• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Fatiha Suresi Tefsiri

FATİHA SURESİ

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ

 

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ:الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ:مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ:إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ:اهدِنَــــاالصِّرَاطَ المُستَقِيمَ:صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ:

1-) “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla.”

2–3–4-) “Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, ceza (hesap görülecek, karşılık verilecek) gününün yegâne sahibi Allah’a mahsustur.”

5-) “(Allah’ın) Yalnız sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz.”

6-) “Bizi doğru yola ilet.”

7-) “Nimetine erdirdiğin kimselerin yoluna… Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.”

 

İNİŞ SEBEBİ

 

Namaz, hicretten bir buçuk yıl önce Mi’rac gecesi farz kılındığına göre, Fatiha suresi de her namazda okunmak üzere ve Kur’an-ı Kerim’in özeti mahiyetinde ya bu tarihten biraz önce ya da hemen sonra inmiştir. Bu tespite göre Peygamberimiz (SAV) 11 ya da 11,5 sene fatihasız olarak namaz kılmıştır. Ashaptan İbni Abbas (RA), tabiinden Katade’ye göre bu sure Mekke’de; Ebu Hüreyre (RA), Mücahid, Ata’ b. Yesar ve Zühri’ye göre de Medine’de inmiştir.

 

SURENİN DİĞER İSİMLERİ

 

     Fatiha suresinin birçok isimleri vardır. İsminin çokluğu onun manasının genişliğine, esnekliğine ve kadrinin yüceliğine delalet eder.

1-) Kur’an-ı Kerim’in başlangıcı, sırlarla örtülü mana haznesinin altın anahtarı ve namazda Allah ile kul arasında ilahi bir şifre olduğu için ona FATHA-TÜL KİTAB=KİTABIN BAŞLANGICI, AÇILIŞ ANAHTARI denilmiştir.

2-) İlk veya ikinci ayeti, EL-HAMDÜ kelimesiyle başladığı için ona HAMD SURESİ denilmiştir.

3-) Kur’an-ı Kerim’in temeli ve özeti mahiyetinde bulunduğu için ona ÜMMÜL KUR’AN=KUR’AN’IN ANASI VE ESASI denilmiştir.

4-) Her namazda tekrarlandığı veya bütün Kur’an’ın yedi ana bölümüne çift kanatlı yedi giriş kapısı özelliğinde olduğu için ona SEB’UL MESANİ = YEDİ İKİLİ AYET denilmiştir.

5-) Akl-ı selim sahipleri için tam ve mükemmel bir rehber, ilahi belagati haiz eksiksiz ve kusursuz bir düstur olduğu için ona EL-VAFİYE, EL-KAFİYE = Yerine getirici -Yeterli denilmiştir.

6-) İnsanı ruhen ve vicdanen geliştiren, dünya ve ahiret ıstıraplarını dindiren, gönül sıkıntılarını giderip ruhi hastalıklara şifa veren bir belge olduğu için ona EŞ-ŞİFA denilmiştir.

7-) Kur’an-ı Kerim’deki mevcut ilimlerin ve ilmi konuların ana fikirlerinin özeti niteliğinde bulunduğu için ona EL-KUR’AN-ÜL AZİM = SAYGIDEĞER BÜYÜK KUR’AN denilmiştir.

 

FATİHA SURESİYLE İLGİLİ HADİSLER

 

“Fatiha, Kur’an’ın ana temelidir. O, yedi ikili ayet (çift kanatlı yedi giriş kapısı) dır. O Kur’an-ı azim’dir.”


İbni Abbas (RA) diyor ki: Cebrail (AS)’ın Peygamberimiz (SAV)’in yanında bulunduğu bir sırada Peygamber (SAV) gökten kapı sesi gibi bir ses duydu da başını kaldırıp: “Bu, göğün bir kapısıdır ki bugün aşıldı; bundan önce açılmamıştır.” dedi. Bir melek o kapıdan indi. Peygamberimiz (SAV): “Bu bir melektir ki, yeryüzüne indi. Bundan önce o hiç inmemiştir.” diye ilave etti. İnen melek selam verdi ve: “Getirdiğim iki nurla sizi müjdeliyorum. Bu iki nur, sizden önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Bunlar: Fatiha-tül Kitab ve Bakara suresinin son ayetleridir. Ondan (diğer bir rivayette bu ikisinden) okuyacağın her harf karşılığında sana (sevap ve bir nur) verilecektir.”


“Kim bir namaz kılar da onda Ümmü’l Kur’an’ı, yani Fatihayı okumazsa, o namaz noksandır, o namaz noksandır, tam değildir.”

Peygamberimiz (SAV), Allah’tan şu Hadis-i Kutsi’yi rivayet ediyor: “Fatihayı kulumla kendim aramda ikiye böldüm: Yarısı benim, yarısı da kulumundur. Kulumun istediği kendisine verilecektir.”

Peygamberimiz (SAV), aynı hadisin devamında diyor ki: “Bir kul elhamdü lillahi Rabbil âlemin dediği zaman, Allah: “Kulum bana hamdetti.” der. Kul: “Er Rahmanir rahim” dediği zaman, Allah: “Kulum, beni umumi ve hususi manada olan merhametle andı; beni övdü.” der. Kul: “Maliki yevmid din” dediğinde: Allah: “Kulum beni büyük tanıdı, bana saygı gösterdi.” der. Kul: “İyyake na’büdü ve İyyake neste’in” deyince, Allah: “Bu, benimle kulum arasındadır. (İbadet kuluma, yardım da bana aittir.) Kulumun istediği verilecektir.” der. Kul: “İhdinas sıratel müstekim… Veled dallin. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.” dediği zaman, Allah: “Bu dilek kula aittir. Ona istediği verilecektir.” buyurur.


İLMİ YÖNÜ

Fatiha’da geçen Rab kelimesi, terbiyenin kemale eriştiren bütün yollarını ve inceliklerini içine alan bir sıfattır. Varlık âleminde canlılardan bilinen, bilinmeyen her şeyin -cins ve türüne göre- basamak basamak kemale doğru yükseldiğini görüyoruz. Meselâ: Bir spermayı inceleyip düşü­necek olursak yavaş yavaş nasıl tekâmül ettiğini anlamakta gecikmeyiz. En gelişmiş bir canlı olan insan bedeni, nasıl meydana geliyor? Canlılık birimi olan hücrenin, canlı varlıkların yapı taşı olması ve hayatî olayların cereyan ettiği yer olarak tespiti ve hücrelerin bağımsız oldukları halde müşterek iş görmeleri nasıl bir kanuna bağlı olarak faaliyet gösteriyor? Bunlar vücut organlarını teşkil etmek için hiç şaşmadan yerlerini alıyor, yüklendikleri programı kusursuz yerine getiriyorlar. Bu sayede oluşan or­ganlar en mükemmel makinelerden, en büyük kimya laboratuarlarından daha mükemmel çalışıyor.

     İlim adamları bu tedrici tekâmülü, bir tesadüfe değil, değişmeyen bir takım kanunlara bağlamak zorunluluğunu meydana koymuşlardır. Çünkü yavaş yavaş, basamak basamak, fakat planlı, programlı tekâmül canlı olan bütün varlıkların özüne yerleştirilmiş ve bu bir zaruret halini almış­tır. Bu zaruret, illiyet (kozalite = sebeplilik) prensibi içinde gerçekleşerek bir maksada doğru yükselir.

     Böylece ilâhî irade kanunu, Rab sıfatını incelik ve derinliğiyle bize hatırlatmakta ve tekâmülün bu kanuna bağlı bulunduğunu en veciz bir ifadeyle beyan etmektedir.

     Ancak bizim anlatmak istediğimiz tekâmül ve terbiye, Darvin’in “İnsanın Menşei” adlı eserinde bahsettiği tekâmül değildir. Ona göre hayvanlarla insan türü arasında zaman bakımından bir öncelik-sonralık vardır. İnsanın hayvandan geldiğini ve maymunun buna canlı bir mi­sal teşkil ettiğini iddia eder. Hemen söyleyelim ki, bu iddia ve varsayım ar­tık günümüzde hücre ve gen üzerindeki ilmî araştırma ve çalışmalar karşısında değerini kaybetmiştir. Zamanımızın biyologları, canlıların türüne ve her türlü özelliğine göre kendine benzeyen canlılardan meydana geldi­ğini kesin olarak ortaya koymuşlardır. Çünkü canlı maddenin en büyük vasfı ve onu cansız maddeden ayıran en önemli fonksiyonu özümleme ve özümlenmedir. Bu da fizik ve kimya nevinden değildir. Yalnızca organi­zasyona aittir.

