdur. Şüphesiz kalplerde olanı en iyi bilen Allah’tır (Fâtır, 35/38). İnsan, ancak kendi kalbinde olanı bilebilir. Fiillerinden hareketle başkasının samimiyetiyle alakalı bir kanaate varması da elbette mümkündür. Çünkü "Küpün içinde ne varsa dışına o sızar" sözünde anlamını bulduğu üzere insanların bütün yapıp ettikleri, aslında kalplerinde taşıdıklarının bir yansımasıdır. Bu bakımdan İslam inanç ve ahlakının özünü ifade eden ve aynı zamanda insanın bütün söz, tutum ve davranışlarının da kalitesini belirleyen ihlasın en belirgin tezahürü, doğal, sahici, samimi olmak ve istikamet üzere yaşamaktır. Fıtratı tahrip eden her türlü yapaylığın iltifat gördüğü bir çağda sahiciliği, samimiyeti ve istikameti koruyabilmekten daha erdemli ne olabilir ki?
Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Haziran 2023