Su-i zan, birinin kötü bir iş yaptığını zannetmektir. Kalbe gelen kötü düşünce, o hâliyle su-i zan olmaz. Kalbin o tarafa kayması su-i zan olur. Mesela birinde bir kalem görünce, (acaba bu kalemi çalmış olabilir mi?) diye sadece düşünmek su-i zan olmaz. Ama (çalmış olabilir) diye zannetmek su-i zan olur.
Su-i zan insanların birbirlerine karşı nefret duyguları beslemesine neden olduğu için toplumda huzursuzluk meydana getirir. Çünkü insan başka birisini kötü bilirse kendi nazarında o sevimsizleşir. Bu da bedene ait eylemlerin ruhta iz bırakmasından dolayıdır.
Elmalılı bu konuyu şöyle açıklıyor: İnsan ruhuyla bedenin arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Ruhta meydana gelen bir eserden bedene bir tesir iner ve bedende hasıl olan bir eserden ruha bir takım neticeleri çıkar. Mesela ruhen yapılan limon vb. bir ekşi düşüncesinde dişler kamaşır ve ağız sulanır. Başımıza gelmiş veya gelmesi muhtemel kötü bir olayı düşündüğümüzde baş ağrısı, ateş mide ağrısı vb. meydana gelir.
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللَّهَ اِنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ رَحِيمٌ
Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.[1]
وَمَا يَتَّبِعُ اَكْثَرُهُمْ اِلَّا ظَنًّا اِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِى مِنَ الْحَقِّ شَيْءًا اِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.[2]
******
وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولًا
Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.[3]
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, Velid b. Ukbe’yi Beni Müstalik kabilesine zekat memuru olarak göndermişti: Velid, bunlarla arasında önceden var olan bir husumetten dolayı, korkuya kapılmış, yoldan dönmüş, üstelik Hz. Peygamber’e gelerek onların irtidat edip, zekat vermediklerini duyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara öfkelenmiş, savaşmayı bile tasarlamış, aynı zamanda Halid b. Velid’i de durumu incelemek üzere göndermişti. Halid, incelemeleri sonunda Beni Mustalik’in ezan okuyup, namaz kıldıklarını ve zekatlarını da teslim ettiklerini Hz. Peygamber’e bildirmişti. Bu olay üzerine aşağıda gelen Hucurat Suresinin 6. ayeti nazil olmuştur.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ
Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.
Rasûlullah Kabe’yi tavaf ederken şöyle dua etmişti:
«مَا أَطْيَبَكِ وَأَطْيَبَ رِيحَكِ، مَا أَعْظَمَكِ وَأَعْظَمَ حُرْمَتَكِ، وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ، لَحُرْمَةُ الْمُؤْمِنِ أَعْظَمُ عِنْدَ اللَّهِ حُرْمَةً مِنْكِ، مَالِهِ، وَدَمِهِ، وَأَنْ نَظُنَّ بِهِ إِلَّا خَيْرًا»
"(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve senin kutsallığının azametine hayranım. Muhammed’in canı (kudret) elinde olan Allah’a yemin ederim ki, müminin hürmeti Allah katında senin hürmetinden şüphesiz daha büyüktür. Müminin malı, kanı ve hakkında hüsnü zanda bulunma kutsallığı (seninkinden üstündür).”[4]
Rasulullah buyurdu ki:
إِيَّاكُمْ وَالظَّنَّ فَإِنَّ الظَّنَّ أَكْذَبُ الْحَدِيثِ وَلَا تَحَسَّسُوا وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا تَحَاسَدُوا وَلَا تَدَابَرُوا وَلَا تَبَاغَضُوا وَكُونُوا عِبَادَ اللَّهِ إِخْوَانًا
"Sizleri zandan sakındırırım. Çünkü zanla söylenen sözler, yalanı daha çok olanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayınız, husûsî ve mahrem hayâtınızı da araştırmayınız. Birbirinize haset etmeyiniz, birbirinize arkanızı çevirip küsmeyiniz, birbirinize buğz ve düşmanlık da etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, birbirinizle kardeşler olunuz!"[5]
Ebû Bekre anlatıyor: (Bir keresinde) Rasulullah’ın huzûrunda bir kişi başka bir kimseyi övmüştü. Bunun üzerine Rasûlullah tekrarlayarak:
وَيْحَكَ، قَطَعْتَ عُنُقَ أَخِيكَ، وَاللهِ لَوْ سَمِعَهَا مَا أَفْلَحَ أَبَدًا، ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
“Tuhaf şey? Sen (böyle övmekle) arkadaşının boynunu vurdun, yazıklar olsun sana! Sen arkadaşının boynunu vurdun” buyurdu. Sonra da şöyle dedi:
إِذَا أَثْنَى أَحَدُكُمْ عَلَى أَخِيهِ، فَلْيَقُلْ:
- Sizden her kim (din) kardeşini her halde medhetmek mevkiinde bulunursa şöyle desin:
وَاللهِ إِنَّ فُلَانًا، وَلَا أُزَكِّي عَلَى اللَّهِ أَحَدًا
- Fülân kişiyi (görünüşe göre iyi) sanırım. Onun muhâsibi Allah'dır. Ben, Allah'a karşı kimseyi (siyretiyle) tezkiye edemem. Onu şöyle şöyle kimse zan ederim.
Bunu da (hakîkaten) o kimseyi bu sûretde zan ediyorsa, öyle söylesin![6]
Rasulullah hanımlarından biriyle beraberdi. Yanından bir adam geçti. Allah Rasulü adamı çağırarak:
يَا فُلَانُ هَذِهِ زَوْجَتِي
“Ey fülan! Bu benim zevcemdir” dedi. Adam:
يَا رَسُولَ اللَّهِ مَنْ كُنْتُ أَظُنُّ بِهِ فَلَمْ أَكُنْ أَظُنُّ بِكَ
“Ey Allah’ın Rasulü! Ben herkesten şüphe etsem de sizden şüphe etmem” deyince hz. Peygamber şöyle buyurdu:
إِنَّ الشَّيْطَانَ يَجْرِي مِنَ الْإِنْسَانِ مَجْرَى الدَّمِ وَإِنِّي خَشِيتُ أَنْ يَقْذِفَ فِي قُلُوبِكُمَا
“Şeytan insanın içinde kanın dolaştığı gibi dolaşır. Ben onun sizin kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.”[7]
İfk (iftira) hadisesi” diye bilinen olay kısaca şöyledir: Hz. Peygamber’in bir askeri seferine Hz. Aişe de katılmıştı. Dönüşte bir ara Hz. Aişe ihtiyacını gidermek için çekildiği bir köşede gerdanlığını düşürmüş, sonra bunun farkına vararak aramaya gitmişti. Bu arada, birlik Hz. Aişe’yi devesinin üstündeki hevdec adı verilen kapalı, yuvarlak ve üstü kubbeli kafesi içinde sanarak konaklama yerinden ayrıldığı için Hz. Aişe orada kaldı.
Orduyu geriden takip etmekle görevli bir zat, Hz. Aişe’yi alarak birliğe yetiştirdi. İçlerinde münafıkların önde gelenlerinden Abdullah b. Ubeyy’in de bulunduğu birkaç kişi, bu hadiseye dayanarak Hz. Aişe ile onu birliğe yetiştiren kişi arasında ilişki cereyan ettiği iftirasını uydurdular. Bu iftira Hz. Peygamber’i oldukça üzmüştü.
Bu sırada zaten rahatsız olan Hz. Aişe, hakkında böyle bir iftira uydurulduğunu bir müddet sonra öğrenmiş ve büyük bir ızdıraba boğulmuş; artık, kendisi gibi kederli olan ailesine, babası Hz.Ebubekir (r.a.)’ın evine gitmeyi tercih etmişti. Bu arada Hz. Peygamber (s.a.) zaman zaman Hz. Ebubekir’in evine giderek, onlardan Hz. Aişe’nin sıhhatini, hal ve hatırını sorardı. İşte yine böyle bir ziyaret sırasında ve iftira olayının vukuundan takriben bir ay sonra Aişe validemizin masumiyetini ifade eden bu ayetler inzal buyuruldu.
لَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِأَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هَذَا إِفْكٌ مُبِينٌ
Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsn-ü zanda bulunup da: "Bu, apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?[8]
Ayette ifade edilen tanıma uyan kişilerden birisi de Ebu Eyyub el-Ensari’dir. Eşi kendisine: “İnsanların Aişe hakkında söylediklerini duymadın mı?” deyince Ebu Eyyub: “Evet, o yalanı duydum. Peki sen böyle bir şey yapar mısın?” diye sormuş. Hanımı: “Hayır, yapmam” deyince, Ebu Eyyub: “Öyle ise Vallahi Aişe senden daha hayırlıdır, sen böyle bir şey yapmayınca o hiç yapmaz” demiştir.
Eksik veya yanlış bilgi, yanlış anlama önyargılarımız ve su-i zanlarla kişi ve olaylardan ilgisiz manalar çıkarırız. Bu da tatsızlığa yol açar.
1-Önce olayı dinleyip anlamaya çalışmalıyız.
2-Olayın sebep ve sonuçlarını tespit ederek bir karar vermeliyiz.
Övgü ve yergi de aşırı gidiyoruz. Ya çok yüceltiyor ya da çok alçaltıyoruz. “Benim yavrum dünyada bir tane.” Ya da “Bu çocuk adam olmaz.” Kızdığımız birisine “Senin gibi adisini görmedim.”
Tanımadan biri hakkında karar vermeye önyargı denir. “Bu adamı hiç gözüm tutmadı” deriz. İlk izlenim negatif olabilir ama bu ilişkiyi belirleyici olmamalıdır. “Filan şehirden adam çıkmaz” şeklinde Memleketine ve milletine göre yargılama yapılmamalıdır. İnsanda kalitesizliğin önemli bir göstergesi hep önyargıları ile hareket etmesidir.
Dağ evinde, kocası yeni ölmüş tek başına yaşayan hamile bir kadın, kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Evcil bir hayvan haline gelir. Bir süre sonra kadının çocuğu doğar. Gelincik zarar vermesin diye çok dikkat eder. Bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak zorunda kalır. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve koşarak gelir. Gelinciği kanlı ağzındaki kanları yalarken görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır, hemen öldürür. O sırada içerden bebeğin ağlaması duyulur. Anne odaya girer. Odada beşiğin içindeki bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür.
Bazı kötü kişiler karşısındakileri de kendisi gibi kötü zanneder.
İki kör aynı tabaktan köfte yiyormuş. Birisi diğerine:
“Niçin, demiş, ikişer ikişer alıyorsun?” demiş.
Arkadaşı da şöyle demiş:
“Sen de benim gibi körsün, ikişer ikişer yediğimi nereden biliyorsun?”
Birincisi cevaplamış:
“Ben öyle yapıyorum da ondan.”
Sultan Murad Han o gün bir hoştu. Telaşlı görünmekteydi. İçinden çıkılmaz bir ıstırap kaplamıştı yüzünü.
Sadrazam Siyavuş Paşa: “Hayrola hünkârım, canınızı sıkan bir şey mi ola?” diye sormaktan kendini alamadı.
Bu soru Sultana bir kurtuluş gibi geldi ve içini dökmek istedi sırdaşına:
- Akşam garip bir rüya gördüm lala.
- Hayırdır inşallah Sultanım!...
- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz. Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında yola çıktılar. Padişah hâlâ gördüğü rüyanın etkisi altındaydı ve gideceği yeri iyi bilmekteydi. Seri, kararlı adımlarla Bayezit'e çıktı, sonra Vefa'ya döndü. Zeyrek'ten aşağılara salındı. Unkapanı civarında soluklanıp; etrafına dikkatle bakındı. Sanki bir adres, bir kişi arıyor gibiydi. İşte tam o sırada yerde yatan bir adam gözlerine çarptı. Yaklaştılar, baktılar ki adam ölmüş ama kimsenin ilgilendiği yok.
Halka sordular: -Kimdir bu?
- Aman molla hiç bulaşma buna, dedi ahali. Ayyaşın, sarhoşun biridir. Kırk yıllık komşumuz... Ne menem biri olduğunu bildiğimizden biz bulaşmak istemeyiz.
Bir başkası anlatmaya başladı hemen:
- Biliyor musunuz, dedi, aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısında çalışırdı. Nalının en iyisi yapardı. Ancak kazandığı her kuruşu içkiye, fuhuşa harcadı ömrü boyunca. Hem şişe şişe şarap taşıdı evine; hem de nerede bir mimli kadın varsa, taktı peşine, yazık etti değerli ömrüne.
Hele yaşlıca bir adam çok öfkeliydi:
- İsterseniz sorun komşularına, dedi. Sorun bakalım onu bir kez olsun bir cemaatte gören olmuş mu ?!..
Hâsılı, mahalleli ardını dönüp gitti. Padişah ile veziri ortada kalakaldılar. Tam Sadrazam da saraya dönmek üzereydi ki sultan, kesti yolunu:
- Nereye lala!?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
Sultan kızdı:
- Millet bu, çeker gider; ama biz gidemeyiz. Bu ahalinin çobanı biziz, şöyle veya böyle onlar bizim tebaamız. Defnini tamamlamamız gerek.
- İyi ya hünkarım, saraydan birkaç hoca yollarız, böylece vebalinden de kurtulursunuz.
- Olmaz!... Rüyamızın sırrı çözülmedi ki daha.
- Peki ne yapmamamız emir buyurulur?
- Mollalığa devam. Na'şını kaldırmalıyız bu zatın en azından.
- Aman sultanım, nasıl kaldırırız biz?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayınız, etmeyiniz hünkarım; bunun yıkanması, paklanması var; kefenlenmesi, gömülmesi var.
- Merak etme lala, ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var...
Birlikte cenazeyi yüklendiler ve camiye geldiler. Siyavuş Paşa, sağa sola koşturdu önce. Kefen, tabut buldu. Padişah bakır kazanları ocağa vurdu. Usûl ve erkanınca bir güzel yıkadılar ki cenaze daha bir güzelleşti sanki. Ayın on dördü gibi parlamaktaydı yüzü. Çehresi şakilere hiç benzemiyordu, hem manâlı bir tebessüm okunuyordu dudaklarında. Hünkarın kanı ısınmıştı o anda bu adamcağıza. Meçhul nalıncıyı kefenleyip, tabutlayıp yatırdılar musallaya. Ama namaz vaktine de bir hayli vardı daha. O arada Siyavuş Paşa sıkıntı içinde yaklaştı:
- Hünkarım, dedi yanlış yapıyoruz galiba.
- Nasıl yani lala?!
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki ailesinden birileri vardır, hanımı mesela, yahut yetimleri.
- Doğru, öyle ya. Sen bekle başını, ben mahalleyi bir dolanıp geleyim. Bakalım kimsesini bulabilir miyiz?!..
Sadrazam Kur'an okumasına devam ede dursun, hünkar koştu, garip maceranın başladığı noktaya geri döndü. Sorup soruşturdu ve nalıncının evini buldu.
Kapıyı yaşlıca bir kadın açmıştı. Olayı metanetle dinledi ve sanki vefatın bu türlüsünü bekler gibi.
- Hakkını helal et evladım, dedi. Belli ki çok yorulmuşsun. Allah senden razı olsun. Garibimi yerde bırakmadın demek. Hakkını helal eyle.
Sonra üzgün, yıkılmış halde, eşiğe çöktü hanımcık; ellerini yumruk yapıp şakaklarına dayadı.
- Biliyor musun oğul, diye dertli dertli anlatı. Bizim efendi bir âlemdi vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar, gücünü tüketir, emeğini harcardı... Ama birinin elinde şarap şişesi görmeye görsün. Elindeki avucundakini verip satın alırdı. Sonra getirip dökerdi hepsini. Niye!? Ümmet-i Muhammed'in kursağından haram geçmesin, günaha girmesinler diye.
- Hayret!..
- Sonra malum kadınların ücretlerini öder, getirirdi bu eve. "Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım. derdi, öyleyse şimdi dinlenmeniz gerek. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım o zavallı düşkünlere saatlerce. İlmihal, Huccetül-islam okurdum onlara.
- Bak sen!.. Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir İmamın arkasında durmalı ki, insan tekbir alırken Kabe'yi görmeli, derdi.'
Hatta bir gün, "Bak a efendi, dedim. Sen böyle yapıyorsun; ama komşular seni kötü belleyecek. Namazsız niyazsız zannedecek. Cenazen ortada kalacak hafazanallah!.."
-Doğru, öyle ya!..
- Ama o, kimseye zararım olmasın diye, mezarını bile kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim, İş mezarla bitiyor mu? Dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?!..
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü. Sonra elinin tersini, fani dünyayı boşlar gibi salladı ve:
"Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?!.."