     Darwincilik’in türler arasındaki intikal teorisinin iflas ettiğini meyda­na koyan New York İlim Akademisi Eski Başkanı A. Gressy Morrison di­yor ki:

     “Hayat için elzem ilk şart bugün bizim bildiğimiz fakat Darwin’in bilmediği birtakım olaylarda kendini göstermektedir. Meselâ: Gen hari­kası gibi. Bu gen denen şeyler o kadar anlatılmayacak kadar küçük­tür ki, yeryüzündeki mevcut bütün canlıları meydana getiren gen’lerin hepsini bir araya toplasak bir yüksüğü bile doldurmaz.   Mikroskopla bile görülemeyen bu genler ve onların adaşları kromozomlar her can­lı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkileri hususiyetindirler. Bir yüksük, iki milyarı aşan insan nüfusunun ayrı ayrı bütün ferdî hu­susiyetlerini içine alamayacak kadar küçüktür ama bu husustaki gerçek­ler tereddüde yer bırakmamaktadır.”

     Öyle ise gen denen bu şey nasıl olur da bir sürü baba ve dedele­rin özelliklerini içinde gizliyor ve nasıl oluyor da inanılmayacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı her birinin psikolojisini koruyabiliyor? Elektron mikroskobunda hücre dokuları ve en küçük canlıları incele­yen ilim adamları da Darwinizm’in türler arasındaki intikal teorisinin iflas ettiğini ve artık bir değer taşımadığını, biyolojik araştırma sonucunda el­de edilen bilginin İslâmî görüşle birleştiğini meydana koymuşlardır. Özetle deniliyor ki:

     “DNA (Dezoksiriboz) kalıtımda esas rolü oynar. Esas olarak hüc­re çekirdeğinde bulunur. RNA (Riboz) ise bilhassa protein sentezi yapar. Çekirdekçikte ve proto plazmada bulunur.   RNA’nın üç çeşidi vardır,   her canlıda kendine has özellik taşır. Hücreler bunlar vasıtasıyla kendine ya­rarlı enzimleri (salgıları) yapmak zorundadır. RNA çoğunlukla DNA kont­rolü altındadır. DNA tarafından verilen emri alan RNA diğer çeşitleri ile birlikte o hücrenin enzimi için lüzumlu olan aminoasitleri -ki proteinlerin vücuttaki yapı taşlarıdır- her türlü özelliğine has bir şekilde sıraya koyar. DNA ve RNA’ların her türün özelliğine göre farklılık ve fonksiyon göster­mesi bile, DARWİNİZM'in türler arasındaki intikal teorisinin iflasından başka bir şey değildir.”

     “RABBÜ’L-ÂLEMÎN” (ÂLEMLERİN RABBİ) terkibini ilmî yönden şöyle de izah edebiliriz: Var olan her şey ya vacip ya da mümkündür. Üçüncü bir ihtimal yoktur. Mümkün ise kendisini vücuda getirecek daha önceki bir il­lete muhtaçtır ve illetler silsilesinin sonsuz olarak geriye doğru devamı mümkün değildir; vücudu vacip olan bir mevcutta nihayete ermesi zaru­rîdir. Onun vücudu İçin bir illete lüzum yoktur. O, bizatihi en yüksek kemal sahibi ve ezelden beri bütün yönleriyle fiil halindedir; bekasını devam ettirmek için bir şeye muhtaç değildir.

     İşte biz bu ilk mevcuda -ki ezelî ve ebedîdir- “Allah” deriz ve bu ma­nayla O, Rabbü’l-âlemin = âlemlerin yegâne terbiyecisi’dir.

     O halde Rab sıfatının âlemîn çoğuluna izâfesiyle birlikte delâ­let ettiği terbiye, hayvanlar ve bitkileri basamak basamak türünün özelliğine has bir şekilde kemâle eriştirmektedir.

 

CEZA (HESAP GÖRÜLECEK, KARŞILIK VERİLECEK) GÜNÜN YEGÂNE SAHİBİ:

 

     Din, ilim ve felsefe bu konuda birleşir. Allah hesap ve ceza gününün yegâne sahibi ve malikidir. Çünkü Allah bütün hayır, iyilik ve adaletin kaynağıdır. Bunların -melekût âleminde olduğu gibi- yeryüzünde insan tü­rü arasında gerçekleşmesini ve hedefi olan saadete erişmesini diler. O halde hayır ve adaletin hedefi, diğer bir tabirle karşılığı saadettir. Ama şu dünyada ekseriya hedefine ulaşmayan hak ve adaletin, iyilik ve faziletin varlık âlemindeki ilâhî irade ve hayat kanunu icabı mutlaka ger­çekleşmesi, hedefine ulaşması lâzımdır. Gerçekleşmediğine göre ikinci bir dünyanın varlığını kabul etmek zarureti doğar. Tabiatıyla öbür dünya­da hak ve adaleti temin edecek bizzat biz değiliz; bunu eşyanın herhangi birinde mevcut bir kuvvetten beklemek de boş ve faydasızdır. Hak kavramını gereği gibi idrak etmiş bir üstün ilim sahibinin ve onun buyruklarını gerçekleştirecek emsalsiz bir iradenin var olması gerektir. İşte biz bu ilim ve irade sahibine “Allah” diyor ve kıyamet günü ancak O'nun hak ve adaleti gerçekleştireceğine inanıyoruz. DİĞER BİR İZAHLA:

     İyilik ile saadet, kötülük ile azap arasında kuvvetli bir bağ vardır. Böyle olmamış olsaydı iyilik ve kötülük neticesiz kuru birer kavramdan ibaret kalırdı. Meselâ: Bu dünyada “fazilet” kendi sahibini bazen felâkete sürüklemekte; hayırhahlık, mutluluk hedefine ulaşamamaktadır. O halde aksi görünme ve belirti, ikinci bir dünyanın varlığını ispat etmez mi? O takdirde bu dünyada mükâfat ve karşılık göremeyen hayır ve faziletin öbür dünyada görmesi gerekir. Kant’ın da Allah ve âhireti ispatla ilgili görüşünün hareket noktası buna yakındır.

     İşte burada, geni içine alan ve nesilden nesile geçiren hücrede asıl gelişme-yetişme başlar. Mikroskopla bile görülemeyen küçücük bir gen, içinde hapsedilen birkaç milyon atomun böyle yeryüzündeki bütün hayatı kesin olarak idare edebilmesi niteliği sadece yaratıcı bir bilgin­den çıkacak derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir; başka hiç bir teo­riye imkân yoktur.

 

AHLÂKÎ YÖNÜ

 

     Çoğu insanlar, beşeriyetin asırlardan beri edindiği tecrübelerden ve dinî ahlâktan çıkardığı güzel âdet ve töreleri, hayatın asıl manasım ve ya­şama düzenini bir tarafa itip keyfine göre sınırsız bir hürriyet havası için­de yaşamak ister. Gerçi bu, insanda fıtrî (yaratılıştan) bir arzudur; fakat ayarlanmazsa tehlikeli olur; aynı zamanda Allah'ın insan hayatı için koy­muş olduğu illiyet kanununa aykırı bir hal alır ve en ağır tokadı yine bu kanundan yer.

     İLÂVE EDELİM Kİ: Ferdin mesut olması için yalnız sağlık ve aklî den­ge kâfi değildir; bu ikisi kadar din ve ahlâk da lüzumludur. Sağlık nimetini, akıl devletini ölçülü bir şekilde değerlendirerek hedefine ulaştıran bunlardır.

     Varlık âlemini değişmez kanunlarıyla arızasız olarak idare eden Allah, insanın bu fıtrî aşırılığını ve sınırsız hürriyet içinde yaşama temayü­lünü sınırlayacak nitelik ve ölçüde esas ve prensipler koymuştur. Kur’ân-ı Kerim’in ilk suresi olan Fatiha-i şerife bunu en mükemmel tarzda kendin­de özetlemektedir.

     Bütün işlerin başı, düşüncelerin berraklığı, sözlerin büyüleyici tesiri, davranışların gerçek doğrultusu Besmele ile vücud bulur. Çünkü Rahman ve Rahîm sıfatları, iyilik ve hayır duygusunun bütün inceliğini içine alır; canlıların hepsini bu hayrın feyzine eriştirmeyi hedef olarak kendi kapsamında tutar. Amellerin karşılık göreceği günde ise, hak ve adalet, merhamet ve şefkat kavramları düzeyinde gönülden inanmış ve teslimiyet göstermiş kulları ebediyet nimetine gark eder. Bu bakımdan Besmele’siz başlanan bir iş feyizsiz ve bereketsiz kalır. Allah’ın Resu­lü (SAV), buna işaretle buyurdular ki:   

     “Bismillahirrahmânirrahîm, her şeyin anahtarıdır.”

     “Besmeleyle başlanmayan bütün (meşru) işler bereketsiz ve kısırdır.”

     Görülüyor ki, günlük hayatımızı dinî ve ahlâkî prensipler içinde dü­zenlememizde, Besmele’nin tesiri çok büyüktür. Diğer taraftan Al­lah’ın hamde lâyık tek mevcut olduğuna gönülden inanan bir mümin, geçici servet ve mevki gibi değerlerle böbürlenmez. Her nimetin ve hayrın Allah’tan geldiğini bilerek son derece mütevazı olur. Allah’ın Rahman ve Rahîm sıfatlarla tecelli edeceğine, kılı kırk yararcasına adaletin ger­çekleşeceği günün tek sahibi bulunduğuna, her türlü şüpheden uzak bir itikatla iman eden her insan diğer canlı varlıklara karşı yufka yürekli, temiz kalpli, hassas ruhlu ve arı vicdanlı olmaya çalışır. Bir an olsun hak ve adaletten ayrılmaz ve yaşadığı müddetçe faziletin mücadelesini yapar. Ve işte o zaman hakiki hayat ve saadet başlar.

     Görüyoruz ki Allah’a ve âhiret gününe inanmayan bir insan, biraz şöh­ret, biraz şeref veya para için hayatı boyunca çalışıp çabalar. Zanneder ki bunlardan birine sahip olursa, o ölçüde tatmin olacak, bunca emek ve mahrumiyetin karşılığını şu ölümlü dünyada görecektir. Oysa takatinin tükenmekte olduğunun farkında değildir, bütün vücudunun uzuvları yıp­ranmaktadır ve az sonra onu, arzusunu yerine getirmekten aciz bıraka­caktır. Böylece ölmek üzere olan bir kimse için refah, servet, şeref ma­nasız kelimelerden ibaret kalacaktır.

     Ama kendi yaratılışındaki üstün ve emsalsiz sanatın nasıl işlendiğini ve kim tarafından niçin meydana getirildiğini anlamış olsaydı, bunca çaba ve gayretlerini bir takım zahirî sebeplere bağlamaz, bunun faydasız, ma­nasız ve neticesiz olduğunu idrak eder; bu idrak ve iman havası içinde peşin bir saadet istemeksizin hayatının ve çalışıp çabalamasının asıl he­def ve maksadını tayin etmiş olurdu.

     YARINLARA DOĞRU adlı kitabın sahibi gaye ve hedefini tayin ve tespit et­memiş, ya da edememiş bir insan için der ki: “Bir doktor, ipnotize edilmiş bir kadına meslektaşlarından birine bir kama şaplamasını telkin eder; telkin edilen doktora saldırır. Bu cinayeti niçin yapmak istediği sorulun­ca da “Bana fenalık ediyor” cevabını verir. Bizim için de mesele aynıdır. Sebebini ve maksadını bilmediğimiz ha­reketlere, yukarıdaki kadının söylediği gibi, kabulü imkânsız saçma se­bepler buluruz.”

 

“İYYAKE NA’BÜDÜ = ANCAK SANA İBADET EDERİZ”

 

     Rahman sıfatıyla herkese rahmet kapısını açık bulunduran; inkârcı, eş-ortak koşucu, putperest, ateşperest diye bir ayrım yapmadan bu dün­yada herkesi, kabiliyet ve istidadına göre merhamet güneşiyle fayda­landıran; Rahîm sıfatıyla inanmış ve kulluk görevini yerine getirmiş müminleri öbür dünyada has rahmetine mazhar kılan; yeryüzünde fesat iş­lenmesin, tuğyan edilmesin, hür olarak analarından doğan insanlar esaret ve kölelik zilletine düşürülmesin diye adaletle hükmetmeyi emreden ve her hak sahibinin hakkının verilmesi için kitap ve peygamber gönderen; amellerin karşılık göreceği kıyamet gününün yegâne sahibi bulunduğunu beyan eden; Fatiha-i Şerife’nin ilk cümlesiyle nankörlüğün saygıdeğer yaratılan insana lâyık olmadığını hatırlatan âlemlerin Rabbi Allah, elbette ki ibadet edilmeğe daha haklıdır.

     Bunun için «Ancak sana ibadet ederiz» cümlesiyle ibadetin kime ya­pılacağı; hamd ve şükrün asıl manası, bu ikisinin karşıtı olan nankörlü­ğün âhirette Rahîm sıfatının nurundan ve feyzinden mahrumiyete yol aça­cağı ifade ediliyor.

     Bir günde 30–40 defa Fatiha’yı okuyan kimse, «İyyâke na’budü» hitabıyla Allah’a karşı şöyle söz veriyor:

A-) Allah’ım! Seni bilip tanıdım. Rahman ve Rahîm olduğunu anladım. Bütün varlığımla Sana borçluyum ve her an rahmetine muhtacım. Bana iman ve sıhhat gibi iki büyük nimeti bahşettiğin için sana ne kadar şükretsem azdır. Övülmeye lâyık olan sensin.

B-) Yaşadığım müddetçe Sana hamd edeceğim,   asla nankörlük yapmayacağım.

C-) Hiç bir fâniye kulluk etmeyeceğim, hiç bir fâninin önünde eğilmeyeceğim.

D-) Bütün söz ve hareketlerimi,   düşünce ve tasarılarımı.   Senin çizmiş olduğun çerçeve dâhilinde düzenleyip değerlendirmeye çalışacağım.

E-) Kıyamet günü Senin yüce adalet divanında hesap verirken mah­cup olmamak, ebedî rüsvalığa düşmemek için bu dünyada hak ve ada­letten ayrılmayacağım.

     İşte Fatiha suresini bu iman ve bu idrak içinde okuyan müminler her gün ve her saat ahlaken yükselir, vicdanen arınır, insan-ı kâmil olma basamaklarında başarılı olur. Ayrıca Besmele ile Hamdele, kötü âdetlerin, zararlı ideoloji­lerin, gayr-i ahlâkî ve gayr-i insanî bütün davranışların önüne bir set çeker, insana, insan olduğunun hikmetini öğretir.

 

İÇTİMAÎ YÖNÜ

 

     “(ALLAH’IM!) YALNIZ SANA İBADET EDER VE ANCAK SEN’DEN YARDIM DİLE­RİZ.”

 

   Bu iki cümleden, sosyal yapımızı madde putperestliğinin aldatıcı ve büyüleyici tesirinden kurtarma çarelerini, ilâhî nizama uymanın huzur dolu nimetlerini ve böylece millet olarak birlik ve beraberlik içinde uzun ömürlü olmanın yollarını ve açık sebeplerini öğreniyoruz.

     “YALNIZ SANA İBADET EDERİZ.” cümlesi, kul ile Allah arasındaki müna­sebetin ilâhî nizama göre uygulanmasını, ara yerde vasıta bulundurulma­masını telkin ediyor. Cemiyetin iç huzur, birlik ve beraberlik gibi temel meselelerinin ancak Hakk’a, cemaatleşme şuuru içinde ibadet etmekle mümkün olacağına işaret ediliyor.

     Ayrıca mef’ulün fiile takaddümü, Allah'tan başka hiç bir varlığa ibadet etmenin caiz olmadığını; peygamberler dâhil hiç bir insanın önünde eğilmenin doğru bulunmadığını ifade ediyor.

     Bu bakımdan fertleri ilâhlaştırmanın haram olduğuna dikkatimiz çe­kiliyor. Çünkü kula kul olmak, insanı insanlık şeref mertebesinden indirir, bayağı bir mahlûk seviyesine düşürür. Cemiyet ve milletin benliğini öldü­rür; vicdanları silik hale getirir; millî, dinî ve ahlâkî bütün değerleri kö­künden söküp çıkarır. Bu yüzden halk, Firavun’a tapanlar gibi şuursuz bir kitle olur.

     “ANCAK SEN'DEN YARDIM İSTERİZ.” cümlesi, bize şu hususları öğretiyor:

A-)  Bütün kuvvet ve kudret ilâhî irade ve meşietten sadır olur.  Allah yegâne kuvvet ve kudret kaynağıdır.

B-)  Bütün kuvvet ve saltanatlar bu iradeyle mahkûm olur. Çünkü var­lık âleminde tek hükümran olan Allah'tır; diğer bütün saltanatlar iğreti ve geçicidir.

     O halde cemiyetler ve milletler ve onları idare eden kadrolar her an Allah’a yönelerek yardım istemeli ve O’nun üstün irade ve kudretine bo­yun eğmelidirler. Aksi halde dağılıp yıkılmaya mahkûm olurlar. Tarih bo­yunca yıkılan medeniyetler, silinen imparatorluklar bu yüzdendir.

     Cemiyet ve milletlerin tuğyan ve isyanını ancak Hakk’ın iradesine bağlı sağlam bir akide frenleyip zararsız hale getirebilir. Ve bu akide kuvvetlendikçe cemiyetin sosyal ve ruhî yapısı gelişir; o kadar ki, bütün kalpler bir araya gelip tek kalb halini alır ve bir ağızdan: “Bizi doğru yola ilet. Nimetine erdirdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil...” duasını yaparak kulluğun asıl manasını ifade etmiş olurlar.

 

“RABBÜ’L-ÂLEMÎN” TERKİBİNİN DELÂLET ETTİĞİ EĞİTİM SİSTEMİ

 

   İslâm dini, bütün hüküm ve prensipleriyle aynı zamanda bir terbiye ve ahlâk sistemidir. Terbiye ve ahlâk ise, ferdî gayretten ziyade sosyal ve kültürel faaliyet konusu ve meselesidir. Bu bakımdan Kur’an’a göre terbiye esaslı bir eğitime dayanır. Ahlâk ve fazilete dayalı bir eğitimin ol­madığı yerde dinî terbiye meselesini gerçekleştirmek ve onu asıl hedefine ulaştırmak çok zor ve hatta imkânsızdır.

     Bu nedenle İslâm dini eğitime geniş yer vermiş ve hemen her konu­da bunun ana prensiplerini belirlemiştir. Kur’ân’da gerçek eğitimden ayrı ne bir hukukî sistem, ne de bir âhiret mefhumu vardır. Hemen her konu­da ahlâk ve terbiyeye müstesna bir yer ayrılmış ve bunun bir sosyal me­sele olduğuna dikkatimiz çekilmiştir.

     Kur'ân-ı Kerim’de dokuz yüz küsur yerde Rab sıfatının anılması, terbiye ve ahlâka ve bu ikisini olumlu sonuca bağlıyacak eğitime ne ka­dar ve nasıl yer verildiğini göstermeye kâfidir.

     Hadis-i şerifleri de buna ilâve edecek olursak, binlerce yerde anılan Rab kelimesi hakkında ilim adamlarından bir kısmının tarif ve görüşünü kısmen de olsun nakletmeyi faydalı gördüm. Çünkü o zaman İslâm'ın eği­timle olan ilgisinin oranı daha iyi anlaşılmış olur:

     “RAB” kelimesi, aslında mastardır. Beslemek, terbiye edip büyüt­mek demek olup, bundan ism-i fail (sıfat) mübalağası alınmıştır ki, yeteri kadar terbiye edip besleyici manasınadır. Belirli olarak getirildiği zaman, varlık âlemini terbiye edip kemale doğru götüren, bütün cins ve türlerin ıslahını özelliğine göre tekeffül eden Allah’a sıfat olur.

     “RAB”, efendi (seyyid) manasına geldiği gibi, işleri düzene koyan, tedbirli, güçlü ve ilgilendiği şeylere hâkim kimseye de sıfat olarak gelir. Belirli geldiği zaman, yarattıklarının durumunu, hal ve istikbalini adım adım kemale eriştiren Allah’a sıfat olur.

     Dilimizde Arapçadan geçen “TERBİYE” kelimesi, “RAB VE RİBA” kökle­rinden gelir. Bunların anlamları, “Beslenmek, tamamlanmak, ziyadeleş­mek, toplanmak, artmak, çoğaltmaktır.” TERBİYE de LÜGAT ANLAMIYLA kısaca “Tamamlatmak, ıslah etmektir.” TERİM OLARAK da “Bir şeyi derece derece ye­tiştirip olgunluğa eriştirmektir.”

     “RAB” terbiyenin bütün gereklerini taşıyan en olgun ve başarılı terbi­yeci anlamına gelir. “TERBİYE” ise, ilgili bulunduğu şeyleri kademe kademe kemale götürüp eriştirmek ve tamamlamak manasını taşır.

     Allah’a sıfat olarak gelen ve bazen “âlemin” çoğuluna izafe eden Rab kelimesinin delâlet ettiği eğitim sistemine gelince:

     Allah’ın yüzlerce ayette kendisini bu sıfatla anmasının sebeplerinden biri de, varlık âlemini, terbiye yoluyla derece derece kemale eriştirmiş ol­masıdır. Bu âlemden mükemmel bir parça olan ve her an -mükemmelliğini koruyabilmek için- terbiyeye muhtaç bulunan insanoğlu, Rab sıfatından edineceği mana ve metotla terbiyeyi sistemleştirmek ve bunu bir maarif konusu olarak sosyal hizmetlerin başında ele alıp işlemek zorundadır. Ak­si halde yetişen nesil mevcut nizamı alt-üst eder; kâinatta cari olan ilâhî kanunlara (hayat kanunlarına) tuğyan edip, düzensizlik meydana getirir. Böylece yeryüzünde sevgi ve saygıdan, edep ve terbiyeden, huzur ve sü­kûndan, iyilik ve faziletten, hayırhahlık ve kahramanlıktan pek eser kal­maz.

     Çünkü Allah’ın “Rab = terbiye edip yetiştirici” olması, insanların yetişme ve yetiştirme yükümlülüğünü kaldırmaz. Hem Allah’ın «Rab» ol­masının diğer manası şöyledir: Beşer güç ve kudretinin dışında olan şey­leri bizzat Allah terbiye edip yetiştirir; onun güç ve kudreti dâhilinde olan şeylerin ıslah ve yetiştirilmesini, kemale doğru basamak basamak eriştirilmesini ona bırakır. Meselâ: bir hayvan, ya da bir meyve cinsini ıslah etmek beşer kudret dâhilindedir. Bu bakımdan Allah bunların ıslahını insana bırakmıştır. Fakat onu yaratıp türünün özelliğine göre meydana ge­tirmek Allah’a aittir. O kendisine ait olanı yapar, gerisini insana bırakır.

     İşte burada ve bu incelikte sorumluluk ve yükümlülük başlar. Kâinatta devam ede gelen ilâhî kanunlara uygun düşünmek ve hareket etmek başlar...

     O halde İslâm ancak eğitimle ahlâk ve fazileti, olgunluk ve düzeni gerçekleştirebilir. Bugün İslâm medeniyetinden, İslâm kültür ve ahlâkın­dan bahsediliyor ve bunun Batı medeniyetine öncülük ettiği kabul edili­yorsa, bu sadece ve yalnız İslâm’ın sistemleştirilmiş eğitiminin eseridir. Bu sayede o devirlerde iyilik kötülüğe zafer bulmuştur. “İyiliğin kötülüğe zaferi, kötü insanların iyi insan olması demektir.” denildiği gibi. 

 

FIKHÎ YÖNÜ

 

NAMAZDA KIRAAT FARZDIR.

HANEFÎLERE GÖRE: Farz olan mutlak kıraattir. Farz namazların ilk iki rek’atinde Kur’ân okumak farzdır ve bu iki rek’atte Fatiha-i şerifeyi oku­mak vaciptir. Geri kalan iki rek’atte ise okunması sünnettir. Nafile na­mazların bütün rek’atlerinde okumak vaciptir. İmama uyan cemaatin bir şey (Fatiha veya zamm-ı sure) okuması tenzîhen mekruhtur. Çünkü Hazret-i Peygamber (SAV) şöyle buyurmuşlardır:

     “Kimin imamı varsa, imamın kıraati onun için de kıraattir.”

ŞÂFİÎLERE GÖRE: Cemaatin de Kur’ân okuması farzdır.

MÂLİKÎLERE GÖRE: Cemaatin gizli okuması menduptur.

HANBELÎLERE GÖRE: Gizli okunan namazlarda cemaatin okuması müstehaptır. Aşikâr okunan namazlarda ise, imamın durakladığı yerlerde ce­maatin okuması müstehaptır.

 

TASAVVUFÎ YÖNÜ

 

     Fatiha’da geçen ilâhî sıfatlar ve Rab sıfatının âlemîn’e izafesi, bizi imkân sahasına getiren Kâdir-i Mutlak’ın önce kudretini, sonra terbiye­deki rabbânî metodunu hatırlatıyor. Rahman ve Rahîm sıfatlarının tecellisiyle vicdanlar üstündeki karartıyı rahmet nuruyla giderme imkânlarını lütfettiğine dikkatimizi çekiyor, Ayrıca Rabbü’l Âlemîn terkibiyle, ledünnî ilimlerin kapısını açıp kalpleri füyuzat-i sübhaniyesiyle, inâyet-i rabbâniyesiyle cilaladığını ve bununla önce kendi nefsimizi ve sonra Cenâb-ı Hakk’ı bilip kulluk resmiyetini ona göre yerine getirmek üzere gayb âle­minden şuhud âlemine intikalimizi en veciz bir ifâdeyle beyân ediyor. 

 

FAHRUDDÎN RÂZİ'YE GÖRE FATİHA’NIN TASAVVUFÎ YÖNÜ

 

     Müfessir Fahruddîn Râzî, Fatiha-i Şerife’nin tefsirini özetlerken onu tasavvufî manada ele alarak diyor ki:

     “Dünya âlemi bulanık bir âlemdir. Âhiret âlemi ise, saf ve temiz bir âlemdir. Bu manayla âhiretin dünyaya nispeti, aslın fer’a, cismin gölgeye nispeti gibidir. Dünyada ne varsa, âhirette mutlaka onun bir aslı mevcuttur. Böyle olmamış olsaydı, şu dünya dediğimiz âlem değersiz bir serap, boş bir hayal olurdu. Böylece, âhirette de ne kadar bir asıl varsa, mutlaka dünyada onun bir misali mevcuttur. Böyle olmamış olsaydı o, meyvesiz bir ağaç, delilsiz bir medlul gibi olurdu.

     O halde ruhanî âlem aydınlıklar, nurlar, zevkler ve nihayet lez­zetler âlemidir. Hiç şüphe yok ki, ruhanî (ruhlarla ilgili) âlem; kemal ve noksanlık bakımından farklıdır; bu âlemde ruhlardan birinin daha çok şerefli, daha yüce, daha mükemmel ve daha güzel olması, diğer ruhların onun emri ve nehyi (buyruğu) altında bulunmasını gerektirir. Kur’ân-ı Kerim’de buna işaretle buyruluyor ki:

 

ذِي قُوَّةٍ عِندَ ذِي الْعَرْشِ مَكِينٍ:

 

     “Bir elçi ki, çetin bir kudrete maliktir. Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır.”    (TEKVİR SURESİ – 20. AYET)

     Bunun gibi, dünyada da şahısların en şereflisi olan, aynı zamanda bu âlemde en mükemmel, en yüce ve en gönül çekici güzellikte bulunan bir zata ihtiyaç vardır. Başkası ise bu âlemde onun emri altında olma­lıdır. Birincisi ruhlar âleminde itaat edilme mevkiinde, ikincisi cisimler âle­minde itaat edilme mevkiindedir. BU AYRIMA GÖRE: BİRİNCİSİ en yüce âlem­de, İKİNCİSİ en aşağı âlemde itaat edilme, buyruk verme durumundadır.

     Yukarıda belirttiğimiz gibi, cisimler âlemi ruhlar âlemine nispetle göl­ge ve iz gibidir. Bu nedenle adı gecen iki âlem arasında bir yakınlık, bir il­gi ve kaynaşma gerektir.

     Ruhlar âleminde itaat mevkiinde olan, MASDAR’dir. Cisimler âle­minde itaat mevkiinde olan ise, MAZHAR’dir. MASDAR OLAN, MELEKLERİN RESULÜDÜR. MAZHAR OLAN, BEŞERİN RESULÜDÜR.

     İşte bu iki resulle hem dünya, hem de âhiret saadeti tamamlanmış olur. Bunu anladıktan sonra deriz ki:

     “Beşerin resulünün kemali, ancak Allah'a yaptığı davette kendini gösterir. Bu davet ise, ancak Bakara suresinin sonundaki yedi mertebey­le tamamlanır:

 

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ:

 

     “Peygamber, Rabbinden indirilene iman etti; müminler de hepsi de Allah’a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar ve: “Peygamberlerinden hiç birini   (diğerinden)  ayırt etmeyiz”   dediler.” (BAKARA SURESİ – 285. AYET)

     İşte bu dört mertebe Mebde’i tanımaya, bilmeye bağlıdır; bu da rûbubiyeti bilip tanımaktır. Bundan sonra ubudiyeti bilip tanımaya bağlı olan mertebeleri belirtiyor. Bu da iki şey üzerine kurulmuştur: Biri mebde’ (başlangıç), diğeri kemal... Mebde’ olanı, “İşittik, itaat ettik!” buy­ruğudur. Zira bu mana, Allah’a gitmek isteyen herkese lüzumludur. Kemal olanı ise, Allah’a dayanmak ve tamamen ona iltica etmektir. “Ey Rabbimiz! Mağfiretini isteriz.” mertebesi işte budur. Bu mertebe, nazarî ve beşerî olan amellerden, insanî olan taatlerden ayrılıp kopmak; bütün mevcudiyetiyle Allah’a sığınıp O’nun rahmet ve mağfiretini istemektir.

     Yukarıdaki dört aslı bilip tanımak sebebiyle Rububiyeti bilmek hu­susu tamamlanınca, bu iki asılla da ubudiyet’i bilip tanımak tamamlanmış olur. Ve artık bundan sonra Melikü’l-Vehhab olan Hazret’e gitmek, son dönülecek güne hazırlıkta bulunmak kalır. “Son varışımız ancak Sana­dır!” buyruğu bunu ifâde eder.

     Bu yedi mertebeyi bilmek gerçekleşince, bundan dua ve yalvarıp ya­karma mahiyetinde yedi mertebe dallanıp çıkar. Onlar da:

    

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَتُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَاأَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ:

 

     “Ey Rabbi­miz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorguya çekme. Ey Rab­bimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme. Ey Rab­bimiz! Gücümüzün yetmeyeceği şeyi bize taşıtma... Bizi affet, bizi bağışla, bizi esirge. Sen Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et.”  (BAKARA SURESİ – 286. AYET)

     İşte Bakara Suresi’nin son kısmındaki yedi mertebeyi, Hz Muhammed (SAV), ruhlar âleminde Mi’rac’a yükselirken zikretmiştir. Mi’rac’dan inince, Masdar’ın eseri Mazhar üzerine feyezan etmiştir ki buna, «Fatiha suresi» yle tabir verilmiştir. Namazda kim bu sureyi okursa; Nur­lar, Mazhar’dan çıkıp Masdar’a doğru yükselir. Nasıl ki, Hazret-i Muham­med (SAV) devrinde bu nurlar Masdar’dan çıkıp Mazhar’a doğru inerdi. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz (SAV), şöyle buyurmuştur:

     “Namaz, müminin mi’racıdır.”

 

TAHLİLLER

 

     ALLAH, Cenâb-ı Hakk’a has özel bir isimdir. Birçok müfessirlere göre, Allah lâfzı herhangi bir kökten türetilmiş değildir. Tanrı ve Çalap isimle­ri, Allah lâfzına karşılık olamazlar ve O'nun yerini hiçbir zaman tutamaz­lar Çünkü “ALLAH” ismi, yalnız, başlangıcı ve sonu olmayan, varlığı ken­dinden olan, varlığında hiçbir şeye muhtaç bulunmayan, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan “YÜCE YARADAN” hakkında kullanılmış ve O’na has kı­lınmıştır. Diğerleri ise, Allah hakkında kullanıldığı gibi başka batıl ilâhlar hakkında da kullanılır.

     Hem özel isimler tercüme olunmaz; bağlı bulunduğu dilde nasıl kul­lanılıyorsa, başka dillere nakledilince de aynı şekilde kullanılır.

     BESMELE, «Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm»in kısaltılmış şekli­dir. Kur’ân-ı Kerim’de Beraet suresi müstesna diğer bütün surelerin ba­şında gelen Besmele’nin Kur’ân’dan birer ayet olup olmadığında görüş farkı vardır:

     İmam Şafiî ve ilmine güvenilir âlimler, Besmele’nin Kur’ân-ı Kerim’den olduğunu ve her surenin başında gelen Besmele’nin o sureden bir ayet sayıldığını kabul ederler. Bu bakımdan İmam Şafiî mezhebinden olan­lar, aşikâr kılman namazlarda Besmele’yi de aşikâr okurlar. Çünkü o da başında bulunduğu sureden bir ayettir, okunması lâzımdır.

     Ashab-ı Kirâm’dan İbni Abbas, İbni Ömer ve Ebû Hüreyre’nin, (Allah hepsinden razı olsun), Tabiînden Saîd bin Cübeyr, Atâ, İbni Mübarek ve bir rivayette de İmâm Ahmed’in bu hususta görüş birliği vardır. İmam Beyhakî bunun böyle olduğunu Hazret-i Ali (RA)’dan rivayet etmiştir. Zührî ve Sevrî’den yapılan rivayetler de buna yakındır.

     İmam Evzaî, İmam Malik ve İmam Ebû Hanife’ye göre: Besmele, ne Fatiha’dan, ne de diğer surelerden bir ayettir. Ancak surelerin başına fasi ve teberrük için konulmuştur.

 

BİRİNCİLERİN DELİLİ:

 

A-) Hazret-i Ümmü Seleme’den  (RA) yapılan rivayette: “Peygamberimiz (SAV) namazda Fatiha’nın evvelinde Besmele okudu ve onu Fatiha’dan bir ayet saydı.” denilmektedir.

B-) İbni Abbas (R.A.):

 

وَلَقَدْ آتَيْنَاكَ سَبْعاً مِّنَ الْمَثَانِي وَالْقُرْآنَ الْعَظِيمَ:

 

     “And olsun ki biz sana tekrarlanan ye­di (ayet-i kerime) yi ve şu büyük Kur’ân’ı verdik.”

     Mealindeki ayette geçen “Seb’an mine’l mesânî = tekrarlanan yedi (ayet-i kerimesinden murat, Fatiha süresidir.” diyor. Kendisine: “Bunun yedinci ayeti nerede?” di­ye sorulduğunda,   “Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm” dir,   diye cevap veriyor.

C-)  Dâre-Kutnî'nin Ebû Hüreyre (RA)den yaptığı bir rivayette, Pey­gamber (SAV) şöyle buyurmuşlardır:  

     “El-Hamdü’lillahi'yi okumak istediğinizde önce Bismi’llahi’r-Rahmânî’r-Rahîm’i okuyun. Çünkü bu sure Kur’ân’ın anası, Kitab’ın temelidir ve tekrarlanan yedi ayettir. Besmele ondan bir ayettir.”

 D-)  Sahîh-i Müslim’in Enes bin Mâlik (RA)’dan naklen çıkardığı bir ha­diste, Hz. Enes  (RA) diyor ki: “Resülullah (SAV) Efendimiz aramızda oturuyor­du. Bir ara uyuklar gibi oldu ve sonra tebessüm ederek başını kaldırdı. Biz Onun bu halini merak ettik ve:

     “Ey Allah’ın Peygamberi! Sizi güldüren şey nedir?” diye sorduğu­muzda, şu cevabı verdi: “Şimdi bana bir sure indirildi.” buyurdu ve “Bismi’llahi’r-Rahmâni’r-Rahîm” diyerek, “İnnâ a’teynâ” suresini sonuna kadar okudu.

E-) Ashab-ı Kirâm’ın -Berâet suresi hariç- her surenin evvelinde bir Besmele yazması,  Besmele’nin her sureden bir ayet sayıldığını göstermektedir. Çünkü Ashab-ı Kiram (Allah hepsinden razı olsun). Kur’ân-ı Kerim’e ondan olmayan bir kelimenin ve hatta bir harfin girmemesi için son derece dikkatli idiler. Zeyd bin Sabit’in (RA) Kur’ân’ı Mushaf haline so­karken gösterdiği dikkat ve itina bunun açık delillerinden biridir.

 

İKİNCİLERİN DELİLİ:

 

A-) Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim’in Enes bin Malik (RA) ile Hz­ Aişe (RA) Validemizden yaptıkları rivayette, Peygamberimiz (SAV)’in na­maza Tekbir ve El- Hamdü lillahi ile başladığı belirtiliyor. Bu rivayetten, Hazret-i Peygamber (SAV)’in Fatiha’nın başında Besmele okumadığı neticesi çı­kıyor.

B-) Cebrail (AS)’ın ilk indirdiği “İkra’ bismi Rabbike” ayetinin başında Besmele olmadığı rivayet yoluyla sabittir.

C-)  Ashab-ı Kiram birçok surelerin ayet sayısını belirtmişlerdir, Mesela: “Kevser suresi üç ayettir. İhlâs suresi dört ayettir.” demişler ve fakat Besmele’yi bunlardan bir ayet saymamışlardır.

     FAHRUDDÎN RÂZÎ VE EMSALİ MÜFESSİRLER, birincilerin delil ve dayanağı­nın daha kuvvetli olduğunu ileri sürerek “Besmele Kur’ân-ı Kerim’dendir ve aynı zamanda Fatiha’dan bir ayettir.” hükmüne varmışlardır.

     MÜFESSİR ÂLÛSÎ, Besmele’nin başında bulunduğu surelerden birer ayet olup olmadığını görüş farklarıyla belirttikten sonra, Besmele’nin hem Fatiha’dan, hem de başında bulunduğu sureden bir ayet olduğunu kabul ederek ispat sadedinde on altı delil getirmiştir. Kitabımızın hacmi büyü­mesin diye nakletmedik.

     Besmele hakkında ihtilâf konusu olan diğer bir husus: Besmele, bu ümmete has bir başlama anahtarı mıdır;   yoksa diğer ümmetlere de mi verilmiştir?

A-) Allâme Ebû Bekir et-Tunusî'ye göre, âlimlerin, Besmele’nin bütün ümmetlere verildiğinde ve semavî olan bütün kitaplara bununla başlan­dığında icmâı olmuştur.

B-) Es-Sermînî'nin Suyûtî'den yaptığı rivayete göre, “Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm”  bütün  kitapların fatiha {başlangıcı ve giriş kapısı) dır,  de­miştir.

C-) Müfessir Âlûsî ile bazı âlimlere göre, bütün semavî kitaplara Bes­mele ile başlanmıştır; ancak Kur’ân’da olduğu gibi değildir. Çünkü Kur’ân Arapça, diğer kitaplar başka dil üzerine inmiştir. İndiği dile göre Besmele konulmuştur.

     HAMD: Yaptığını ve yapacağını kendi isteğiyle, iradesiyle yapan zatı, dil ile övmeğe denir. Bu övmenin, övgüyü yapana ulaşmış bir iyilik karşısında olması şart değildir. Allah sonsuz iyilik ve kerem sahibi bulun­duğu için hamd edilmeye lâyıktır.

     Medh ve şükür ise, bu manada değildir; hamd’in yerini tutmaz­lar. Olağan ve sıradan şeyler de methedilebilir. Bazen bir insan ilmiyle, faziletiyle methedildiği gibi, uzun boyluluğu, güzel yüzlülüğü ile de methedilebilir. Şükür bir iyiliğe karşı kalb, dil ve uzuvlarla meydana konulan “kıymet bilirliğe” denir. Bu bakımdan hamd, şükürden daha umumîdir.

     RAB: Yavaş yavaş, basamak basamak terbiye edip büyüten, olgun­laştıran, yetkinlik ve yüksek değere ulaştıran gerçek terbiyeci demektir. Sahip ve malik anlamlarına da gelir. Kelime olarak, mübalağalı sıfat ma­nasını taşıyan bir masdardır.

     ÂLEM: “Allah'tan başka bütün varlıkların genel ismidir.” diyenlere göre kelime, erkek ve akil olanları içine alan ölçüde gelmişse de tağlîb ölçüsünde kullanılmıştır.

     RÂĞIB EL-ESFEHANİ’YE GÖRE: Âlem, “ilm” kökünden türetilmiş bir isimdir. İlm, malûm olan eşyanın hakikatini idrak anlamında gelir. Bu, ya eşyanın zatını idrak etmek ya da bir şeyin varlığıyla diğer şey üzerine hükmetmek demektir. O halde Allah’ın varlığı ve birliği mahlûkat bütünü­nün her bir bölüm ve parçasıyla bilinir.

     Bazı müfessirlere göre de “ÂLEM” kelimesinin akıl sahibi kimsele­ri içine alan bir ölçüde getirilmesi, yeryüzünde mevcut bütün milletlere işarettir. Çünkü hiç şüphe yok ki, Allah yalnız Müslümanların değil, bütün milletlerin Rabbidir; Rahman sıfatından tecelli eden rahmet ve atıfeti hepsini kapsamış ve kuşatmıştır. Her millet kendi çalışma kabiliyet ve istidadına göre bu rahmet ve atıfetten nasibini alır.

     Rab sıfatının âlem kelimesiyle bağıntı yapması, -az yukarıda da belirtildiği gibi- her şeyin değişmez bir kanunla tekâmüle doğru adım adım yükseldiğini ve bu kanunun illetler silsilesinin Allah'a dayandığını ha­tırlatmakta ve böylece insanları madde putperestliğinden, hayat kanun­larına tuğyan etmekten kurtulmaya davet etmektedir.

 

BU TAHLİLLERİ ÖZETLEYECEK OLURSAK:

 

     Canlı cansız, yaş, kuru ne varsa hepsi de Allah’ın sonsuz ilim ve kud­retinin, terbiye ve merhametinin tasarrufu altındadır. Hiçbir şey ihmal edil­memektedir. Doğup büyüyen canlıların, yeşerip yükselen bitkilerin hayat­larını değişmez kanunlarıyla düzene sokup biteviye yürüten O’dur. Ve hiç­bir şey O’nun ilim ve kudretinin, terbiye ve rahmetinin dışında kalamaz.

     RAHMAN VE RAHÎM: Rahmet kökünden gelen müşebbeh sıfat­lardır. Rahmet’in lügat manası: Gönül yufkalığı, yürek sızlaması ve üzün­tüsüdür. Sıfat olarak getirilmesi, Allah’ın yaratıklara karşı olan esirgeme, bağışlama, koruma ve yarlıgamasının devamını bildirmek içindir.

     RAĞIB EL-ESFEHÂNİ’YE GÖRE: Rahmet, acınan kimseye iyilik yapmayı gerektiren gönül yufkalığıdır ki, yukarıda verdiğimiz manaya çok yakın­dır. Bu kelime bazen yalnız acıma anlamında, bazen de yapılan iyilik hak­kında kullanılır. Bu itibarla, rahmet, Allah tarafından ise, nimet vermek, ihsanda bulunmak ve korumak manasını; insanlar tarafından ise, acıma ve gönül yufkalığı manasını ifade eder.

     Hz Peygamber (SAV), Allah’tan naklen buyuruyor:

     “Allah Teâlâ rahmeti yarattığında ona: “Senin ismini kendi ismimden türettim. Kim seni (yerine) ulaştırırsa, Ben de onu (kendime veya rahmetime) ulaş­tırırım. Seni kesip koparanı (insanlara merhamet etmeyeni, akrabası ile il­gi kurmayanı) (kendimden, rahmetimden) uzaklaştırırım.”

     Rahman, taşıdığı geniş mana itibariyle yalnız Allah’a sıfat olarak kullanılır. Zira her şeyi rahmetiyle kuşatıp besleyen O’dur. Rahîm ise, baş­kası hakkında da kullanılmıştır. Nitekim Peygamberimiz (SAV) hakkında “Rauf” ve “Rahîm” sıfatları gelmiştir.

 

FATİHA’DAN SONRA ÂMİN DEMEK

 

     Fatiha-i şerife, Kur’ân’ın özeti olmakla beraber Allah’a karşı yapılan dua ve niyazın en güzel ifadesidir. Her duadan sonra “ÂMİN” (Ya Rab, ka­bul buyur,) demek nasıl müstehapsa, Fatiha’yı okuduktan sonra da “âmin” demek hem müstehaptır, hem de teşvik yollu övülmüştür.

     İmam Ahmed bin Hanbel ve Ebû Davud’un Vâli bin Hacer (RA)’dan yaptıkları rivayette, Peygamber (SAV) “Ğayri'l-mağdubi aleyhim vele'd-dâllîn” dedikten sonra sesini yükselterek “âmîn” dediği işitilmiştir. Ebû Hüreyre (RA)’dan yapılan bir rivayette ise, Peygamber (SAV)’in “âmin” sesini arkasındaki birinci saf duyardı, denilmektedir.

 

BU KONUDAKİ RİVAYETLERİN IŞIĞI ALTINDA:

 

A-) İmam Ebû Hanife’ye göre, aşikâr okunan namazlarda imam “âmin” derse, ona uyan cemaat susar, yani   “âmin”   demezler. İmam unutacak olursa, cemaat gayet hafif söyleyebilir. Gizli okunan namazlar­da ise, cemaat “âmin” demez.

B-) İmam Malik’e göre de böyledir.

C-) İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, aşikâr okunan namazlarda imamın “âmin” demesiyle ona uyan cemaat de sesini yükselterek  “âmin” der.

D-) İmam Şafiî’ye göre de böyledir. İshak bin Rahuye de aynı görüştedir.

E-) Küfe ve Medine fakihlerine göre, imam aşikâr olarak “âmin” de­mez.

 

ÂMİN İLE İLGİLİ HADİSLER

 

     “İmam âmin dediği zaman siz de âmin deyin. Zira kimin âmin deme­si meleklerin âmin demesine uygun düşerse, (kul hakkı hariç) geçmiş günahları yarlığanır.”

     “İmam, vele’d-dâllîn, dediği zaman, siz âmin deyin. Allah (duanızı} kabul eder.”

     “Hakikat, Yahudiler bize karşı en çok, Allah'ın bizi eriştirdiği, onların yitirdiği cuma üzerine ve yine Allah'ın bizi kavuşturduğu, onların da sa­pıtıp kaybettiği kıble üzerine ve bir de İmamın arkasında âmin dememiz üzerine haset ederler.”

     “Bana namazda ve duada “âmin” verildi ki, bu benden önce hiç kim­seye verilmemiştir. Ancak Mûsâ (peygamber} müstesna.. O, dua eder, Harun “âmin” derdi. O halde siz duanızı “âmin” demekle bitirin. Çünkü Allah ona cevap verip kabul buyurur.”

     “Vele’d-dâllîn, okununca siz âmin deyin.”

 

FATİHA SÜRESİYLE İLGİLİ TEFSİRİMİZİ ÖZETLEYECEK OLURSAK

 

A-) Yedi ayet olan bu sure, Allah’a hamd ile başlar. Hamd’in taşıdığı geniş mananın ışığı altında nankörlüğün her çeşidine kapıyı kapar. Böy­lece Kur’ân, Allah’a hamd etmekle başlar, nankörlüğü yerer; nankörlük­ten ve nankör olanlardan âlemlerin Rabbine sığınmayı emretmekle so­na erer.

B-) Varlık âleminin mükemmel bir terbiye sistemi içinde vücud buldu­ğunu, her şeyin ilâhî terbiyeyle kemale eriştiğini; bu nedenle insanların da ancak mükemmel bir eğitim sistemiyle maddî ve manevî varlıklarını de­vam ettirebileceklerini, huzur ve mutluluğa ancak bu sistemi kusursuz uy­gulamakla ulaşabileceklerini beyan eder.

C-) Varlık âleminin hepsini kapsayan Rahman sıfatıyla, her varlığın kendi kabiliyet, istidat ve hareketine göre bu rahmetten nasibini alaca­ğına, bunun değişmeyen ve kesintiye uğramayan füyuzatının herkese açık bulunduğuna işaret eder.

D-) İlâhî rahmetin başka bir tecellisini ifade eden Rahîm sıfatıyla; Dünya'da Rahman sıfatına, ondan gelen kesintisiz füyuzata mazhar olan insanlara, işledikleri iyi ve feyizli amelleri karşılığında kıyamet günü fazlasıyla mükâfat verileceğine; yapılan en ufak bir hayrın bile karşılıksız kalmayacağına ve nihayet bu rahmet dalgasının ancak inanmış, inandığı­nı bilfiil işlemiş, işlediği her amelle ilâhi rızayı kazanmayı arzulamış müminleri içine alacağına müjde veriliyor.

E-) “Ceza (hesap görülecek, karşılık verilecek) gününün yegâne sa­hibidir.” terkibinde geçen Malik sıfatıyla: Bu dünyada iyilik yapan, hayır işleyen, Hakk’ın müdafaasını vazife edinen, faziletin mücadelesini gönül rahatlığı içinde veren; zulmeden, tuğyan eden, hakka tecavüzde bu­lunan, nefsanî bütün arzularını -hiçbir sınır ve kanun tanımadan- tatmine çalışan; zulme uğrayan ve nihayet haksızlığa maruz kalan, işkence gören herkes için bir ceza ve mükâfat günü, bir hesap ve adalet günü hazırlan­mıştır. O günde iltimas olmayacak, rüşvete iltifat edilmeyecek, hatır gönül tanınmayacak, hak ve adalet en hassas ölçü ve terazisiyle meydana ko­nulacak ve hiçbir kimseye zulmedilmeyecek. İşte böyle bir günün mutlak hâkimi, adalet dağıtıcısı ve yegâne sahibi Allah olacaktır. Allah (C.C.) o gün hesap vermeyecek, hesap soracaktır. Onun mutlak hükümranlığının bir ucu adalete, diğer ucu rahmet ve mağfirete dayalıdır. Ve işte Malik sıfatı bütün bunları anlatır.

F-) “Yalnız Sana ibadet ederiz.” Ne güzel söz! Allah’a inanan kimse inançlarını derhal gerçekleştirmelidir. Çünkü imanın en güzel ve tatlı mey­vesi ibadettir. Kuvvetli imana sahip kimse ibadetlerinin üzerine imanının damgasını vurur ve bunu yaparken dünyanın en mutlu insanı olur. İnsan­ları ilahlaştırma bedbahtlığından kurtulur; hür bir mümin olma bahtiyarlı­ğına erişir.

     Kula kul olmak ne fena zillettir! Hakk'a kul olmak ne büyük şereftir! Unutmayalım ki, fiil ve hareketlerimiz gücümüzün yettiği yegâne şeylerdir. Onları Allah’a karşı kullukta kullandığımız nispette güçlü sayılırız.

     Ayrıca ayet, cemaatleşme şuuru içinde ibadete işaret ediyor. Çünkü camilerimiz aynı zamanda birlik ve beraberliğin, bir gaye etrafında top­lanmanın geliştiği en mübarek yerlerdir. Mabetlerde yapılan ibadetler, geçen olaylar, söylenen sözler bizleri evdekilerden ve sokaktakilerden daha çok tesir altına alır. Mabetlerde edindiğimiz bilgi ve aldığımız ru­hanî hava, bizi dalkavukluktan, şahıslan putlaştırmaktan kurtarıp imanın güçlü hürriyetine kavuşturur. Bunun için “Yalnız Sana ibadet ederiz.” der­ken iki önemli hususu belirtiyoruz: BİRİNCİSİ, yalnız Allah’a ibadet edece­ğimizi beyan ediyoruz. İKİNCİSİ, bu ibadeti cemaat halinde, diğer bir ta­birle cemaatleşmeden doğan birlik, beraberlik, sevgi ve saygı havası için­de yerine getireceğimize söz veriyoruz.

     İnsan, Allah’ın yeryüzündeki hayat kanunlarını bildiği ve bu kanunlara uygun davrandığı nispette yardım görür. Doğum ile ölüm çemberi arasında olan hayatımızı bize bahşeden Allah’tır; bu hayat ölüm ile bu çemberini aşıyor ve sonsuz bir hayat iklimine giriyor. İnsan ruhunun en yüksek özleyişi olan bu ikinci hayatı mutluluğa gark etmek için, o hayatı bize bahşeden, Rahman ve Rahîm olan, hesap gününün yegâne sahibi olarak bilinen Allah’a gerektiği şekilde ibadet etmemiz ve yalnız O’ndan yardım beklememiz icap etmez mi?

     Allah’tan isteyeceğimiz en büyük yardım, yine Allah’ın nimetine eriş­tirdiği sevgili kullarının yürüdüğü yoldur. En yüksek gaye bu yola kavuş­mak ve bahtiyar kullarla beraber Allah’a yükselmektir.

     İlâhî nimete erişen peygamberlerin bir kısmını yalanlayıp, diğer bir kısmını öldürmek suretiyle Allah'ın gazabına çarpılan Yahudilerle, İsa Pey­gamberi ve anası Meryem’i ilâhlaştırmak suretiyle sapıtan Hıristiyanların yoluna girmekten kurtulmak ise kul için büyük bir necattır.

     Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a!

 

İKİ SURE ARASINDAKİ MÜNASEBET VE BAĞLANTI

 

     Fatiha-i şerife, Allah’ın hamd-ü senaya, yürekten övülüp sevilmeye lâyık olduğunu; varlık âleminde tekâmül kanununun cari bulunduğu­nu; ilâhî terbiye sistemini ve inanmış bir milletin birlik ve beraberlik için­de hayatiyetini devam ettirebilmesinin sağlam bir eğitime dayandığını beyan eder. Kulluğun yolunu, cemaatleşme şuurunu, dinin maksat ve he­defini, hidayetin nasıl gerçekleşeceğini telkin eder. Terbiye sistemine uy­gun yaşayanların Allah’tan yardım istemelerini öğütler; beşer ruhunun özlediği dosdoğru yola erişmenin sebep ve vasıtalarını tanıtır.

     İlâhî buyrukları kendi çıkarlarına göre değiştiren, böylece onun se­mavî niteliğini kaybettiren Yahudilerin materyalizme giden yollarından uzaklaşmayı, şahısları ilâhlaştırıp nankörlüğün en kötüsünü yapan Hıris­tiyanların teslis yolundan sakınmayı, dimağlara enjekte eder ölçüde ha­tırlatır.

     SONUÇ OLARAK: Allah’ın Rahman ve Rahîm olduğunu, din gününün ye­gâne sahibi bulunduğunu bilerek ona bu bilgi halesi içinde hamd-ü sena­da bulunmanın geniş rahmete yol açacağına, nankörlükte bulunmanın ise ilâhî gazaba sebep olacağına bilhassa işaret eder.

 

KAYNAK : İLMİN IŞIĞINDA ASRIN KUR’AN TEFSİRİ     CELAL YILDIRIM

Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi13
Bugün Toplam462
Toplam Ziyaret5040207
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI