• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Camii, Cemaat, Ezan ve Bayrak

CAMİİLER

إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِوَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَىأُوْلَـئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ:

“Allah’ın mescitlerini sadece, Allah’a ve ahiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve ancak Allah’tan korkan kimseler onarır. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan olabilirler.”    (TEVBE SURESİ – 18. AYET)


Bütün dinlerde mabetler, inanılan varlığa karşı, toplu veya ferdî olarak dinî görevlerin yerine getirildiği, ibadetlerin icra edildiği, kişinin kendisini inandığı varlığa yakın hissettiği mekânlardır. Bu yerler, ilahî âlemle, dünyevî âlemin kesiştiği, Mâ’budu ile insanın bir nevi buluştuğu ve kişinin kendisini ilâhî huzurda hissettiği yerlerdir. Bu bakımdan mabetlerin toplumların hayatında önemli bir yeri vardır.

 

MABED

İslam dininde, mabetlerin toplum hayatındaki önemi vurgulanmış, manastırların, havraların, kiliselerin ve mescitlerin; Allah’ın isminin çokça zikredildiği  mekânlar olduğu  belirtilmiş, buraların  Allah’ın  koruması  altında olduğuna  işaret  edilmiştir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur:

 

الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ إِلَّا أَن يَقُولُوا رَبُّنَا اللَّهُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيراً وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ:

“Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.”  (HACC SURESİ – 40. AYET)  

    
Hz. Peygamber (SAV), fetihler için ordu gönderirken, çocuklara, kadınlara, eli  silah  tutmayan  kişilere  ve din adamlarına dokunmamalarını, ağaçları yakmamalarını ve mabetleri tahrip etmemeleri talimatını vermiştir.

 

MESCİT VE CAMİ

Her  inanca  göre, ibadetlerin  yapıldığı  yerlere farklı isimler  verilmiştir. Müslümanlar  mabetlerine “mescit” ve “cami” ismini vermişlerdir. Mescit      “secde   edilen   yer” manasına   gelir. Kur’an-ı   Kerim’de   tekil ve   çoğul olarak   muhtelif ayetlerde  geçmektedir. Bir  ayette, mescitlerin  Allah’a ait olduğu, buralarda Allah’tan başkasına kulluk  etmeyi Rabbimiz yasaklamakta ve  şöyle buyurmaktadır:

 

وَأَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلَّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَداً:

“Şüphesiz mescitler, Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.”  (CİN SURESİ – 18. AYET)


Cami  kelimesi ise “toplayan, bir araya getiren” anlamına gelir. Cami  kelimesi, başlangıçta  sadece Cuma namazı kılınan büyük mescitler için kullanılan   “el-mescîd’ül-camiî”   kelimesinden   kısaltılarak alınmıştır. Daha sonra Cuma namazı kılınan büyük mescitlere bu isim verilmiş, küçük çaplı olan ibadet yerleri de mescit olarak anılmıştır. Bilindiği gibi, İslâm tarihinde inşa edilen ilk mescit, Medine yakınlarındaki Kubâ Mescidi’dir. Sevgili Peygamberimiz (SAV), hicret esnasında, kendisi de bizzat çalışarak bu mescidi inşa etmiştir. Kur’an-ı Kerim, Kubâ Mescidinden övgü ile bahsedilmekte ve şöyle buyurmaktadır:

 

لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْوَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ:

“İlk günden takva üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.”  (TEVBE SURESİ – 108. AYET)

    
Hz. Peygamber (SAV), hicreti tamamlayıp, Medine’ye geldiğinde, burada ilk iş olarak bir mescit inşasına başlamak olmuştur. Bu mescidin inşasında da Peygamberimiz (SAV) fiilen çalışmış ve kısa sürede yapımı tamamlanmıştır. “Mescid-i Nebevî” olarak bilinen ve bugün Hz. Peygamber (SAV)’’in, Hz. Ebû Bekir (RA)’ın ve Hz. Ömer (RA)’ın   de   kabirlerinin   bulunduğu   bu mescit, Müslümanların, Kâbe’den sonra en çok kutsal saydıkları bir mekândır. Hacca gidenlerin yukarıda zikredilen, Kubâ Mescidi ile birlikte en çok önem verdikleri ziyaret yerlerinden birisidir.

