TESETTÜR VE HAYA [1]
TESETTÜR
Gizlenmek, kapanmak gibi anlamlara gelen tesettür, bir fıkıh terimi olarak erkek ve kadının dînen örtülmesi gereken yerlerini örtmesi demektir.[2]
Din ıstılahında vücudun açılması, gösterilmesi ve bakılması yasaklanan yerlerine dînî “avret” adı verilir.[3]
"Setr-i avret" erkek ve kadının "avret" yerlerini örtmesi demektir. Bu ifade fıkıh dilinde daha çok namaz esnasında belli uzuvların örtülmesi anlamında kullanılmaktadır. Avret yerlerinin örtülmesi hem namaz kılma esnasında hem, namaz dışında örtülmesi dînî bir görevdir.[4]
Örtünme ile ilgili Kur'ân ve hadislerde Allah ve peygamberin emir ve tavsiyeleri vardır: Konu ile ilgili Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır:
وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوِ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ أَوِ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاء وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“(Ey Peygamberim!) Mü’min kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar hariç, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zînetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!” (Nûr, 24/31) buyurulmaktadır.
Bu ayetle, mümin kadınların belli kişiler dışındakilere zînetlerini göstermeleri açık bir dille yasaklanmış, başörtülerini örtmeleri ve ziynetlerini açığa vuracak davranışlardan kaçınmaları emredilmiştir.[5]
Ahzâb suresinin 59. ayetinde ise,
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّأَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاء الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِن جَلَابِيبِهِنَّ ذَلِكَ أَدْنَى أَن يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَ
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine daha uygundur...” buyurulmuştur.
Bu ayetle de müslüman kadınların evlerinden çıkarken üzerlerine vücut hatlarını belli etmeyecek dış elbise almaları ve ev kıyafetiyle sokağa çıkmamaları emredilmiştir.[6]
Hz. Peygamberin sünnetinde giyimde; sadelik, tabiilik ve temizlik gibi hususların yanı sıra, örtünmenin dini boyutuna da vurgu yapıldığı ve elbisenin, vücudun hatlarını belli etmemesinin ve içini göstermemesinin yanında, cinsler arasındaki farklılık ve diğer din mensuplarına benzememe gibi unsurlar ilke olarak belirlenmiştir.[7]
Hz. Âişe örtünme ile ilgili ilk uygulamayı şöyle nakletmektedir: "Allah ilk muhâcir kadınlara rahmet etsin onlar,
وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ
"Baş örtülerini yakalarının üzerine kadar salsınlar..." (Nûr, 24/31) ayeti indiğinde, etekliklerini kesip bunlardan örtü yaptılar".[8]
Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikteydik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âişe şöyle dedi: Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nûr sûresindeki,
وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ
"..başörtülerini yakalarının üzerine kadar salsınlar..." (Nûr, 24/31) ayeti inince, onların eşleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. Hanımlarına, kız, kız kardeş ve akrabalarına bu ayetleri okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı."[9]
Hz. Âişe’den nakledildiğine göre, Peygamberimiz ince bir elbise giymiş olan baldızı Esmâ’ya,
يا أسماء إن المرأة إذ بلغت المحيض لم تصلح أن يري منها إلا هذا وهذا وأشار إلى وجهه وكفيه
"Ey Esma! kadın ergenlik çağına ulaşınca – yüz ve ellerine işaret ederek- vücudunun şurası ve şurası dışında kalan yerlerini göstermesi doğru olmaz"[10] buyurmuştur.
Erkek ve kadının namus ve iffetlerini koruması ve kadının örtünmesi gerektiğinden söz eden ayet ve hadislerde, örtünme için belli bir şekil şartı ve model önerilmediği görülmektedir. Ancak, ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, kadın ve erkeğin, fitneye sebep olmayacak, karşı cinsi tahrik etmeyecek ve ağır başlılığını koruyacak biçimde örtünmesi istenmektedir. Nitekim,
وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى
“..Önceki cahiliyye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın…” (Ahzâb, 33/33) ayetiyle Hz. Peygamberin hanımlarının şahsında bütün müslüman kadınlara bu yönde uyarıda bulunulmaktadır.
Yukarıda belirtilen ayetlerle, Hz. Aişe’nin naklettiği hadis-i şerifler ve benzeri diğer hadislerden hareketle, İslam âlimleri aralarında ayrıntı sayılabilecek bazı farklılıklar bulunmakla birlikte, müslüman kadınların namaz kılarken ve namaz dışında vücudun el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik caiz olan yabancı erkekler yanında açık bulundurmamaları gerektiği konusunda görüş birliği içerisindedirler.[11] Şekil ve ayrıntı yönüyle mahallî ve kültürel bazı farklılıklar taşıyabilse de temelde, örtünmenin dinin bir emri olduğu konusunda müslümanlar arasında bir görüş ayrılığı bilinmemektedir. İslâmî hükümlerin iki temel kaynağı olan Kitap ve Sünnet böyle anlaşılmış, sahâbe döneminden itibaren günümüze kadar da Hz. Peygamber tarafından getirilen ölçü ve açıklamalar, asırlardır ana hatlarıyla korunmuş, yaşatılmış ve örtünme dînî bir vecîbe olarak kabul edilmiştir.[12]
Örtünmenin iffet ve hayayı korumak, tanınmayı ve incinmemeyi sağlama gibi bazı hikmetleri bulunsa da örtünme vecîbesinin sırf böyle bir gayeye bağlanması ve bu gayenin bulunmadığı veya başka yollarla elde edildiği durumlarda örtünmenin gerekmeyeceği görüşü de doğru değildir.[13]
İslam dininin örtünme emrinin; ferdin fıtrî yapısını ve insanlar arasındaki ilişkilerde dengeyi gözetme ve insan haysiyetine yakışır bir aile hayatı kurma gibi gayelere yönelik olduğu belirtilmektedir.[14]
Örtünme emrinin uygulanması noktasında erkek ve kadın arasında farklı hükümler getirilmekle birlikte, kadın ve erkekler için dinen belirlenen ölçülere uyma konusunda, temel ilke olarak cinsler arasında bir ayrım yapılmaması ve her iki cinse de aynı derecede sorumluluk yüklenmesi dikkat çekmektedir. Nitekim,
قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ ذَلِكَ أَزْكَى لَهُمْ
“Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir…” (Nûr, 24/30) ifadeleriyle erkeklere uyarıda bulunulurken, diğer taraftan,
وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا
“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesnâ, zînet (yer)lerini göstermesinler..”(Nûr, 24/31) uyarısıyla da kadınların aynı ölçüde titizlik göstermeleri emredilmektedir.
Örtünmede erkekle kadının farklı ölçü ve hükümlere tabi olması ise iki ayrı cinsin yaratılış özellikleri gözetilerek yapılmış bir ayrımdır.
Örtünmenin dini boyutuna ışık tutan ayet ve hadisler ile İslam bilginlerinin yaklaşımlarının yanı sıra, sosyolojik bir vakıa olarak da örtünme köklü bir geçmişe sahiptir. Tarihi süreç içerisinde bazı uçta kalmış yönelişler bir tarafa bırakılırsa, çıplaklığın her dönemde toplumsal vicdan ve sağduyu tarafından tasvip edilmediği rahatlıkla söylenebilir.[15]
Erkeklerin namazda ve namaz dışında örtülmesi gereken yerleri İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre, göbek ile diz kapağı arasında kalan bölgedir.
Kadınların kadınlara ve aralarında devamlı evlenme engeli bulunan erkek akrabasına (mahrem) karşı avret yeri, Hanefî ve Şâfiî bilginlere göre erkeğin erkeğe karşı avret yeri gibidir.
Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde ağırlıklı olan görüş, kadının, oğlu, kardeşi ve babası gibi mahremi olan erkekler yanında el, yüz, kol, baş, boyun, ayak ve baldır hariç bütün vücudunun avret olduğu ve örtülmesinin gerektiği yönündedir.[16]
Kadının yabancı erkekler (mahremi olmayan, birbirleriyle evlenmeleri caiz olan erkekler) karşısında avret yeri yüzü, el ve ayakları hariç bütün vücududur. Bu görüş Hanefîlere aittir. Diğer mezhepler, kadının ayaklarının da bu kapsamda olduğu kanaatindedirler.[17]
Görüldüğü üzere sonucu etkilemeyecek detay farklılıkları bir yana bırakılacak olursa İslam bilginlerin müslüman hanımları ve müslüman erkeklerin namaz içinde ve namaz dışında avret yerlerini örtmeleri gerektiği konusunda ittifak etmişlerdir.
Sözlükte, “utanma, çekinme, âr, namus, Allah korkusuyla günahtan kaçınma gibi anlamlara gelen[18] haya kelimesi, bir ahlak terimi olarak, nefsin çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi,[19] “kötü bir işin yapılmasından veya iyi bir işin terk edilmesinden dolayı kişinin yüzünü kızartan sıkıntı hali[20] gibi farklı şekillerde tanımlanmaktadır.
Türkçe’de hayâ, insanı her türlü çirkinlikten uzak durmaya yönelten duygu ve bunu yansıtan tutumu ifade etmektedir. Arapça’da, “yerme”, “kınama” ve “onur kırıcı tutum ve davranış” anlamlarına gelen “âr” kelimesi de Türkçe’deki ağırlıklı olarak “hayâ” ile eş anlamlı olarak kullanılır.[21]
Kınalızâde Ali Efendi haya hakkında şu tanım ve değerlendirmeyi yapmaktadır: “Hayâ; utanma, hicap, ar anlamlarına gelir. Edebe aykırı olan olaylar meydana gelince kalbin duyarlılık kazanması ve ıstırap duymasıdır. Bu halin belirtisi derhal hayâ sahibi kişinin üzerinde görülür. Çünkü, bu çirkin olaydan dolayı, hayâ faziletine bürünmüş kişinin benliği bundan etkilenir. Hayâ, kişiye fazilet yollarını, maddeten ve mânen ilerleme yollarını gösterir. Edep ve hayâdan mahrum olan insan, her türlü iğrenç işe girişir. Yaptığı çirkin işlerden üzüntü duymayan insanı, ahlâk ve fazilet yollarına sevk etmek zordur. Toplumun gelişmesi, utanma duygusunun canlı bir şekilde aralarında yaygınlaşmasıyla yakından ilgilidir.”[22]
İslâm ahlâk bilginleri, kelimenin çeşitli kullanımlarını da dikkate alarak hayayı çeşitli kategorilere ayırmışlardır. Mâverdî, hayâyı,
a) Allah’a karşı hayâ,
b) insanlara karşı hayâ
c) kişinin kendine karşı hayâsı olmak üzere üç kısma ayırmakta ve bunları şöyle açıklamaktadır:
Allah’a karşı hayâ, O’nun emir ve yasaklarına uymakla, insanlara karşı hayâ, onlara eziyet etmemek ve yanlarında çirkin işler yapmaktan ve çirkin sözler söylemekten kaçınmakla olur. Kişinin kendine karşı hayâsı ise, edepli olması demektir.[23]
Mâverdî’nin haya konusundaki bu yaklaşımı genellikle “utanma duygusu” olarak algılanan haya kavramından oldukça farklı ve anlamlıdır.
Ahmet Rifat ise hayâyı, fıtrî hayâ ve dinî hayâ olmak üzere iki kısımda ele almaktadır. Kişinin, edep yerlerini insanların önünde açmaktan kaçınması, fıtrî hayânın, halkın ve Hakk’ın huzurunda edepli davranmak da dînî hayânın bir ürünüdür.[24]
Kur’an’da üç ayette haya kelimesinin türevleri geçmektedir. Kasas sûresinde, Hz. Şuayb’ın kızlarından birinin Hz. Musa ile utanarak konuştuğu,[25] Ahzâb sûresinde de bazı Müslümanların Hz. Peygamberi uygun olmayan zamanlarda rahatsız ettikleri, fakat Peygamberimizin, hayasından dolayı bu rahatsızlığı açığa vurmadığı, ancak Allah’ın gerçeği bildirmekten haya etmeyeceği belirtilmektedir.[26]
Başka bir ayette ise, müşriklerin Kur’an’da arı, karınca, sinek gibi küçük varlıkların örneklendirilmesinin fesâhatla bağdaşmayacağı yönündeki iddialarına karşı,
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا
“Şüphesiz Allah bir sivrisineği, ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez…”[27] ayetiyle cevap verilmektedir.
Bu ayetlere bakılırsa, Kur’an’da haya kavramının; iffet ve terbiye gereği utanma ve sıkılma gibi anlamlarının yanı sıra çekinme anlamında da kullanıldığı görülmektedir.
Hadis kaynaklarında da haya konusu detaylı bir şekilde ele alınmış, hayanın imanla ilişkisi ve hayanın kişiye sağladığı hayır ve iyilikler yanında, Hz. Peygamberin hayasından söz edilmektedir.
Hayanın daha iyi anlaşılabilmesi için farklı yönleriyle konuyu incelemek daha faydalı olacaktır:
Haya ve İman
Hz. Peygamber (a.s.), haya ile iman arasında önemli bir ilişki bulunduğuna dikkat çekmekte ve hayayı imanın bir şubesi olarak nitelendirmektedir.
الإيمان بضع وسبعون أو بضع وستون شعبة فأفضلها قول لا إله إلا الله وأدناها إماطة الأذى عن الطريق والحياء شعبة من الإيمان
“İman yetmiş/altmış küsur şubedir. En üst derecesi "lâ ilâhe illallah" demek, en alt derecesi de geçenlere zarar verecek şeyleri yoldan gidermektir. Hayâ da imandan bir şubedir”[28] hadisi bu ilişkinin anlamlı bir ifadesidir.
Kişinin Müslüman olabilmesi için, dinen inanılması zorunlu olan hususlara yürekten inanması (tasdîk); yaşadığı toplumda müslüman olduğunun bilinmesi için imanını diliyle de ifade etmesi (ikrâr) gerekir.
Amel, imanın bir parçası değildir.Buna göre, hayası olmayan kişinin müslüman olmadığını iddia etmek doğur değildir. Bununla birlikte, bu kişinin "olgun bir mümin" olduğunu söylemek de zordur. Bu konuya açıklık getiren İbnü’l-Esîr şöyle söyler:
“Yaratılıştan gelen bir duygu olduğu halde hayâ bu hadiste, sonradan kazanılan imandan bir parça olarak belirtilmiştir. Çünkü hayâlı kişi, bu sayede günahlardan uzaklaşır. İşte bu açıdan hayâ, kişi ile günahları arasına giren ve onu günah işlemekten alıkoyan imanın fonksiyonunu yerine getirmiş olmaktadır. Hadiste, hayânın imandan bir parça olduğu ifade edilmiştir; çünkü iman, sonuçta Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak şeklinde dışa yansır. İşte, günahlardan kaçınmak haya sayesinde gerçekleşince, hayâ imanın bir cüz’ü gibi olmuş olur.”[29]
Fazla hayalı davranmaması konusunda kardeşine öğüt veren Ensar’dan bir adama Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
دعه فإن الحياء من الإيمان
“Bırak onu. Çünkü haya imandandır.”[30]
Hayanın imanla olan ilişkisine dikkat çeken bu hadislerin yanı sıra, haya İslam dininde en önde gelen ahlâkî vasıflardan biri olarak telakki edilmiş ve Hz. Peygamber,
لكل دين خلق وخلق الإسلام الحياء
“Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı da hayâdır”[31] buyurmuşlardır.
Haya ve Eylem
İnsan; sağ duyusu, inancı ve hayâ duygusu ile nefis ve şeytanın kötü telkinleri arasında mücadele halindedir. Allah inancı sağlam ve hayâ duygusunu yitirmeyen insan, iyilik ve güzelliklere yönelir, kötülük ve haramlardan uzak durur. Allah inancı zayıf, hayâ duygusu zedelenmiş, nefsine ve şeytana yenik düşmüş insan ise kötülük ve haramları kolayca işleyebilir. Bu tür insanlardan bazısı Allah’tan da insanlardan da çekinmez ve kötülükleri ve günah fiilleri açıkça işleyebilir.
Hz. Peygamberin,
إن مما أدرك الناس من كلام النبوة الأولى إذا لم تستح فاصنع ما شئت
“utanmadıktan sonra dilediğini yap sözü, insanların ilk peygamberden itibaren işittiği sözlerdendir”[32] buyruğu, haya duygusunu yitirmiş kişilerin kötülükleri kolayca yapabileceğine işaret etmenin yanı sıra, edep ve hayanın ilâhî dinlerin ortak kabullerinden biri olduğunu göstermektedir.
Haya bu yönüyle, kişi ve toplum üzerinde bir süzgeç ve kontrol mekanizması mahiyetindedir. Bu bağlamda hayanın, “Toplumun Manevî Savunma Sistemi” olarak değerlendirilmesi anlamlıdır. Hz. Peygamberin,
الحياء لا يأتي إلا بخير
“Haya ancak hayır getirir”[33],
الحياء خير كله
“Hayanın hepsi hayırdır”[34] buyurması ise hayanın iyilik ve hayra sevk etmenin yanı sıra, başlı başına bir hayır olduğunu göstermektedir.
Allah’tan Hayâ Etmek
Haya ile iman, haya ile eylem arasında var olan ilişkiler, temelde insanın Allah’tan hayâ etmesi gerektiği noktasında birleşmektedir. Hayâ duygusunun esası, kısaca Allah’tan hayâ etmektir denebilir. Allah’tan hayâ etmek, O’nun emirlerine karşı gelmekten, yasaklarına uymamaktan kaçınmak şeklinde dışa yansır. Bu yansımanın temelinde, kulun; Allah’ın istemediği bir iş ve hal üzere bulunmaktan uzak durması vardır. Bu da kişinin kendini kontrol etmesi, davranışlarını değerlendirmeye tabi tutması ve
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“..Nerede olsanız, o sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir” (Hadîd, 57/4) ayetini iyi özümsemesi ile mümkün olabilir. Erişilen bu şuur ve bilinç halini Hz. Peygamber (s.a.s.) “ihsan” diye nitelemektedir.[35] İbn Mesud’un rivayetine göre, Hz. Peygamber,
استحيوا من الله حق الحياء
“Allah Teâla’dan gerektiği gibi hayâ ediniz” buyurmuş, kendisine, “Ya Rasûlallah! Allah’tan gereği gibi ne şekilde hayâ edebiliriz?” sorusu yöneltilmişti. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü; başını ve başında yer alan organları, karnını ve karna bağlı organı koruyan, dünya hayatının süsüne kendini kaptırmayan, ölümü ve çürüyüp yok olmayı unutmayan kimsenin Allah Teâla’dan gereği gibi haya etmiş olacağını haber vermiştir.[36] Başın korunması, düşünce gücünün iyiye kullanılmasıdır. Baştaki organların korunması ise, dinen yasaklanan şeylere bakmamak, kötü sözlere kulak vermemek, haram yememek ve yalan söylememekle gerçekleşir. Karnın korunması ise haramla beslenmekten sakınmakla olur.
Hayâ duygusunun esasını oluşturması sebebi ile Allah’tan hayâ etmek konusu İslâm ahlâkı eserlerinde de geniş yer tutmaktadır. Şeyh Sâdî’nin “Yusuf ile Zeliha” adlı hikayesinde; Yusuf’u kandırmak için ona dil döken, bu arada, tapındığı put, niyetlendiği çirkin işi görmesin diye onun üzerini örten Zeliha’ya, Yusuf şöyle seslenir: “Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan bile utanırken, ben nasıl olur da Allah’tan utanmam?”[37]
Ediplerden biri şöyle söylemiştir: “açıkta işlemekten çekindiği işi yalnızken yapan adam, kendi şahsını değersiz saymış demektir.”[38]
Hz. Peygamber ve Haya
Allah’ın insanlara gönderdiği vahyi tebliğ etme ve bu çerçevede Allah’a kulluk görevlerini yaparak öğretme görevi olan Hz. Peygamber,
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَة حَسَنَةٌ ٌ
“Şüphesiz Peygamber’de size güzel bir örnek vardır..” (Ahzâb, 33/21) âyeti çerçevesinde, insanlar arası ilişkilerde de uyulması gereken bir örnektir. Hz. Peygamber, görevleri arasında insan ilişkilerinin temiz ve ahlâkî bir temele oturtulmasının da bulunduğunu şu hadisi ile ifade etmektedir:
بعثت لأتمم حسن الأخلاق
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”[39]
Üstün bir haya duygusu taşıdığı,[40] evinde edebiyle oturan genç bir kızdan daha hayâlı olduğu bildirilen[41] Peygamberimiz, aynı fazilete sahip olmasından dolayı Hz. Osman’a özel bir değer vermiş; kendisini ziyarete gelen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i rahat bir vaziyette karşıladığı halde Hz. Osman geldiğinde hemen toparlanmış; bunun sebebi sorulduğunda ise ألا
استحي ممن يستحي منه الملائكة
“Meleklerin bile haya ettiği kişiden haya etmeyeyim mi?”[42] diyerek cevap vermiştir.
Hayayı Doğru anlamak
Hayanın kavram ve kapsam olarak iyi anlaşılması gerekir. Aksi takdirde bütünüyle hayır kabul edilen bir meziyetin bazı hakların zayi olmasına, toplum bilincinin zayıflamasına, sosyal hayattan kopmaya hatta psikolojik açıdan sıkıntıya düşmeye sebep olabilir.
Haya duygusu, gerçeği söylemekten, bir alacağını istemekten, dînî ve ahlâkî konularda insanları bilgilendirmekten (emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker), ilim öğrenmekten, meşrû olduğu sürece beğenilmeyen bir iş de olsa çalışmaktan kişiyi alıkoymamalıdır. Dinimizin teşvik ettiği haya duygusu ile, belirtilen hallerin bir bağlantısı yoktur. Bunlar, hayanın değil; pısırıklık, çekingenlik, tembellik ve ihmalin bir göstergesidir. Hayanın bunlara dînî gerekçe yapılması ise daha da üzücüdür.
Hz. Peygamberin müslüman hanımların sorduğu özel sorulara usulüne uygun şekilde cevap verdiği,[43] çoğu zaman da bu bilgileri Hz. Aişe aracılığı ile aktardığı bilinen bir husustur. Hz. Âişe’nin, dinî bilgileri öğrenme hususunda utangaçlık göstermeyen Ensar kadınları hakkında söylediği övgü dolu sözler de bu gerçeğin başka bir ifadesidir.[44]
SONUÇ
Örtünme ve haya duygusu, insanın yaratılıştan sahip olduğu iki olgudur, yani fıtrîdir. Bazı istisnalar bir tarafa bırakılırsa, en ilkel toplumların bile bir şekilde örtünme ihtiyacı hissettikleri ve kendilerince haya duygusuna sahip oldukları bilinmektedir. Bu itibarla, farklı kültür ve milletlerde çeşitlilik arz etse de temelde, örtünme ve haya duygusunun insanlığın ortak değerlerinden olduğu ifade edilebilir.
Haya duygusu, kişilik za’fı değil, aksine erdemlilik ve fıtratın bir gereğidir. Ayrıca, kişinin davranışlarına yön vermede ve kişiliğini ortaya koymada adeta bir mihenk taşıdır. İnsanın yaratılıştan sahip olduğu bu duygunun, gelişmesinde ve davranışlara yansımasında dinin önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamberin konu ile ilgili hadisleri, hayanın imanla ilişkisine dikkat çekmenin yanı sıra, onun bütünüyle hayır olduğuna vurgu yapmakta ve hayanın ilâhî dinlerin ortak kabullerinden biri olduğuna işaret etmektedir.
Dînî haya, iman ile kazanılan bir erdemdir. Mümin, Yüce Allah’ın kişinin bütün fiillerini yakînen bildiğine, âhirette bunlardan hesaba çekileceğine ve sonuç olarak da bunların karşılığına göre cennet veya cehenneme gideceğine inanır. Bu inancı onun kötülüklerden uzaklaşmasında büyük bir rol oynar ki, bu da dînî hayânın bir sonucudur.
Genellikle utanma, sıkılma ve çekinme olarak algılanan haya, İslam bilginlerince benimsenen, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınmak anlamıyla daha geniş bir anlam kazanmıştır. Bu yönüyle haya, birey vicdanına bağlı ahlâkî bir özellik olarak kalmaktan öte, toplumsal huzur ve barışa da önemli katkıları olan bir haslettir.
[1] Bu bölüm din İşleri Yüksek kurulu Uzmanı Yüksel SALMAN tarafından hazırlanmıştır.
[2] Döndüren, Hamdi, Delilleriyle Aile İlmihali, , I, 78-79. Erkam Yayınları, yer yok, tarihsiz
[3] İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1986, II, 28; Şener, Mehmet, “Avret”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, IV, 125; İstanbul 1991. Kal’acî-Kuneybî, Mu’cemu Lüğati’l-Fukahâ, s. 324. .Beyrut 1988,
[4] İbn Kudâme, el-Muğnî, Beyrut 1984, I, 672.
[5] Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, , XII, 152-153. .Beyrut 1993.
[6] Döndüren, I, 81-83. Aynı doğrultuda görüş ve açıklama için bkz: Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 30. 12.1980 tarih ve 77 sayılı kararı.
[7] Heyet, İlmihal (İSAM), İstanbul 1999, II, 73.
[8] Buharî, Tefsîru’l-Kur’ân, 24/12, VI, 13; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, VI, 46. .Riyad, 1997.
[9] Buharî, Tefsîru’l-Kur’ân, 24/12, VI, 13; İbn Kesîr, age., VI, 46.
[10] Ebu Davud, Libâs, 31.IV, 62.
[11] İbn Kudâme, I, 672; Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 43-44. İstanbul, 1984; Şener, IV, 126. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun aynı doğrultudaki görüşü için bkz: 30.12.1980 tarih ve 77 sayılı karar
[12] Heyet, İlmihal (İSAM), II, 73.
[13] Döndüren, I, 79-80; Heyet, İlmihal (İSAM), II, 73.
[14] Heyet, İlmihal (İSAM), II, 71.
[15] Meriç, Ümid, “Sosyolojik Açıdan Kılık-Kıyafet ve İslam’da Örtünme”, Tartışmalı İlmi Toplantı (İSAV), İstanbul, 1987, s.30-31.
[16] İbn Kudâme, I, 651; Mevsılî, I, 43-44.
[17] İbn Kudâme, I, 651; Mevsılî, I, 43-44.
[18] Sami, Şemsettin, Kâmûsu Türkî, , I, 194. Dersaâdet, 1317. Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s. 411. Ankara, 1970.
[19] Cürcânî, Şerif et-Ta’rîfât, s. 94. Baskı yeri ve tarihi yok.
[20] Kadı İyâz, eş-Şifâ, I, 118. Beyrut, tarihsiz, I, 118.
[21] Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, , s. 411. Ankara, 1970.
[22] Kınalızâde Ali Efendi, Ahlak / Ahlâk-i Alâî , s.103. (Baskıya hazırlayan, Hüseyin Algül), Tercüman, 1001 Temel Eser, No. 30, tarihsiz.
[23] Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb el-Basrî, Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn, s. 392-393. .İkinci baskı, Daru İbn-i Kesîr, 1990,
[24] Ahmet Rifat, Tasvir-i Ahlak / Ahlak Sözlüğü, s. 121. (Baskıya hazırlayan: Hüseyin Algül), Tercüman, 1001 Temel Eser serisi, Kervan Kitapçılık, tarihsiz.
[25] Kasas, 28/25.
[26] Ahzâb, 33/53.
[27] Bakara, 2/26.
[28] Müslim, İman, 58, I, 63.
[29] İbnü’l-Esîr, en-Nihaye fî Ğarîbi’-l Hadîs, Dâru’l-Fikr, Beyrut, Tarihsiz, I, 470.
[30] Buhari, İman, 16, I, 11; Müslim, İman, 12, I, 63; Ahmed, II, 56.
[31] Malik, Hüsnü’l- Huluk, 2, II, 905.
[32] Buhari, Edeb, 78, VII, 100 ; Ebu Davud, Edeb, 6. V,148-149.
[33] Buhari, Edeb, 77, VII, 100; Müslim, İman, 60. I, 64.
[34] Müslim, İman, 61, I, 64; Ahmed, IV, 445.
[35] Müslim, İman, 1. I, 39.
[36] Tirmizi, Kıyâme, 24. IV,637.
[37] Sâdî, Bostan, s. 319 (Tercüme, Hikmet İlaydın), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1950,.
[38] Mâverdî,., s. 242.
[39] Ahmed, II, 381; Malik, 1. II, 904.
[40] Buhari, Tefsir, 33/8, VI, 24.
[41] Buhari, Edeb, 72, VII, 96; Müslim, Fedâil, 67. II, 1809.
[42] Ahmed , I, 71.
[43] Müslim, Hayz, 13. I, 260.
[44] Müslim, Hayz, 13. I, 261.