Dinî bir kavram olarak ibadet, genel olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için ortaya koyduğu tutum ve davranışlara denir. Bir başka ifadeyle ibadet, sevgi, saygı, itaat ve tazimin en yüksek anlamda beden, dil ve kalple ifade edilme şeklidir. İnanç ve inanmak sübjektif bir yaşayış olduğu halde ibadet bu inancın objektifleşerek görünür hâle gelmesidir. İbadetler, kişinin dinî inancının gereği olarak inandığı, güvendiği, sığındığı yüce varlığa bağlanışını, yönelişini, bahşettiği nimetler karşısındaki sevinç, minnet ve şükran duygularını ifade ettiği birtakım belirli ve özel davranışlardır. Bu davranışlar namaz, oruç gibi bedensel; zekât, sadaka ve kurban gibi ekonomik; hac ve umre gibi hem bedensel hem de ekonomik güç ve imkânlarla ilgili olabilir. Bütün bu sayılan ibadetlerin esas amacı Allah’a yaklaşmak, O’nu tanımak, O’nun rızasını kazanmaktır.
Rudolf Otto tarafından “Kutsalın tecrübesi” olarak tanımlanan dinde, tanımından da anlaşılacağı üzere inançla ibadet arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. İnanan bir kişi inandığını dışarıya yansıtmak, inandığını her hâl ve hareketinde yaşamak ya da inandığı gibi davranış kalıpları geliştirmek ister. Böyle davranmakla kendi öz gelişimini takviye etme, kişiliğini bulma ve geliştirme sürecine girmiş olur.
İnsanı, Allah’a yaklaştıran ibadetlerin özellikle namazın deruni veya iç anlamları vardır. Biz bu yazıda abdestten başlayarak namazın deruni/iç anlamlarından öz olarak bahsetmeye çalışacağız.
Abdest, öncelikle bedenin en çok kirlenen uzuvlarının belli bir sıra dâhilinde yıkanmasını hedef alan maddi ve manevi bir temizlenmedir. Bu hâliyle başlı başına bir ibadettir. Başlı başına lokal bir temizlenme (el, ağız, burun, yüz, kollar, baş ve ayakları yıkamaktan ibaret) diyebileceğimiz abdest almakla hem dünyevi hem de uhrevi pek çok faziletler ve güzellikler elde edilir. İnsan her şeyden önce suyun temizleme özelliğinden faydalanır, kendini zinde hisseder, her an ibadetlere hazır olur. Abdestli kimse kendisinin korunduğunu düşünür. Peygamberimiz “Abdest, mü’minin silahıdır.” buyurmuşlardır. Abdest namazın anahtarıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) “Cennetin anahtarı namaz, namazın anahtarı ise abdesttir.” (Tirmizi, Taharet, 1.) buyurmuşlardır.
Abdest alarak temiz bir şekilde ve temiz bir yerde namaz için hazırlanan bir Müslüman, nefsinin ve şeytanın her türlü vesvese ve iğvasından uzaklaşarak halisane bir şekilde onlarla mücadele için pusatını kuşanmıştır. Camilerde bulunan mihrabın, nefis ve diğer düşmanlarla “savaş yeri” anlamına geldiği hatırda tutulmalıdır.
Farsçada “tâzim için eğilmek, kulluk, ibadet” anlamına gelen namaz, sözlükte “dua etmek, ibadet etmek, bağışlanma dilemek, yalvarmak” manalarındaki Arapça salat kelimesinin (çoğulu salavat) karşılığı olarak Türkçeye geçmiştir. Sözlükte, zikir, inkıyat ve boyun eğmek anlamlarına gelen salat/namaz, Müslümanlar tarafından günde beş defa eda edilmesi farz kılınmış kıyam, rükû, secde gibi bedensel hareketler; kıraat ve kuud gibi belli miktarda okuyuşlarla yerine getirilen ibadetin ismidir.
Allah’ın verdiği nimetlere karşı bir şükür ifadesi olarak meşru kılınan namaz, farz ibadetlerin ilki, en önemlisi, en başta gelenidir. Söz konusu ibadet, Kur’an-ı Kerim’de 100’den fazla ayette geçer.
Namaz, Allah’la kul arasında güçlü ve kopmaz bir bağ kurmaktır. Bu bağ, dinin direği ve temelidir. Beş vakit namazı şartlarına uygun olarak ve vaktinde kılanların büyük günahlardan el çekmeleri sebebiyle, diğer günahlarının affedilebileceği ayet ve hadislerde açıklanmaktadır. Namaz, kulu Allah’a yaklaştırır. Ruhu ve iradeyi kuvvetlendirir. İnsanın özgüvenini geliştirir. Kişiyi sabır ve şükre alıştırır. Her gün belirli zamanlarda ruhi ve bedeni bir temizlik sonunda temiz bir mekânda ve temiz kıyafetle Hakk’ın huzuruna namaz kılmak için çıkan kişi hayatını düzene sokar ve sağlıklı hayata alışır. Yine her gün belli aralıklarla namaz kılan insan, dünyanın hırs, kötülük ve gösterişlerinden korunmuş olur. Çünkü Rabbimiz “Muhakkak namaz, insanı bayağı işlerden ve kötülüklerden alıkoyar.” (Ankebut, 29/45.) buyurmaktadır. Ayrıca huşu içinde kılınan namaz, ihlas, her zaman Allah bilinci içinde olma ve güzel ahlakın gerçekleşmesini sağlar. Öz olarak namaz, insanı kalp, dil ve bedenle Allah’a yaklaştıran bir ibadettir.
Namaz, hiç şüphesiz kul ile Rabbi arasında özel bir iletişim şeklidir. Bu iletişim niyetle başlar. Niyet, Allah’a yakın olmak maksadıyla bir ibadeti yapmaya kalp ile azmetmektir. Namaz için niyet ise ilk olarak Allah için ihlas ve huşu ile namaz kılmayı dilemektir. Namaz kılmaya niyet eden bir kişi, dış dünyayla bağlantılarını keserek Allah’a yönelip yalnız O’na ibadet edeceğine, yalnız O’ndan yardım dileyeceğine söz verir. Kısaca namaz kılmaya niyet etmek Allah’a karşı kulluk görev ve bilincinin halisane bir şekilde ifa edilmesine günde beş kez azmetmek demektir.
Namaza başlama tekbiri sırasında kıbleye dönerek “Allahü Ekber” diyerek iki elini kaldıran insan Yüce Yaratıcı’nın huzurunda olduğunun ayrımına vararak vücut diliyle şunu demek ister: “Ben şu anda bütün dünyevi kaygılar ve maddi düşünceleri aklımdan çıkarıyor, Allah’tan başka her şeyi elimin tersiyle arkaya atıyor ve yüce Mevla’nın huzuruna çıkıyorum.” Bu niyet ve duyguyla ibadete başlayan kişi, namaz kılarken Allah’a tam bir yakınlık içinde olacaktır. Bu yakınlaşmadan dolayı olsa gerek “Namaz mü’minin miracıdır.” buyurulmuştur. Miraç sırasında Sevgili Peygamberimiz nasıl ki Allah yakınlığının son noktasını yaşamışsa Müslüman için de namaz, Allah’la beraber olmanın yoludur. Kur’an-ı Kerim’de namazın kötülüklere engel olacağı belirtilir.
Namazın her rekâtında okunan Fatiha Suresi’nde insan her daim yalnızca Allah’a ibadet ettiğini, yalnızca ondan yardım dilediğini belirtip; kendisini doğru yola, nimet verdiklerinin yoluna iletmesi için Allah’a dua etmektedir.
Kıyam, ayakta durmak anlamına gelir. Namazda ayakta durmak o yüce varlığın karşısında elleri bağlamış vaziyette beklemek demektir. Bu esnada kişi ile Allah arasında hiçbir kimse yoktur. Namazda bu şekilde saygıyla ayakta duran kişi “Kur’an’dan kolayınıza gelen ayetleri okuyun.” emri gereğince okuduğu sure veya ayetlerle kendisinin bir kul, O’nun ise Rab olduğunu kabul ederek Allah’ı düşünüp O’ndan başkasını kalp ve zihninden siler. Kul, ayakta iken secde yerine, rükûda ayaklarının üzerine, secdede burnunun ucuna, kuudda kucağına, selamda omuzlarına bakıp, “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edin, her ne kadar siz O’nu görmeseniz de muhakkak O sizi görmektedir.” hadis-i şerifinin manasını düşünerek namazda Allah’tan başkasıyla meşgul olmadığını izhar eder ve dini “ihsan” derecesinde yaşar. “Başkasına iyilik yapmak” ve “yaptığı işi güzel yapmak” anlamına gelen ihsan, kulun Allah’a karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itaat ruhunu ve bu ruh halinin ürünü olan iyi davranışları kapsar. Hz. Peygamber’in “Cibrîl hadisi” diye bilinen hadiste geçen, “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” şeklindeki açıklama veya tanımlaması aynı zamanda ihlas kavramına da karşılık gelmektedir. Gerek ihsan gerekse ihlas olarak kullanılan bu kavram, kulun Allah karşısındaki duruşunu, samimiyetini ve O’na bağlılığını ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir.
Rükû, kıraatten sonra eğilmek demektir. Rükû, kulun ayakta durarak Allah’ın kelamından belirli bir miktar okuduktan sonra Allah’a saygısını ve O’nun büyüklüğünü, “Pek büyük olan Rabbim, her türlü eksikliklerden münezzehsin.” diyerek itiraf etmek eylemidir. Yüce Yaratıcı karşısında saygıyla eğilen kişi, artık O’ndan başka hiçbir varlığın önünde eğilmeyeceğini kabul etmiş ve söz vermiş demektir. Rükûdan kalkarken “Allah, hamdedeni işitir.” derken de Allah’ın her şeyi gördüğünü, her şeyi işittiğini, dolayısıyla namaz anında yapmış olduğu okuyuş, tesbih ve tahmidleri Allah’ın duyduğunu, bu yüzden yeterince hassas olması gerektiğini hatta kendini dinleyen yüce bir varlıkla baş başa olduğunu hisseder.
Secde ise namazın en önemli rüknüdür. İbadetin, kulluk tavrının özü ve esasıdır. Kur’an-ı Kerim, çeşitli ayetlerde secde edenleri övmektedir. (Tevbe, 9/112; A’râf, 7/120; Şuarâ, 26/219.) Secde, Allah’a gösterilen saygı, tevazu ve yüceltmenin en güzel ifadesi olup kibrin, büyüklenmenin karşıtıdır. “Secde et ve yakınlaş.” (Alak, 96/19.) ayetinden çıkarılmış bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Kulun, Rabbine en yakın olduğu hâl, secdeye varmış olduğu hâldir. Artık secdede duayı çokça yapınız.” (Müslim, Salat, 215.)
Secde, Allah’ın en çok hoşuna giden bir ibadet olmasına karşın şeytanın kovulmasına sebep olmasından dolayı onun en fazla nefret ettiği bir eylemdir. Kul, namazda secde yaparak, hem Allah’ın en çok hoşuna giden bir eylemi yapmaktan haz alır hem de şeytanın en fazla nefret ettiği bir hareketi yerine getirmek suretiyle, onun gibi isyankâr değil itaatkâr olduğunu gösterir.
“Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” (Hac, 22/77.)
İslam’a göre, insanların Allah’tan başkasının önünde her ne sebeple olursa olsun secde etmesi, saygı için yere kapanması, kendinden üstün bir varlığın önünde yüzünü yere sürmesi asla kabul edilemez. Secde edilecek tek varlık Allah’tır. Yüce bir varlığa saygının en üstün ifadesi olan secde, “namazın mü’minin miracı” oluşu ile ilgili hadisteki manayı, namaz kılarken zirveye taşıyan bir harekettir.
İlk oturuşlarda okunan tahiyyatta Peygamberimiz Hz. Muhammed’e ve âline salat u selam getirerek ona olan sevgi, saygı ve bağlılık gösterilir. Son oturuşlarında da tahiyyat, salli barik duaları ve Kur’an’dan seçilen dualar edilir. Salli barik dualarında Hz. İbrahim’in özel olarak zikredilmesi rahmet ve bereketin onun üzerinde birleşmesi sebebiyledir. Bu duaları okuyan bir kişi Allah’ın koruması altında olduğunun farkına varır. Salli barik dualarını okuduğunda da “Peygamberimizin ve Hz. İbrahim’in âline rahmet et.” diyerek aynı soydan gelen iki yüce elçiyi anar. Ardından sağına ve soluna selam verirken iki yanında bulunan insan, cin ve meleklere selam vererek namazını bitirir ve dünyadaki nasibini aramaya başlar.
Kur’an’da kurtuluşa eren müminlerin vasıfları sayılırken namazı “huşu içinde” kılarlar veya “derin bir saygı hâli” yaşarlar ifadesi zikredilmiştir. (Mü’minun, 23/1-2.) Namazı derin huşu içinde veyahut derin bir saygı hâlinde kılmak demek herhalde kulun, yaratıcısının, eğiticisinin, yani Rabbinin karşısında temiz bir şekilde temiz bir yerde, halis bir kalp ve berrak bir zihinle hazır olup divana durarak bütün mevcudiyetiyle kulluk bilinci içinde bu ibadetlerini ifa etmesi demektir. (Mehmet Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, Tasavvuf, s. 3, Ankara 2000, s. 9-31; İdris Türk, Tasavvuf Düşüncesinde İbadetlerin İç Anlamı, DEÜ SBE, İzmir 2009, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.))
Böyle olmadığı takdirde namaz, sadece yatıp kalkmaktan mı ibaret kalır veya kötülüklerden ne kadar alıkoyar? Vallahu a’lemu bi’s-savâb/Doğruyu en bilen Allah’tır.
Kaynak: Diyanet Aylık Dergi