 

CAMİİLERDE CEMAATLE NAMAZ


Hz.   Peygamber (SAV), Müslümanları   farz   namazları cemaatle camilerde kılınmaya teşvik etmiş ve hadislerinde, cemaatle kılınan namazın, münferiden kılınan namaza göre 27 derece daha faziletli olduğunu belirtmiştir.

 

CAMİİLERİN İMARI

İşte Hz. Peygamber (SAV)’in bu beyanı ve ilk mescitlerin yapımına  öncülük  etmesi,  Müslümanları  da camilere yöneltmiştir. Müslümanlar, İslâm’ın   ilk günlerinden itibaren cami yapımına önem vermişler ve yaptıkları hayrın ebedî olması için yarışmışlardır. Kur’an-ı Kerim, mescitleri inşa ve imar edenleri şöyle methetmektedir:

 

إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِوَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَىأُوْلَـئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ:

“Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.”  (TEVBE SURESİ – 18. AYET)


Hz. Peygamber (SAV) de, dünyada cami yapan veya yapımına yardımcı olanlara Yüce Allah’ın şu mükâfatını müjdelemiştir:

“Kim dünyada Allah için bir mescit inşa ederse, Allah da cennette ona bir köşk ihsan eder.” 

Şurası   hiçbir   zaman   unutulmamalıdır   ki, Allah’ın mescitlerinin  imarı  ve  bakımı,  mükemmel olarak  oraya devam  etmek  ve  cemaatinin  sayısını çoğaltmak suretiyle  mümkün  olacaktır. İçerisi  ne kadar temiz olursa olsun, büyüklüğü ve ihtişamı ne kadar çok olursa olsun, cemaati bulunmayan cami mamur bir mabet özelliğini taşımayacaktır. Camiler, birlik, beraberlik, eşitlik ve alçak gönüllülüğün sergilendiği mekânlardır. Değişik rütbe ve makamlara sahip olmalarına rağmen insanlar, camide Allah’ın huzuruna durduklarında, bulundukları rütbe ve makamları bir tarafa bırakarak, hepsi aynı duygu, inanç ve eşitlik şuuruyla saf tutarlar. Bu özelliğiyle camiler: 

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ:

 “Müminler   ancak   kardeştirler...”    (HUCURAT SURESİ – 10. AYET)

Ayetindeki ilâhî emrin en güzel bir şekilde tezahür ettiği yerlerdir.

 

CAMİİLERDE EĞİTİM

 

Camiler, ilk dönemlerden itibaren İslâm toplumunun eğitilmesinde  önemli  rol  üstlenmişlerdir. Hz. Peygamber (SAV)’in   Mescid-i   Nebevi’nin   avlusuna yaptırdığı suffelerde  başlayan  eğitim  ve  öğretim, camilerdeki eğitim ve öğretime temel teşkil etmiştir. Camiler bir eğitim merkezi olma özelliğini, asırlar  boyunca  koruyarak muhafaza  etmiştir. Müslümanlar halen, temel dini bilgilerini ve ahlâkî kaideleri, camilerdeki vaaz ve irşat hizmetleri vasıtası ile elde etmektedirler. İlk Kur’an eğitimi camide verilmekte, abdest, namaz, hac gibi ibadetlerimizi nasıl yerine getireceğimiz, orucu nasıl  tutacağımız, insanlarla   olan   ilişkilerimizde   nasıl   davranacağımız konusundaki bilgiler orada öğretilmektedir.

 

CAMİİLERİN TOPLUMSAL FONKSİYONU

Camiler, Müslüman toplumların hayatlarını etkileyen önemli adımların atılmasında etkin rol oynamışlardır. Yakın tarihimizde de, camilerin bu manadaki  önemini vurgulayan  bir  çok  hâdise  yaşanmıştır. Nitekim Kahramanmaraş’taki Fransız işgaline karşı ayaklanma camiden başlamış, Türkiye Büyük  Millet  Meclisi, Hacı Bayram  Camii’nde  kılınan Cuma namazından sonra dualarla açılmış, Kurtuluş Savaşında halk, camilerde yapılan vaaz ve okunan hutbelerle bilinçlendirilmiştir.


