TECESSÜS VE SÛ-İ ZANNIN ZARARLARI
وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً:
“Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” (NECM SURESİ – 28. AYET)
İslam dini; ahlaka aykırı davranışları, insanların hususi hayatlarını ve mahremiyetlerini araştırmayı yasaklamıştır. Zira mümine yakışan haslet, halkın ayıplarını açmak değil örtmektir. Olgun bir müminde bulunması gereken davranış, insanların eksik taraflarını didiklemek değil, hatayı görmemişçesine hareket ederek sahibinin ıslahı için çare aramaktır. Bu hususta dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, sadece hatalı bir işin düzeltilmesi değil onu irtikâp eden kimsenin şahsiyetini yıkmadan doğru olanın benimsetilmesidir.
Ahiret sorumluluğuna imanı olan bir mümin, başkası ile ilgili mahremiyet sahasında dolaşmamalıdır. Çünkü bir insanın ferdî hürriyeti, başkasının hürriyetinin başladığı noktada son bulur. Bu sınıra yaklaşan kimse, içtimaî nizamı korumakla mükelleftir. Halkın ikbalini çekemeyen ve istikbaline engel olmaya çalışan ve bu maksatla göze casusluk ve kulağa hırsızlık yaptıran şahıs, büyük bir suç işlemiştir.
Sinsice hareket edip, evleri gözetlemek veya içeride konuşulanları dinlemek, son derece çirkin bir ahlaksızlık örneğidir. Kendi kusurlarını gören bunların ıslahına çalışan bir mümin, başkasının mahremiyetlerini araştırmaya teşebbüs edemez, etmemelidir. Ubudiyet sahasında nefsiyle mücadele eden bir muvahhid, başkalarının eksik taraflarını araştırmamalıdır.
Bir şahıs kuruntularının peşine takılırsa varacağı sonuç hayırsız, verdiği karar isabetsiz olur. Zira kuruntu, haktan hiçbir şey ifade etmez. Şüphe dalgalarının sürüklediği bir yolda ilk karşımıza çıkacak ipucu ZAN’dır. Zan sahasından gözümüze ilişen pırıltı, ilmin hakikatleri değil, kuruntuların fecr-i kazibidir. Bundan dolayı, bir ayette Allah kullarını şöyle uyarıyor:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيراً مِّنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضاً أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتاً فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ رَّحِيمٌ:
“Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz; Allah’tan sakının, şüphesiz Allah tevbeleri daima kabul edendir, acıyandır.” (HUCURAT SURESİ – 12. AYET)
Bu kötü zan ve kuruntu, nice aile saadetlerini engellemiş ve nice yuvaların yıkılmasına sebep olmuştur. Bu tecessüsle ne kadar dostun arası açılmış ve samimiyetleri son bulmuştur.
Bu kötü huy, insanlar arasında itimadın doğmasına bilhassa devamına engel olur. Çünkü böylesine vehimli ve kuruntular içinde kıvranan bir şahsın dostluğuna kimse talip olmaz. Zira onun karakterindeki istikrarsızlık sebebiyle arkadaşlığına güven duyulmaz. Hal ve istikbalde itimat vaat etmeyen bir sevgiye hiç kimse talip olmaz. Kötü bir kuruntunun peşini takip eden bir şahıs; arkadaştan, samimi bir sevgiden ve itimattan mahrum kalır. Hz Peygamber (SAV) ümmetini bu konuda şöyle uyarmaktadır:
“Zandan sakının. Zira bu zan, haberlerin en yalan olanıdır. Birbirinizin kusurunu öğrenmeye çalışmayın, birbirinizin mahremiyetini araştırmayın, birbirinizle nefaset yarışına kalkışmayın, hasetleşmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeşler (gibi samimi) olun.”
İslam dinine aykırı ve akl-ı selime muhalif olan bu fenalığı terk etmek isteyen insan, başkasından önce kendi kusurlarını araştırmalı, hayatının defter-i kebirini önüne koymalı ve bir film şeridi gibi ömrünün safhalarını ibretli bakışlarının önünden geçirmelidir. Bunlar arasından yakaladığı utanç verici sahneleri pişmanlıkla hatırlamalı; acı ve yüz kızartıcı sahneleri nefsine göstererek: “Sen bu kadar kötülüğü bir köşeye attın ve utanmayı bir tarafa bıraktın da başkalarının ayıplarını mı araştırıyorsun? Yakası açılmamış günahlar, ahirette yüzünü kara edecek veballer ve iblisin defterinde bile bulunmayan çirkin haller sende, hep sende!” diyerek şahsını levm etmelidir.
Düşmanlar şecaatten nasıl korkar ve nezaketten de nasıl şımarırsa, nefis düşmanı da kendi kusurlarının ortaya dökülmesinden çekinir. O; bir şahsı ayıplamaya, kusur aramaya ve başkalarının hususi hayatlarındaki mahremiyetleri öğrenmeye heveslendiği zaman, kendi kusurlarını gözünün önüne dökmeli, geçmiş zamanlardaki kirli ve utanç verici faaliyetlerini dile getirmeli ve: “Bunları yapan sen değil misin?” diye ona sormalıdır. Nefis, irşat kabul etmez ve ıslah olmaz. Ona kendi silahı ile karşı konulduğu zaman biraz frenlenmiş olur.
İnsanın mükellef bulunduğu vazifeler; yapacağı işler ve sakınacağı davranışlar olmak üzere ikiye ayrılır. Kişi bunlardan birine ne kadar dikkat ederse, diğerine de aynı hassasiyeti göstermelidir. Bu ölçü çerçevesinde hareket etmeyen şahıs, İslam dinini tam olarak anlayamamış demektir. Zira bu mukaddes dini bir bütün olarak kabul eden kimseler, onun yüklediği mükellefiyetleri hiçbir itirazda bulunmadan ve tevile kalkışmadan kabul etmek zorundadırlar.
Mefkûresi olmayan kimse midesine mağlup olur. İsabetli karar vermesini beceremeyen şahıs, ömrünü yanlışlarla tüketir. Yapacağı işlerin hareket noktasını iyi tespit edemeyen insan, hatalara saplanır kalır. Kötü kuruntuların esiri olan, cehennem azabına mahkûm kalır. İnsanları arkadan çekiştiren, hem hakkın hem de halkın huzurunda mahcup olur. Hasetleşmeler fesada, kıskançlıklar kesâda sebep olur. Kalbine düşmanlık tohumu serpen kimseler, dalaletin dalgaları arasında perişan olur.
Allah bize, gerek zat-ı ilahisi hakkında gerekse din kardeşlerimiz hakkında iyi zanda bulunmamızı emretmiştir.
HÜSN-Ü ZAN: Kamil iman ve iyi niyet sahibinin kalbinde doğan bir duygudur.
KÖTÜ ZAN: Bozuk niyet sahibinin kalbinde yaşar.
İmanı sağlam, niyeti iyi olduğu zaman göz baktığında, kulak işittiğinde iyilik müşahede eder. Vücut ikliminin sultanı olan kalp, bozuk olunca uzuvlar da kötülüğe meyyal olur. İnsan kötü zanna kapılmamak için kimsenin ayıbını araştırmamalıdır. Kulak hırsızlığı yapmak, başkalarının konuşmalarını dinlemek, halkın meskenlerini gözetip mahremiyetini öğrenmeye çalışmak, kötü zan besleme neticesinde irtikâp edilen adi ve o nispette çirkin davranışlardır. Göz ve kulağı, böylesine adi bir işte kirletmek, İslamî duygu ve insanî şereften nasibi olmayan kimselerin davranışıdır. Casusluk yaparak bir milletin sırlarını düşmana satanlar, nasıl o milletin felaketini hazırlamış olurlarsa sû-i zan ve tecessüs peşine takılanlar da şerefli insanların ocaklarını yıkar ve haysiyetine leke düşürürler. Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:
“İyi olmayan zandan kaçınınız. Zira zan, haberin en yalan olanıdır.”
Biz açıkta olana hükmedecek ve ona göre karar vereceğiz. Kimsenin ayıbını araştırmak bizim vazifemiz değildir. Allah, bizi –yanılmış olsak bile- iyi zan beslediğimiz için sorumlu tutmaz. Bir kimsenin ayıbını ararken, tahminimiz doğru olsa bile sevap yok, yanıldığımız zaman azap çoktur. Her ne kadar göz ve kulak bazı şeylerde ilmin sebeplerinden ise de, yanılması ve hata yapması da imkân dâhilindedir. Bu itibarla bir ayette Allah şöyle buyuruyor:
وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً:
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İSRA SURESİ – 36. AYET)
Yaratılmışlara olduğu gibi, Allah’a da hüsn-ü zan beslemekle memuruz. Allah bizi iki cihan saadetine eriştirmek için birçok emirler vermiş ve bir takım sebepler hazırlamıştır. O, kullarına karşı ananın evladına olan şefkatinden daha merhametlidir. Cennete giden yoldan sapmasınlar diyerek, cehennemle korkutmuştur. Günahkârları bağışlamak için, kıyamete kadar açık kalmak üzere tevbe kapısını açmıştır. Bu yolu bulamayanları hastalıkla te’dip ve bağışlama yolunu koymuştur. Allah, bir hadis-i kutsîde şöyle buyuruyor:
“Ben, kulumun zannı (ne ise onun) yanındayım. Eğer hayır ise hayır, eğer şer ise şer.”
Halkın inancı nasılsa işleri de ona göredir. Müminler Allah’a iyi zanda bulundukları için güzel hareketlerde bulunurlar. İyi zan, onları iyi itikat ve güzel davranışlara sahip kılar. Allah, bir kulunu, zat-ı ilahisine beslediği iyi zanda asla yanıltmaz. Allah’a hüsn-ü zan besleyen, iki cihan saadetiyle zaferyap olur. Allah’a kötü zan besleyen ise, dünya ve ahirette perişan olur. Allah’a hüsn-ü zan beslemeyle ilgili olarak Yüce Allah, bir hadis-i kutsîde şöyle buyuruyor:
“Ben kulumun bana olan zannı yanındayım. Beni andığı zaman ben kulumla beraberim.”
Bu kadar açık ve seçik beyanlar karşısında Rabbimize hüsn-ü zan beslememek, nankörlüktür. Ölmeden evvel muhakkak Allah hakkında hüsn-ü zan beslemeliyiz. Ruh ve kalbi doldurup taşıran güzel zan, ebedi hayatın saadet güllerini dermeye vesile olacaktır. Hüsn-ü zan, kopmak bilmeyen bir habl-i metin, tükenmek bilmeyen bir ümit hazinesi ve kulu Allah’a karşı en büyük vazifesidir. Allah’a karşı hüsn-ü zanda bulunmayan kimse, dünyada meyus, ahirette ise mahzun olurlar. Hüsn-ü zan, cehennemden kurtulmanın vesilesi olduğu gibi, cennetteki yüce derecelere ulaşmanın da merdivenidir. Allah, bir hadis-i kutsîde şöyle buyuruyor:
“Ben kulumun bana olan zannı yanındayım. Beni nasıl dilerse öyle zannetsin.”
Dinimizin şiddetle yasakladığı tecessüs, sû-i zannı tahrik eder. Kötü zannı peşine takılan kişi, içinde mayaladığı yalan yanlış kuruntuları başkalarına duyurma düşüncesiyle fiskos yapmaya başlar. Bilgisine güveni tam olmadığı için beklenmedik bir durumla karşılaşırım diyerek fikirlerini açıkça söylemekten çekinir ve toplum içinde rezil olmaktan korkar. Bu sebeple bir fert hakkında beslediği kötü zannı bir şahsın kulağının dibine sokularak fiskos yoluyla ona aktarmak ister.
İslam dininin fertlere yüklediği ahlakî vazifeleri, bilhassa topluluk arasında bulunduğumuz zaman, büyük bir dikkatle korumak zorundayız. İstediği şekilde hareket etmekten çekinmeyen, istenmeyen insan ve hoşlanılmayan şahıs haline gelir. İnsan, kimsenin bulunmadığı yerlerde bile, muaşeret usullerine uygun hareket etmeye ve bu davranışı bir alışkanlık haline getirmeye çalışmalıdır.
İki kişi, yanlarında üçüncü bir şahıs varken, onu kuşkuya ve korkuya sevk etmemek için, konuşmalarını fısıltı ile yapmamalıdır. Zira çok hassas olan insan kalbi, bu gibi davranışlardan müteessir olur. Rencide olan bir kalpte sevgi ve dostluğun yeşermesi ve gelişmesi çok zordur. Konuşulacak bir meselenin mahrem kalması icap eden tarafları varsa, bunu üçüncü şahsın huzurunda yapmamalı ve izin alıp o konu başka bir yerde müzakere edilmelidir. Bu mümkün olmadığı zaman, fiskos günahından kurtulmak için, yanlarına dördüncü bir şahıs çağırılmalı ve ondan sonra gizli konuşulmalıdır.
Cemiyet halinde yaşayan insanlar, halkın umumunun benimseyeceği bir hareket tarzını seçip ona göre hareket etmelidirler. Bu usul, insanlar arasında sevgi ve itimadın artmasına ve sağlamlaşmasına hizmet eder. İstisna teşkil eden haller ve bazı zaruretler, halkın ekseriyetini ilgilendiren ahlak ölçülerini ihmale sebep olmamalıdır. Çünkü zaruretler, başkalarının haklarını iptal edemez. Bu konuda Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:
“Hz Peygamber (SAV), iki kişinin yanlarındaki üçüncü şahsı bırakıp (ta aralarında) fiskos yapmalarını yasaklamıştır.”
Dinî hükümlere saygılı bulunan bir Müslüman, cemiyet içindeki bir ferdin hakkını hiçe saymaya veya ihmale sebep olacak davranış içerisine girmeye cüret etmemelidir. Yanlarındaki şahıs, sükûtu tercih edip onlarla müzakereye katılmasa bile, gene fısıldaşarak konuşmaları caiz olmaz. Dinimizin koyduğu bu yasak, umumu ilgilendiren bir nezaket kaidesi olup, hazarda ve seferde bu ölçüler üzerine hareket etmeyi mecburi hale getirmektedir. Dostluk ve arkadaşlık münasebetlerinin gelişmesinde muaşeret usullerine son derece dikkat gösterilmelidir.
Fiskosun yasaklanması; yanlarındaki bir şahsın konuşulanı anlamaması sebebiyle üzüntü duyacağı fikrinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple iki kimse yanlarında bulunan üçüncü şahsın bilmediği yabancı bir dille konuşmamalıdır. Yabancı bir dil öğrenmek iyidir. Fakat Din işi dil öğrenme arzusundan daha önemlidir ve ihmal edilmesi doğru değildir. Fiskos yapmanın kötülüğünü ve mahiyetini gözler önüne seren ayette, Allah şöyle buyuruyor:
إِنَّمَا النَّجْوَى مِنَ الشَّيْطَانِ لِيَحْزُنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَلَيْسَ بِضَارِّهِمْ شَيْئاً إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ:
“Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah’a dayanıp güvensinler.” (MÜCADELE SURESİ – 10. AYET)
Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:
“(İnanmış bir topluluk) üç kişi olduğunda ikisi diğerini bırakıp fısıltı (ile konuşma) yapmasın.”
Nezaket dini olan İslam, içtimaî terbiye esaslarını açıklamış ve tatbiki için kesin emirler vermiştir. Bu hükümler yaşanılır hale geldiği zaman değer kazanır ve herkes tarafından benimsendiği zaman muaşeret kaidesi haline gelir. Bazı kimselerin riayet ettikleri ölçülere bir takım şahısların aldırış etmemesi, telafisi zor ahlakî çöküntülere yol açar. Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:
“Üç kişi olduğunuz vakit, iki kişi diğerinin mahzun olmasından sakınmak için, halkın arasına karışıncaya kadar fısıldaşmasın.”
Fiskos yapma zilleti, cahiliye devri insanlarından kalma bir davranıştır. Mutlak manadaki küfrün mümessilleri, gözleri ışıktan müteessir olan yarasa gibi, Hz Peygamber (SAV)’in kemâlâtından ve insanlığa yaptığı hizmetlerden tedirgin oluyorlardı. Bundan başka, ezelî istidadı iman etmeye müsait olan insanların Allah Rasülü (SAV)’in etrafında toplanmasını çekemiyorlar ve fiskos yaparak halkı İslam’dan soğutmaya çalışıyorlardı. Hiç bir utanma hissi duymadan şöyle diyorlardı:
لَاهِيَةً قُلُوبُهُمْ وَأَسَرُّواْ النَّجْوَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ هَلْ هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ أَفَتَأْتُونَ السِّحْرَ وَأَنتُمْ تُبْصِرُونَ:
“Kalpleri hep eğlencede(gaflette), hem o zalimler şu gizli fısıltıyı yaptılar: Bu (Muhammed), sizin gibi bir beşer olmaktan başka nedir ki! Siz şimdi gözünüz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?” (ENBİYA SURESİ – 3. AYET)
Kalplerde saklı niyetleri ve gözlerde gizli hâinâne bakışları bilen Allah, yapılan fiskosları da işitir. Halktan gizlemeye muvaffak olduklarını Allah’tan saklayabileceklerini sanan kimseler, başını kuma gömüp de avcıyı görmeyen deve kuşu misali, bir gafletin zebunu oluyorlar ve seslerini işiten bulunmadığını sanıyorlardı. Her sırra vakıf olan ve her konuşulanı işiten Allah, onların yaptıklarını şu ayetle gözler önüne serdi ve şöyle buyurdu:
أَمْ يَحْسَبُونَ أَنَّا لَا نَسْمَعُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُم بَلَىوَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ:
“Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil; yanlarındaki elçilerimiz (hafaza melekleri de) yazmaktadırlar.” (ZUHRUF SURESİ – 80. AYET)
Medenî bir insan, içinde yaşadığı toplumun huzuruna ve süruruna vesile olacak ve herkes tarafından paylaşılan bir hareket tarzını benimsemek zorundadır. İstisnada ısrar eden, istiskal olunur. Kendi bildiğine hareket eden, sonunda tek başına yaşamak zorunda kalır. Açık sözlü ve açık kalpli insan, halk arasında mahbub olur; fiskos yapanlar, nefretle karşılanır. Bir ayet mealiyle dersimizi bitirelim:
لاَّ خَيْرَ فِي كَثِيرٍ مِّن نَّجْوَاهُمْ إِلاَّ مَنْ أَمَرَ بِصَدَقَةٍأَوْ مَعْرُوفٍ أَوْ إِصْلاَحٍ بَيْنَ النَّاسِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ ابْتَغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْراً عَظِيماً:
“Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasını düzeltmeyi isteyen (in fısıldaşması) müstesna. Kim Allah’ın rızasını elde etmek için bunu yaparsa, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” (NİSA SURESİ – 114. AYET)
Allah, bizi nefsimizin eline bırakmasın. Manevî kalp hastalıklarından bulunan cedelleşme ve sû-i zandan bizleri uzak kılsın. Sırat-ı müstakîm olan İslam caddesinde ve sünnet-i seniyye yolunda yürümeyi bizlere müyesser eylesin.
KAYNAK : KÜRSÜDEN MÜMİNLERE VAAZ VE İRŞAT MEHMET EMRE