CAMİİLERİN SEMBOL OLUŞU

Camiler, bulundukları beldenin Müslüman beldesi olduğunun simgesidir. Bir beldeye gidildiğinde, mabetlerinden   o   belde   halkının   hangi   dine mensup oldukları anlaşılır. Bu manada, gökyüzüne uzanan minareleriyle camiler, İslâm’ın o beldedeki simgesi ve ülkenin tapusudur. Şair bunu ne güzel ifade eder:

“Mevlâ’dan bize ses vermede hep cetlerimiz

Manevî bekçisidir yurdumuzun ulu mabetlerimiz.


Camiler, toplum hayatında inananları Allah’a yaklaştıran, onlara manevî haz veren ve ruh sükûnetini sağlayan huzur mekânlarıdır.     

    
Özet  olarak  camiler, ilim  ve  kültür  merkezi, İslâm’ın simgesi, birlik, beraberlik ve eşitliğin kaynağı, toplumların hayatlarını etkileyen olaylarda önemli rol üstlenen mekânlar; özellikle   de   Kur’an-ı   Kerim’de “Beytullah” olarak anılan Kâbe’nin birer şubesi ve Allah’ın isminin anıldığı yerler olması hasebiyle yeryüzünde Allah’ın evidirler. Bu sebeple, camilerimizi temiz tutmalı, gösteriş ve debdebeden uzak, sade bir şekilde  inşa  etmeli, cemaatini  artırmak  suretiyle  de mamur etmeliyiz. Camilere giriş-çıkışta ve içinde ibadet esnasında, cami adabına riayet etmeliyiz.

 

EZAN

Şimdi biraz da, günde beş defa, namaz vaktinin girdiğini bildiren, Allah’ın birliğini ilan eden, Müslümanları  camiye ve  cemaate  davet  eden  ezandan bahsedelim. Sözlükte, bildirmek, duyurmak ve ilan etmek anlamlarına gelen ezan, dini bir terim olarak, farz namazların vaktinin geldiğini, nasla belirlenen sözlerle ve özel şekilde müminlere duyurmayı ifade eder. Namaz, Mekke döneminde farz kılınmakla birlikte, ezan  hicretten  sonra uygulamaya  konulmuştur. Medine’ye hicretten sonra, Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli bir şekilde cemaatle namaz kılmaya başlanınca, Hz. Peygamber (SAV) vakitlerin girdiğini duyurmak  için  ne yapabileceğini arkadaşlarıyla  görüşmeye başlamıştır. Bu esnada Hz. Peygamber (SAV)’e vahiyle, ayrıca  sayıları  yirmiye kadar ulaşan  sahabeye rüyalarında  bugünkü  ezanın  şekli öğretilmiştir. Hz. Bilal tarafından sabah namazında, yüksekçe bir evin damında okunarak uygulamaya konulmuştur. Ezan, sünnet   yoluyla   meşru   olmakla beraber, Kur’an-ı Kerim de teyit eder:

 

وَإِذَا نَادَيْتُمْ إِلَى الصَّلاَةِ اتَّخَذُوهَا هُزُواً وَلَعِباً ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَعْقِلُونَ:

“Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların düşünemeyen bir toplum olmalarındandır.” (MAİDE SURESİ – 58. AYET)

 

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نُودِي لِلصَّلَاةِ مِن يَوْمِ الْجُمُعَةِفَاسْعَوْا إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ:

“Ey iman edenler, Cuma günü namaz için (ezanla) çağrıldığınız zaman Allah’ı anmaya, namaz kılmaya koşun, (işi) alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz Cuma namazını kılmanız sizin için daha hayırlıdır.”  (CUMA SURESİ 9. AYET)


Ezan, müekked  sünnet  olmakla  birlikte  Müslümanlığın şiarı haline gelmiştir. Ezan aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilân edilmekte, hem de   Allah’ın büyüklüğü, Peygamberimizin   O’nun kulu ve elçisi olduğu ve namazın kurtuluş yolu olduğu  ilân  edilmektedir. Namaz  vakitleri  güneşin hareketine göre düzenlendiği için yeryüzünde namaz vakitleri değişik anlara rastlamakta ve bu suretle yukarıda belirtilen hakikat gece gündüz fasılasız olarak haykırılmış olmaktadır.    

     Mehmet Akif de bu konuda ne güzel söyler:

    “Ruhumun senden İlâhî şudur ancak emeli,

     Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli,

     Bu ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli,

     Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”  

İslâm’ın  şiarı  ve  Müslüman  varlığının  sembolü olarak kabul edilen ezanı bir bölge veya şehir halkı terk ettiği zaman ezana dönmeleri için kendilerine baskı yapılabileceği konusunda İslâm bilginleri görüş  birliği içerisindedirler. Çünkü  ezan,  mana  ve muhteva bakımından  hem  namaz, hem  de  İslâm için bir çağrıdır. Ezan mutlaka Arapça sözleri ve bilinen tertibiyle okunmalıdır. İslâm bilginlerinin tamamına yakını, ezanın Arapça’dan başka bir dilde okunmasını caiz görmemişlerdir.

 

ÇOCUK VE EZAN

Yeni  doğan  bebeğin  sağ  kulağına  hafif  sesle ezan, sol kulağına da ikamet okumak menduptur. Peygamberimiz (SAV), torunu Hz. Hasan (RA)’ın kulağına ezan okumuştur. Kulağına  ezan  okunan  Müslüman  çocukları, milli  ve  manevî  terbiyenin ilk  esasını  bu ezan sesinden almaktadırlar.

 

EZANI DİNLEMEK

Ezanı işiten kimsenin, bunları müezzin gibi kendi kendine tekrar etmesi sünnet/ müstehaptır. Hz. Peygamber (SAV) bu konuda şöyle buyurmuşlardır:  

    
“Ezanı   işittiğiniz   zaman, müezzinin   söylediğini söyleyin.”

    
İmam  Şafiî, hadiste geçen  “icabet edin” emrinin vücup ifade ettiğini söylemiştir. Müezzin “Hayye ale’s-salâh” ve “Hayye ale’l-felah”  derken, bu  esnada  “lâ  havle  velâ  kuvvete  illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm” demek müstehaptır.

 

EZAN DUASI

Peygamberimiz (SAV) ezanı dinledikten sonra  şu duayı okuyan kimseye şefaatinin hak olacağını bildirmiştir.

“Ey şu eksiksiz mesajın ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver!  Vaat  ettiğin  övülmüş  makama  yükselt. Sen vaadine muhalefet etmezsin.”  

 

EZANIN TOPLUMSAL ŞUURA KATKISI

Ezanın toplum hayatında taşıdığı mana üzerinde ayrı bir dikkat ve ilgiyle duran büyük şair Yahya Kemal:

“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî

Kâfi değil sadâna cihân-ı Muhammedî.”


Beytiyle, ezanın cihan semalarını inlettiğini, bunun da topluma yüksek bir ruh ve şuur bahşettiğini ifade eder. Aynı şair, Türk ordusunun başarısı için 30 Ağustos Zaferi’nden birkaç gün önce kaleme aldığı münacat mahiyetindeki şiirinde:

“Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

Gâlib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın,”


Mısralarında ezanla zafer arasındaki münasebeti ortaya koyar.    

    
Gerçekten  de  ezan  okuma, İslâm  dünyasında fetih ve zaferlerin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. Nitekim Mekke’nin  fethinden  beri, ele  geçirilen her beldede yapılan ilk uygulamalardan biri, fetih müjdesini  her  tarafa  duyurmak  üzere  yüksek  bir yerde ezan okumak olmuştur. Yahya Kemal, “Ezan ve Kur’an” isimli makalesinde:  

“Kökü mâzide olan âtiyim” 

    
Mısrasında ifadesini bulan  bir  anlayışla, maziyi  ve mazinin  değerlerini yaşadığı zamana ve hatta geleceğe taşımak gerektiği düşüncesini öne sürerken bu değerler arasında ezan ve Kur’an sesine önemli bir yer verir. Bunları, muhteşem  mimarinin  müstesna  dekorları içinde, Ayasofya’nın minareleriyle, ırka-i Saadet duvarlarından  akseden  ilâhî  ve  ebedi  sesler  olarak şöyle tavsif eder:

    
“Bir gün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 850 seneden beri asırlarca günde beş defa  okunmuş  olan bu  ezan, sanki  fetihten  sonra okunan  ilk  ezandı. Bu ezanı  dinlerken  Fatih’i  asıl manasıyla ilk defa idrak ettim... Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fatih’in   Ayasofya minarelerinden   okuttuğu ezan   ki   hâlâ   okunuyor. Selim’in   Hırka-i   Saadet önünde  okuttuğu  Kur’an  ki hâlâ  okunuyor.”

 

EZANIN DEĞERİ

Ezanın baştan sona kadar bütün hayatımızı kaplayan kutsal bir değeri vardır. Doğduğumuz zaman kulağımıza okunan ezan sesleri, ömür boyu kulağımızda çınlayıp duracaktır. Günde beş defa minarelerden  tekrarlanan ezanlar  ise, gök  kubbe  altında daima yankı yapacaktır. İşte bu ezanlar, bizim ruhumuzun   gıdası   ve   kuvveti olacaktır, inancımızı sağlamlaştıracaktır. Şair ne güzel söyler:

   
“Biz kısık sesleriz, minareleri Sen ezansız bırakma Allah’ım!

Mahyasızdır minareler, göğü de Kehkeşansız bırakma Allah’ım”  (Arif Nihat Asya)

 

BAYRAK

Şimdi  de  istiklâlimizin  sembolü  olan  bayrağımızdan bahsetmeye çalışacağım. Bilindiği gibi bayrak, bir milleti tek bir fikir çevresinde birleştiren kutsal  bir  alâmettir. Bu birlik  noktası; milletin  şerefi, namusu, vatanın duvağıdır. Evet, bayrak bir milleti ve bir vatanı temsil eder, Onun serbestçe dalgalanması, milletin  hürriyet  ve  istiklalinin bir  ifadesi  bir remzi  demektir. Onun  için  bayrağa saygı, doğrudan  doğruya  onun  temsil  ettiği  millete  saygı demektir. Atalarımızdan  kutsal  bir  emanet  ve  paha biçilmez bir miras olarak bize intikal eden bayrağımızın ebediyete   kadar   semalarımızda   dalgalanması   bu topraklarda yaşayan herkesin en samimi arzusudur.


BAYRAĞA SAYGI

Bayrağa saygı hem milli hem dini bir görevdir. Çünkü gerek Peygamber Efendimiz (SAV) zamanında gerekse ondan   sonraki   devirlerde   bayrağa   büyük önem verildiğini görüyoruz. 628 yılında Hayber savaşı yapılmış ve savaş Müslümanların zaferi ile sonuçlanmıştı. Bu savaşta büyük kahramanlık gösteren Hz. Ali’ye beyaz renkli bayrağı Peygamberimiz kendi eliyle teslim etmişti. Yine Peygamberimiz (SAV) hayatta iken Müslümanlarla Bizanslılar  arasında  629  yılında  Mute  savaşı  olmuştu. Bu savaşta İslâm ordusunun komutanı Zeyd b. Hârise (RA) idi. Peygamberimiz (SAV) İslâm ordusunu Medine’den uğurlarken sancağı kendi eliyle ordu komutanı Hz. Zeyd (RA)’a teslim ettikten sonra  şöyle buyurdu:

    
“Eğer Zeyd şehit düşerse, Cafer b. Ebi Talip komutayı ele alsın, o da şehit olursa Abdullah b. Revâha komutan olsun, o da şehit olursa Müslümanlar içlerinden birini seçsin.”

    
Mute denilen yerde meydana gelen savaşta İslâm ordusunun komutanı şehit olunca, Peygamberimizin (SAV) buyurduğu üzere sancağı Hz. Cafer (RA) almıştı. Savaşta Cafer (RA)’ın sağ eli kesilince, sancağı sol eline almış  sol eli  de  kesilince  onu  iki  kolu  arasına  alıp sımsıkı sarılmış ve şehit oluncaya kadar sancağı yere düşürmemiştir. Onun şehit düşmesi üzerine sancağı Abdullah  b.  Revaha  (RA) almış  o  da  şehit  olunca, sancak yere düşmesin diye bir İslâm askeri onu eline almış, sonunda ordu komutanlığına Hz. Halid b. Velid (RA) getirilerek sancak ona teslim edilmişti.

    
İstanbul’un fethinde surlara ilk defa sancağı diken Ulubatlı Hasan olmuş ve diktiği sancağın dibinde şehitlik mertebesine erişmişti. Sancak Türk askerini  coşturmuştu. Arkadaşları  onun  açtığı  yoldan surları aşarak, dalga dalga ilerlediler ve İstanbul’un fethini gerçekleştirdiler. Fatih Sultan Mehmet, Ulubatlı Hasan’ın delik deşik olmuş cesedinin başında dua  ettikten  sonra  yanındakilere:  
“Eğer  sultan  olmasaydım, Ulubatlı Hasan olmak isterdim.” demiştir. Bayrak sevgisinin ve ona duyulan büyük saygının bizim tarihimizde daha anlamlı olduğunu görüyoruz. O, Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, uğruna binlerce güneşin feda edildiği  kutsal  bir  hilaldir. Mehmet  Akif  bunu  ne  güzel  ifade eder:

“Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor;

Bir hilal uğruna, Ya Rab, ne güneşler batıyor!”

    
Bir bayrak ki, ona Peygamberimiz (SAV) büyük değer vermiş, onun sevgili ashabı savaşın en şiddetli anlarında bile onu yere düşürmemek için çırpınıp durmuş, Peygamberimiz (SAV)’in  yolundan  yürüyen, zaferden zafere koşan atalarımız onun uğrunda canlarını seve seve feda etmiş ve onu elden ele yere düşürmeden kutsal bir emanet olarak bize teslim etmişlerdir. Bütün bunlar, bayrağın bir millet için taşıdığı büyük değeri anlatmaktadır.


BAYRAĞI SEVMEK

Bayrağı  sevmek  milletimizi  sevmektir. Bayrağa saygı, milletimizin namus ve şerefine saygı göstermek demektir. Ona saygısızlık top yekûn milletimize saygısızlıktır. Onun uğrunda canlarını feda ederek bizlere bu günleri armağan eden şehitlerin ruhlarını incitmek, kemiklerini sızlatmaktır. Buna kimsenin hakkı yoktur. Bu ülkenin ekmeğini yiyen, suyunu içen, havasını teneffüs eden, bayrağımızın bahşettiği hürriyet ikliminde gezip dolaşan herkesin bayrağımıza saygı göstermesinin hem dini, hem de milli bir görev olduğu asla unutulmamalıdır. Çünkü ezanlar serbestçe onun gölgesinde okunur. Can ve mal güvenliğimiz, namus  ve  şerefimiz  onun  yükseklerde dalgalandığı ortamda korunur. Bayrağımızla ilgili olarak milletimizin samimi dilek ve duygularını dile getiren şu mısralarla sohbetimizi bitirelim:

“Onun aşkıyla erir kalpleri örten yas;

Bu kızıl gül dedemizden, atamızdan miras,

Ona gül rengini vermiş dökülen kanlarımız;    

Sönmesin  ey  yüce  tanrım, budur  ancak  varımız!”
(Halide Nusret Zorlutuna)

    
Cenab-ı Hak, güzel vatanımızda, şanlı bayrağımızın altında, minarelerimizin   gölgesinde, ezan seslerinin verdiği  huzurla, bizlere  yaşamayı  nasip eylesin.

 

KAYNAK : DİYANET AYLIK DERGİ

Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi33
Bugün Toplam1014
Toplam Ziyaret5020029
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI